Türkiye’nin siyasi tarihinde alışık olunmayan gelişmelerin yaşandığı bir döneme tanıklık ediyoruz. Elbette, “Ergenekon Operasyonu” çerçevesindeki gelişmelerden söz ediyoruz. Gelişmenin “alışık olunmayan” yanı ise başta iki orgeneral olmak üzere, ülke siyasetinde doğrudan ya da dolaylı etkisi olan birçok “ünlü ve önemli” şahsiyetin bir dizi suçlamayla karşı karşıya kalarak cezaevine konulmaları. Şaşırtıcı olan, suçlamalar değil. Zaten toplumda hakim olan temel yargı, egemen siyasi güçlerin hemen hepsinin, benzeri ilişkilerin ve icraatların içinde oldukları. Bunlar hep bilinir ama ortalığa dökülmez, Erdoğan ile Büyükanıt arasında olduğu gibi, siyasi kazançlar için pazarlık malzemesi yapılırdı. En kaçınılmaz noktada ya sessiz tasfiye süreçleri yaşanır ya da Cem Ersever gibi “faili meçhul”e uğrarlardı. Ancak bu kez birçok şey açıkta yaşanıyor ve T.C. tarihinde ilk defa iki emekli orgeneral cezaevine konuyor. Bu sürecin neden böyle yaşanmasının tercih edildiğiyle ilgili değerlendirmeleri yapmadan önce, dönemin önemli sayılabilecek birkaç özelliği belirtilmeli.
Öncelikle operasyon, büyük oranda askerleri de kapsıyor. Dikkat edilecek olursa, AKP döneminde, başrolünü bazı subayların oynadıkları çeşitli vakalara basın aracılığıyla tanıklık ettik. Kısaca hatırlarsak; Şemdinli-Büyükanıt davası; Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın yolsuzluktan mahkûm olması; Hrant Dink davasında jandarmanın rolü; Oramiral Özden Örnek’in günlükleri; andıçları; iç yazışmalar vs. Bunların neredeyse hepsi basının, ama gerici basınla sınırlı olmayan basının düğmesine bastığı vakalardı. Ancak bu yayınlar araştırmacı gazetecilik örnekleri olarak değil, “servis” edilen bilgiyi kullanabilme cüreti olarak gündeme geldi. Taraf Gazetesi bu bakımdan ayrıcalıklı bir yer edindi.
İkincisi dönem boyunca, dinleme-izleme faaliyetinin hiç olmadığı kadar önem kazandığını gördük. Solcular dinlenir genel yargısı artık tamamen değişti. Operasyon aynı zamanda bir yıldırma operasyonu olarak gelişti.
Dinleme-izleme faaliyetininse iki belirgin etkisi var. İlk olarak, AKP yanlısı olmayan herkes, kendisini potansiyel hedef olarak hissetmeye ve AKP’nin hedefi olmaktan çıkmak için otokontrol geliştirmeye başlayacak. İkinci olarak, dinleme-izleme faaliyetinden elde edilen “ekstra” bilgiler, şantaj aracı olarak kullanılacak. Büyükanıt-Erdoğan pazarlığı bunun en ileri örneğiydi. Dönemin bir başka önemli özelliği ise, operasyonun çapının her şeye rağmen sınırlı tutulması oldu. Şu anda devlette aktif görev yapan hiç kimse operasyona dahil edilmediği gibi, İçişleri ve Adalet Bakanlıkları’nda eskiden de olsa çalışmış kimse yok. Daha somut ifade edersek polisler, emniyet müdürleri, özel harekâtçılar yok; eski de olsa hâkim ve savcılar yok. Ayrıca aktif görevdeki subaylar da yok. (Belki bu konu Erdoğan-Başbuğ görüşmesinde özel olarak ele alınmıştır!) Ama devleti değil hükümeti devirmeyi amaçlayan, uyuşturucu-karapara güzergâhını ele geçirmek isteyen bir örgütün, buralarda elemanları olmaması düşünülebilir mi?
Operasyonun bir diğer ilgi çekici özelliği ise süresi ve atılan adımların tarihiyle ilgili. Soruşturmanın bir yıldan uzun zamandır sürmesi, zaten tek başına bir tehdit ve yıldırma anlamına geliyor. Söz konusu şahıslara bir “merhaba” diyen herkes, geceleri elbiseleri ile uyuyor. Soruşturma sürerken altı büyük gözaltı dalgası yaşandı. Bunların neredeyse hepsi de, AKP’ye karşı başlatılan hamlelere yanıt verecek şekilde tarihlendirildi. Özellikle son gözaltı dalgasının, (29 Haziran’da da yapılabilecek olmasına rağmen) 1 Temmuz günü; yani Anayasa Mahkemesi savcısının, AKP’nin kapatılması davasında sözlü açıklamasını yapacağı gün gerçekleşmesi özel bir anlam taşıyor.
Başa dönersek, sürecin bu biçimde yaşanmasının tercih edilmesinde, ne ülkemizdeki yerleşik hukuk kurallarının ve anlayışının gücü, ne de demokrasilerin sözde dördüncü ayağı olan ‘bağımsız basının’ mücadelesi belirleyici oldu. Ne yazık ki süreç, halkın mücadelesinin sonucunda da olmuş değil. Ancak operasyon AKP’nin yalnızca ve büyük ölçüde kendini savunma refleksiyle giriştiği bir iş olarak da değerlendirilemez.
ABD’nin başta Ortadoğu ve Asya olmak üzere başlattığı açık emperyalist işgaller ve tüm dünyada küreselleşme adı altında yürürlüğe konulan neo-liberal ekonomik programlar, birçok ülkede farklı içeriklere sahip olsa da tepkilerin oluşmasına neden oldu. Bazı Avrupa’da ülkeleri halklarının, AB Anayasası’nı reddetme biçimine bürünen tepkileri, ülkemizde farklı şekiller alıyor. Aslında güçlü bir sol muhalefetin oluşmasına ve politik önderliği almasına yol açması beklenebilecek olan bu değişim süreci, ne yazık ki ülkemizde sosyal demokrat aktörlere bile güz kazandırmamış durumda. Kuşkusuz Kürt sorunu, dinin etkisi, derin devletin gücü gibi nedenleri ayrıca tartışılmalıdır.
Öte yandan uzun zamandır güçlü bir “ulusalcı” tepki büyüyor. Bu tepkinin en büyük özellikleri ise Kürt sorununda askeri/baskıcı yöntemi, ekonomide ulusal sermayeyi ve iç pazarı koruma propagandasını, siyasi düzeyde değişime kapalı/elit bir kadro yapısını ve dış ilişkilerde kapalı/sadece almaya çalışan bir ilişki biçimini temel alması. Bunların ABD’nin dönem politikalarıyla hiç de uyumlu olmadığı çok açık. AKP, ABD’nin tüm politikalarına destek vermekle birlikte, bu tepkiyi kendi öz çıkarlarını da hesaba katarak çözmeye çalışıyor. ABD ile olan çıkar ortaklığı bu kadar belirginleşince karşı tarafı yola getirme arzusu kaçınılmaz.
Bunu için ezber yöntemlerle işe başlandı; karşı tarafın olanaklarını daraltma, mali denetim getirme, devlet içinde tasfiye, tehdit, şantaj, besleme aydınlar/gazeteciler… Bundan sonra ipliği çoktan pazara çıkmış, yaptıkları kimse tarafından savunulamaz hale gelmiş, siyasi gücü tükenmiş bir grubu tüylü katrana bulamak işten bile değildi.
Ancak Amerikan işgalciliği ve neo-liberal uygulamalar sürdükçe ve bunların tetikçiliğini yapan işbirlikçiler var olmaya devam ettikçe tepkiler de devam edecek. Önemli olan tepkilerin üç-beş çapulcu, katil ve kendi çıkarı için herkesi satabilecek kişilere bırakılmaması; bu kimselerin halk muhalefetinin yanına bile yaklaşamamasının sağlanmasıdır. Açıktır ki kendisine “solcuyum” diyen hiç kimse, bugün çatışan taraflardan hiçbirinin yakınında bile duramaz. Bu ülkeye Amerika eliyle asla iyi bir şey gelmemiştir. Osman Gürbüz denilen katille yan yana görünme ihtimalini bile içine sindiren beri gelsin.
Son yaşananlar en başta devrimcilere ve tüm halka, sadece bağımsız, örgütlü ve sosyalizmi amaçlayan bir halk mücadelesinin gerçekten başarılı olabileceğini bir kez daha göstermelidir.
AKP’nin kapatılması davasının olası sonuçları da, bu sürecin dolaysız parçası olmayı sürdürmektedir. Davadan AKP’ye ya da AKP’lilere karşı yaptırım kararı çıkması seçeneği hala çok güçlü. Bu değerlendirmeyi AKP MKYK üyesi Abdüllatif Şener de yapmış olmalı ki, yeni bir siyasi oluşum içine girdiğini açıkladı.
Aslında sonbahara yönelik planların yapıldığı klasik bir yaz hazırlıkları sürecini yaşıyoruz. Özellikle siyasi belirsizliklerin yoğun biçimde yaşandığı dönemlerde sonbaharı hedef alan “büyük” atılım hazırlıklarının yaz döneminde başlatılması ve olgunlaştırılması Türkiye siyasetinin alışılmış bir özelliğidir. Seçimlerin üstünden henüz bir yıl geçmiş olmasına rağmen yeniden genel seçim hesaplarının yapılıyor olmasının asıl nedeni ise, AKP’nin mevcut durumu ve yerel seçimlerin yaşanacak olmasıdır.
Bugünden bakıldığında belirgin bir siyasi boşluğun oluştuğunu ve bu boşluğun giderek daha da büyüyeceğini görmemek mümkün değil. Nitekim Aydın Doğan’la Ertuğrul Özkök’ün destekleyecek bir partileri bile yok! Öte yandan yeni oluşum ya da aktörler de sırada: Tuncay Özkan’ın parti kurma planı; DSP’nin kaynama süreci;, Mesut Yılmaz’ın, Mehmet Ağar’ın, Kemal Derviş’in tetikte durması… AKP’den koparılan milletvekilleriyle hem soldan, hem Kürtlerden, hem de ortalıkta mayın gibi dolaşan liberallerden yapılacak, Abdüllatif Şener’in önderliğe soyunduğu bir kokteyl, şimdilik şişirilen seçenek olarak durmaktadır. Bu gelişmelerde mesafe alınması için Ağustos sonunu beklemek gerekecektir.
Öte yandan ilerici toplumsal muhalefetin önderliğine girişenler de, ana gündemlerini yoğun ve önemli siyasal gelişmelerin yaşanacağı sonbahar aylarına göre oluşturmak zorundalar. Sol yapıların şu anki görüntüsü ise hiç de böyle bir hazırlığın yapılmakta olduğunu ima etmiyor. Bu yapıların önemli bir bölümünün mevcut saflaşmada ya AKP’ye ya da ulusalcılara yakın durarak siyasi rant sağlama peşinde olduklarını biliyoruz. Yerel seçim politikaları ise “bir çatı partisi kuralım ve herkesi (!) içine katalım, böylece üç-beş belediye başkanlığı alabiliriz” biçimindeki ezber yöntemleri aşmıyor. Ama böyle bir hedefle yola çıkmak için bile, en azından neo-liberal dönemde yeniden konumlanan yerel yönetimler; kamusal hakların kazanılmasında yerel yönetimlerin işlevi; demokratik katılımın yeni biçimlerinin üretilmesinde yerel yönetimler vb… gibi yerel yönetimlere ilişkin temel bazı başlıkları tartışmak zorunlu olmalı.
Ülkede bütün bunlar yaşanırken asıl önemli olan ülke gündemine, bağımsız ve halkın yaşadığı sorunların gerçek kaynaklarını gösterecek bir eksenden müdahale etmektir. Oyunu bozabilecek tek yol budur. Bunun nesnel zemini de mevcuttur. Neo-liberal uygulamaların sonuçları en yakıcı biçimlerde elektrik, doğalgaz, su, ekmek zamları, eğitim ve sağlık haklarının gasplarının ilerletilmesi, en genel hakların bile sınırlandırılması ile açığa çıkıyor. Toplumsal hoşnutsuzluğun her geçen gün arttığı da Sivas Katliamı protestolarında olduğu gibi görünür hale geliyor.
Sonbahar egemenler için yeniden müdahale dönemi olacaksa devrimciler için de böyle olmalıdır. Bunu bir iddia olmaktan çıkarmak için yapılması gereken, çok iyi bir hazırlığın yapılıp stratejinin ve taktiğin çok iyi belirlenmesidir. Şimdiye kadar izlediğimiz çizgi, yolumuzu belirginleştirmektedir.