İngilizceden çeviren: Hüseyin Kaytan
“Washington’daki gerçek iktidar sahipleri görünmezdirler ve iktidarlarını perde arkasından yönetirler.”– – Justice Felix Frankfurter (…)
Bu yazı, (…) Türkiye Cumhuriyeti ve onun ajan çete ve operatörlerinin Birleşik Devletlerdeki faaliyetlerine ışık tutmaya çalışıyor. Böyle yapmakla ben, devletlerin halklarının (Suudi Arabistan, Türkiye, İsrail, Pakistan) onların yönetimlerinden ayrılmasının ve faaliyetlerde rol oynayan temel aktörlerin belirlenmesinin önemine de vurgu yapmak istiyorum. Bizim ülkemizde olduğu gibi, bu ülkelerin halkları da ülkelerindeki rejimlerin bencil politika ve yönetim tarzlarından çok acı çekiyorlar. Sadece bu da değil, onlar aynı zamanda yalnızca küçük bir azınlığın çıkarlarını geliştiren ve “ABD’nin empoze ettiği politikalara” da katlanmak zorundalar. Düşünün ki Birleşik Devletlerdeki çoğunluğumuz rezil ve kudretli neocon sahtekarlarını, ulusumuzun amaç ve değerlerinin seçilmiş ve kabul edilmiş temsilcileri olarak görmez. Biz Guantanamo ya da Ebu Garip’teki bir avuç kişinin eylemleri çerçevesinde anlaşılmak ya da yargılanmak istemiyoruz. Aynı şey bahsettiğim diğer ulusların yurttaşları için de geçerlidir; Öyleyse onların başındaki çürümüş ve suçlu rejimlerin de, bizim bu halklar hakkındaki algımızın temeli olmaması gerekir.
Üstelik, hepimizin bildiği üzere, bu türden makalelerde eleştiri konusu olan kesimler, iş medya ve propagandaya geldiğinde düzenbazlığı ustaca bir sanat haline getirmişlerdir. İsrail lobisi arka planında gerçekler olan tüm eleştirileri hemen “anti asmitizm” olarak damgalar. Türk lobisi de bu anlamda her konuda olduğu gibi İsrail’li akıl hocalarını izlemektedir; onlar da bütün görüş ayrılıklarını ve eleştirileri Türkiye düşmanlığı veya Kürt ve Ermeni propagandası olarak etiketlemeye hazırdır; ve Suudi lobisi de “islam düşmanı propaganda” diye tepinip bağırmaktadır. Ben “politik olarak doğru” biri olarak bilinmiyorum ve sıklıkla bu konuda eleştiriliyorum. Hemen bunu ve bununla ilişkili olan tüm sorumlulukları Kabul ettiğimi belirtmeliyim. Ben bir diplomat koltuğu aramıyorum, ne de bir ticari kuruluşa, örgüte ya da özel bir ideolojiyi geliştiren bir medya kanalına hizmet etmiyorum. Ben buyum işte, gördüğünü gördüğü gibi söyleyen biri; ne bundan fazla, ne bundan az. Bu yazı dizisinin sonuna gelindiğinde, en azından birçok kişi için, ulusların seçimlerinin çeşitli taraf ve kesimleri kapsadığı açığa çıkacaktır. Dahası, bu yorumların hedefi ve temel amacı, bizim kendi hükümetimizin ta kalbine ve canalıcı noktasına, lobicilere ve MIC’a (Military Industrial Complex = Askeri Endüstriyel Kompleks) yönelecektir.
* * * *
Birçok Amerikalı, ABD’deki Türk ajanlarının etkili propagandası ve düzenbazlık mekanizması ile, Türk kadro ağının lobi gruplarının ve yüksek düzeyden resmi şahsiyetlerin amansız çabaları nedeniyle, Türkiye konusunda; onun terörizm, kara para aklama, silah kaçakçılığı, endüstriyel ve askeri casusluk ve nükleer karaborsadaki konum ve önemi hakkında pek fazla şey bilmiyor. Yine Birleşik Devletlerde çok fazla kimse Türkiye’yi, küresel güvenliği, terörizm ve nükleer yayılma karşıtı mücadeleyi, ya da uyuşturucuyla savaşı tehdit eden uluslar arasında anmaz. Bu yazının amacı için, hiç olmazsa Türkiye’nin onun küresel suç ağları içindeki stratejik yeri, onun yasal görünen cephelerin arka planlarında operasyonlar yapan oluşumları ve çok yönlü ağları ile onun Birleşik Devletlerdeki politik ve askeri mekanizmalarla bağlantıları konusunda, basit de olsa bilgi sahibi kılmaktır.
Birçok Amerikalı için Türkiye Birleşik Devletlerin en yakın müttefiklerinden biridir; NATO’nun en önemli bir üyesidir; AB üyesi olmaya adaydır; ve Ortadoğu’da İsrail’in tek müttefiği ve işbirlikçisidir. Kimileri Türkiye’nin Birleşik Devletlerdeki yüksek değerini, onun Avrupa’yı Asya’ya bağlayan bir köprü olmasına; Doğu ve Güney bölgelerinde İran, Irak ve Suriye ile, Batıda Balkan devletleriyle ve Kuzey ve Kuzeydoğusunda Orta Asya devletleriyle olan sınırdaşlığına bağlamaktadırlar. Yine kimileri de bu ülkeyi ABD’nin askeri teknoloji ve silahlar alanındaki en iyi müşterisi olarak değerlendirmektedir.
İlginçtir ki, Türkiye’yi Birleşik Devletlerin önemli ve stratejik bir müttefiği yapan bu nitelik ve özellikler, aynı zamanda onu, tehlikeli devletlere nükleer teknoloji ve illegal silahlar aktaran küresel suç ağı için; bu suç ağının doğudan, özellikle Afganistan’dan çıkarak Orta Asya ülkeleri üzerinden laboratuvarlarda rafineleştirildiği Türkiye’ye gelen ve oradan da Balkan ülkeleri üzerinden Batı Avrupa ev ADB’ye aktarılan uyuşturucu için; bütün bu yasadışı operasyonların maddi kazançlarını kendi bankaları ve komşusu Kıbrıs’taki bankalar yoluyla aklaması açısındanda son derece kritik ve çekici bir ülke yapmaktadır.
Afyon Tarlalarının Gerçek Efendileri
Terörizm ile organize suçlar arasında çoğunlukla bir bağ olduğu bilinen bir gerçektir. Teröristler kendi faaliyetlerini desteklemek için uyuşturucu trafiğini ve uluslararası suçları değerlendirirler. Kimi zaman, uyuşturucu kaçakçılığıyla uğraşan aynı çeteler, silah kaçakçılığı ve diğer terrorist gruplarla da ilişki içinde olurlar. Taliban’ın uyuşturucu kaçakçılığıyla ilişkisi netleşmiştir. 2001 yılında yayınlanan BM 1333 sayılı Talibana Karşı Yaptıtım Kararı Uzmanlar Komitesi raporunda, “afyon ve eroinin üretim ve ticaretinden oluşturulan fonların Taliban tarafından silah ve diğer savaş araç gereçlerinin satın alınmasında, teröristlerin eğitimlerinin finance edilmesinde ve komşu ve daha uzak ülkelerdeki aşırı uçların operasyonlarının desteklenmesinde kullanıldığı” ifade edilmişti.
Afganistan dünya eroininin hemen hemen yüzde doksanını sağlıyor, ki bu ülkenin temel ihraç maddesidir; ülkenin brüt ulusal üretiminin yüzde ellisine denk gelen bir biçimde, Afgan ekonomisine yılda 3 milyar dolar yasadışı gelir sağlıyor. 2004 yılında, ABD Dışişleri Bakanlığı’na göre, 206.000 hektar ekim yapılmış, (yarım milyon dönüm demektir bu) ve 4000 ton afyon üretilmiştir. “Bu sadece dünyanın en büyük eroin üretisici değil; 206.000 hektar eroin ya da başka bir uyuşturucu ekimi başka herhangi bir ülkede bir yılda asla yapılmamıştır” diyor Afganistan’daki uyuşturucu karşıtı operasyonlarını yöneten Uluslararası Narkotik ve Yasal Yaptırımlar Kurumunun eski sekreter yardımcısı Robert Charles.
Eroin ticareti aynı zamanda El Kaide teröristlerinin de temel gelir kaynağı. Ağustos 2004 tarihli Time Dergisinde çıkan bir makalede El Kaide’nin, Afgan eroinini Ortadoğu, Asya ve Avrupa’daki alıcıları kapı kapı dolaşan bir kaçakçılık ağı kurduğunu ve buna karşılık elde ettiği uyuşturucu parasından da silah ve patlayıcılar satın aldığını yazıyordu. Makalede şöyle deniyordu: “… El Kaide ve onun Taliban müttefikleri giderek artan biçimde afyon satışı sayesinde operasyonlarını finanse ediyor. Afganistan’da uyuşturucu karşıtı mücadele veren resmi yetkililer, El Kaide ve Taliban’ın uyuşturucudan ne kadar palazlandığı konusunda net düşüncelere sahip değiller, ancak muhafazakar tahminler bunun onmilyonlarca dolar olduğunu belirtiyor.” Uyuşturucuyla mücadele eden yetkililer El Kaide’nin aktarım hatlarının kesilmesinin tek yolunun, ona kaynağında saldırmak olduğunu söylüyor: Afyon tarlalarının bizzat kendisini yok etmek. Bu yıl (2006, çn) Afganistan’daki afyon hasadının 3,600 tonu geçmesi bekleniyor – 36 milyar dolar gelir getirecek bir sokak eroinini üretmek için yeterli bir miktardır bu.
Kongrenin önde gelen liderleri, El Kaide’nin her zamankinden daha fazla uyuşturucu ticaretine güvendiğini öğrendiklerinden, öteden beri Afganistan’daki başlıca büyük uyuşturucu kaçakçılarının çökertilmesi için Pentagon’u zorluyor. Bölgeden 2004 yılında dönen Kongre müfettişleri, Suudi Arabistan’dan ve diğer kaynaklardan gelen fonlar kesildiğinden beri, uyuşturucu kaçakçılarının Usame Bin Laden ve diğer teröristlere eroin sağladıklarını tesbit etmişlerdi. Washington Times’ın yazdığına göre "Şimdi El Kaide’nin başat finans kaynağının yasadışı narkotik satışlarından geldiğini biliyoruz” diyordu Dış Operasyonlar için Yurt Rezervleri Alt Komitesi üyesi raportör Kirk-IL. Raportör Kirk, Usame Bin Ladin’in El Kaide terör örgütünün yasadışı eroin ticaretinden yılda 28 milyon dolar kazandığını da ekliyordu.
Terörist finansmanın bu en büyük arterini rapor ederken, ABD’deki egemen medya ve politik mekanizmaların Afganistan’ın afyon tarlalarının bulunduğu arka plana, bu hasatları kontrol eden Afgan savaş lordlarının pek de göze çarpmayan düşük düzeylerine inmeye neden cesaret edemediklerini görünce, insanın kafası karışıyor. Bir düşünün, yaklaşık olarak 40 milyar dolar değerinde müthiş bir üretim değerinden sözediyoruz. Şimdi inanıyor musunuz ki, şalvarlar içinde, uzun kıvırcık sakallar bırakmış ve uzun sopalara dayanarak yürüyen bu ilkel Afgan savaş ağalarının, nakliyat, laboratuvar işlemleri, daha fazla nakliyat, dağıtım ve karmaşık para aklama süreçlerini kendileri yürütüyorlar? Eğer evet diyorsanız, bir kez daha düşünün. Bu mülti milyar dolarlık endüstri yüksek düzeyde donanımlı ilişki ağları ve kişiler gerektirir. Peki öyleyse, Afganistan afyon tarlalarının gerçek sahipleri kimler acaba?
El Kaide ağı için Türkiye bir finansman kaynağı cenneti. Rusların yanısıra Türk ilişki ağları, bu alanlardaki temel aktörler; onlar afyonu Afganistan’dan alırlar, Orta Asya’daki Türki cumhuriyetler üzerinden Türkiye’ye naklederler ve buradaki laboratuvaralarda ham afyon bilinen kullanıma hazır ürünlerine ayrılır; sonra bu ilişki ağı ürünün son halini, Arnavutluk’taki ortakçı ağları üzerinden Batı Avrupa ve Amerikan pazarlarına ulaştırırlar. Bu ilişki ağının Türkiye, Kıbrıs ev Dubai’deki banka düzenlemeleri, sözü edilen süreçlerin para aklama ve devridaimini sağlama işi için kullanılırlar, ve Türkiye ile Orta Asya’daki çeşitli şirketler bu süreci mümkün kılmak ve yasal göstermek üzere kurulmuşlardır. El Kaide ağı aynı zamanda Türkiye’yi, silah ve mühimmat sağlamak ve içlerinde Çeçenistan’ın da olduğu Orta Asya ülkelerine nakletmek için kullanmaktadır.
2. BÖLÜM
1950’lerden beri Türkiye Afganistan-Pakistan-İran altın üçgeninde üretilen eroinin Avrupa ve ABD’ye kanalize edilmesinde anahtar rol oynuyor. Bu operasyonlar MIT askerler tarafından yakından denetlenen mafya grupları tarafından yürütülüyor. 1998’de düzenlenen istatistiklere göre, Türkiye’nin eroin trafiği 1995 yılında 25 milyar dolar ve ve 1996 yılında da 37,5 milyar dolar gelir getirmişti. Bu rakam aşağı yukarı Türkiye’nin gayrı safi milli hasılasının %25’ine denk düşüyor. Bu düzeydeki bir aktarım ancak ve ancak suç örgütlerinin polis ve orduyla yakın işbirliği sonucu gerçekleşebilir. Türk hükümeti, MIT ve Türk ordusu, narkotik faaliyetlerine ve ağlarına sadece izin vermiyor, ama aynı zamanda aktif olarak da katılıyor.
Temmuz 1998’de, Le Monde Diplomatique gazetesi, Istanbul’daki bir basın toplantısında açıklanan patlayıcılar üzerine bir raporda, Türk İstihbarat Teşkilatı MIT’in Türk ulusal polisini “uyuşturucu trafiğine angaje olmak için anti terör faaliyetleri adı altında Almanya, Hollanda, Belçika, Macaristan ve Azerbaycan’a yolculuk yapan bir gruba polis kimlik kartları ve diplomatik pasaport sağlamakla” suçladığını yazmıştı. MIT aynı zamanda polisin koruması altında uyuşturucu trafiğini yürüten bazı kişilerin isim listesini de veriyordu. Türk polisi de buna övgüye değer bir karşılık vererek MIT tarafından görevlendirilen uyuşturucu tacirlerinin bir isim listesini sundu.
Ocak 1997’de British Home Office’in devlet bakanı Tom Sackville, İngiltere’de yakalanan eroinin % 80’inin Türkiye’den geldiğini ve İngiltere hükümetinin, Türk polis teşkilatı, hatta Türk hükümet üyelerinin uyuşturucu trafiğinde yer aldığına ilişkin raporlardan kaygı duyduğunu belirtiyordu.
Uyuşturucu Bağlantıları Dergisinde (Drug Link Magazine) yayınlanan bir yazıda Adrian GattonIn an article published in , Adrian Gatton, şu anda Hollanda’da hapiste olan ünlü Türk eroin babası Hüseyin Baybaşin örneğini veriyordu. Baybaşin “İngiltere’deki Türk konsolosluğu kanalıyla gelen uyuşturucularla çalıştım” diyor ve ekliyordu: “Ben mafya içindeydim, ama ben burdaki faaliyetimi Türkiye yöneticilerinin de içinde yer aldığı aynı türden bir mafya grubu ile birlikte yürütüyordum.” Sözkonusu makale aynı zamanda İngiltere’de Baybaşin’in aşireti için açılan bir göçmen davasına verilen tanık ifadelerini de örnek veriyor ve Hüseyin Baybaşin’in uyuşturucu trafiğinde yer alan Türk siyasetçileri ve resmi görevlileri hakkında bildiklerini müfettişlere vermeyi kabul ettiğini ifade ediyordu. Yazı, eski bir İngiliz istihbarat subayı ve Türk mafyası konusunda uzman Mark Galeotti’nin sözlerini aktarıyordu: “1970’lerden bu yana Türkiye’ye, İngiltere’deki bütün eroinden düşen pay % 75 ile % 90’dı. En önemli uyuşturucu kaçakçıları Türktür veya Türk ilişkileri kullanarak faaliyet gösteren suçlulardır.” 2001 yılında, Manchester’deki İngiltere’nin üst düzey gümrük görevlisi Chris Harrison, suç uzmanı Martin Short’a, gümrüklerin Türk mafya babalarını alamayacağını, çünkü bunların yüksek düzeyde “korunduğunu” bildiriyordu.
1998’de, ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı yüksek düzeyde resmi Uluslararası Narkotik Kontrol Stratejisi Raporu (International Narcotics Control Strategy Report –INCSR-), Avrupa’da yakalanan eroinin % 75’inin ya Türkiye’de üretildiğini ya da Türkiye üzeri geldiğini” ve “Batı Avrupa’ya gitmek üzere bu ülkeden her ay 4 ile 6 ton arasında eroin ulaştığını” ve yine “baz morfinin eroine dönüştürülmesinde kullanılan afyonun saflaştırılması için kurulan birçok laboratuvarın Türk toprağında bulunduğunu” bildiriyordu. Rapor, Özbekistan, Azerbaycan ve Türkmenistan gibi eski Sovyet ülkelerinde gazinolar, inşaat endüstrisi ve turizm kuruluşları aracılığıyla geröekleşen kara para aklama işşinden en çok etkilenen ülkelerden birinin de Türkiye olduğuna vurgu yapıyordu. INCSR’nin 2006 raporu, Türkiye’yi uluslararası uyuşturucu kaçakçılarının en büyük aktarım noktası ve üssü olarak bildiriyor ve bu ülkeyi afyon kaçakçılığı, baz morfin, eroin, diğer katalizör kimyasallar ve uyuşturucular ile bağlantılandırıyordu.
El Kaide ve Taliban’ın temel gelir kaynağının yasadışı uyuşturucu satışı olduğunu biliyoruz. Bütün bu raporlar, gerçekler ve uzman ifadeleri temelinde, Türkiye’nin, Afgan afyon tarlalarından yola çıkan tüm uyuşturucuların aktarımı, saflaştırılması ve dağıtımında, en tepedeki değilse bile, çok büyük bir rol sahibi olduğunu biliyoruz; ve sonuç olarak bu ülke, El Kaide ile en çok ilişkili ülke oluyor. İyi de, bizim can havliyle yaptığımız “terörist propagandayla savaş”ın beşten fazla yılı içinde, Türkiye’yi kasteden ya da onu hedef alan yüzeysel bir açıklama, bir yaptırım ya da bir tehdit duyduk mu?
Hepimiz başkanımızın bizim vurma listemize dahil olmak üzere “seçilen” ülkeleri “seçici şeytanlaştırma”ya tabi tuttuğunu biliyoruz. Peki içimizden kaç kişi, terörist örgütleri doğrudan finanse eden ya da destekleyen şu “müttefik ülkelere” verilmek üzere hükümetimizin çıkardığı “serbest dolaşabilirsin kartları”ndan haberimiz var? Gerçekte, bizim hükümetimiz doğru eylemi yapacağına, yani terörizme karşı ne gerekiyorsa onu yapacağına; bu gerçekleri doğrudan bilen “gerçek tellalları”nın (whistleblowers) ağzını kapatmak, kongreden ya da diğer yerlerden gelen araştırma raporlarını sınıflamak, şu “müttefik” ülkelerin terörizmi destek faaliyetlerinin üzerini medya yoluyla örtmek için canını dişine takıyor.
…ve “Dünyanın en Yıkıcı Silahları”,
bizim yerleştirdiğimiz ve haberdar olduğumuz….
2002’deki ulusa sesleniş konuşmasında Başkan Bush, şeytan hükümetlerin elinden almak yoluyla, El Kaide’nin elinden de “dünyanın en yıkıcı silahlarını” alacağını bildiriyordu. Sonradan Pensilvanya’da yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Teröristlerin bu silahları nerden bulduğunu anlamak için sıkı bir araştırma yapmamız gerekti ve bir rejim çıktı karşımıza: Saddam Hüzeyin Diktatörlüğü.” Evet, hiç bir zaman olmayan Irak’ın “dünyanın en yıkıcı silahları”!
İşte size Şubat 2004’te Senato İstihbarat Komitesi önünde, CIA direktörü Peter Gross’un sözü hiç dolandırmadan söyledikleri: “El Kaide ya da diğer grupların kimyasal, biyolojik, radyolojik ya da nükleer silahları kullanmaya çalışması sadece bir zaman meselesidir. Odaklanmamız gereken şey bu.” Ve biz onun bildiğini biliyoruz; uzun süredir biliyor bunu!
2003 Martındaki bir makalesinde Seymour Hersh, eski bir Birleşmiş Milletler silah müfettişi ve şu anda (2006, çn) Georgetown Üniversitesi Yabancılar Okulu’nun en bilinen siması Robert Gallucci’nin sözlerine yer vermişti: “İran, Kuzey Kore ve Libya’nın ellerinde nükleer silah malzemesi olması kötü birşey, daha da kötüsü bu ülkelerin devlet olmayan başka gruplara bunları aktarma olasılığı. En büyük kaygı budur, bütün bu meselede en korkunç olan budur. Terörist grupların nükleer silahları ele geçirmelerini engellemekten daha önemli birşey yoktur.”
Birçok IAEA (Uluslararası Atom Kurumu) gibi örgüt ve diğer kurumların prestijli raporlarının ve Avrupa medyasında yayınlanan birçok haber ve yazının, Türkiye’yi ve Türkiye içinde ve Türkiyeden dışarıya doğru faaliyet gösteren uluslararası ağları açık bir dille küresel nükleer karaborsada ve yasadışı silah satışlarında en temel aktörler olarak faaliyet gösterdiklerini ifade etmelerine rağmen, ABD’deki ilgili ajanslar ve asıl medya tamamen sessiz ve suya sabuna dokunmayan bir konumu sürdürüyor.
Nükleer karaborsayla ilgili faaliyetler, nükleer yedek parçaları pazarlamak açısından ve onun İran, Pakistan vb. Ülkelere teknoloji ve mal aktarmak konusunda bir aktarım noktası olarak sahip olduğu stratejik coğrafyaya bağlıdır. Sadece bu değil, Türkiye’nin statüsü ve ABD ile yakın ilişkisi, ona ABD’den bilgi ve teknoloji elde etme (çalma) fırsatı sunuyor.
Sadece Avrupa ve Asya arasında değil, ama aynı zamanda eski Sovyetler Birliği ile Ortadoğu arasında kavşak olma konumuyla da Türkiye, nükleer malzeme ve yasadışı silah satışları da dahil olmak üzere, yasadışı mal kaçakçılığının iyi bir transit bölgesi haline gelmiştir. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun bir raporuna göre, geçen sekiz yıl içinde (1998-2006, çn) Türkiye içinde en az 104 nükleer kaçakçılık olayı meydana gelmiştir. Örneğin Eylül 1999’da yüzde 4ç6 dereceye kadar zenginleştirilmiş 5 kg Uranyum, Türkiyedeki bir uluslararası kaçakçılık şebekesinden ele geçirilmiştir; şebekenin dördü Türk, biri Azerbaycanlı ve üçü de Kazakistan vatandaşıydı. Rapor bunun gibi yüzden fazla olayı sayıyor, -ve bunlar yalnızca engellenmiş ve rapor edilmiş kaçakçılık olaylarıdır.
Pakistan ve Libya’nın nükleer teknolojileri ele geçirme konusundaki yasadışı faaliyetlerinde Türkiye en büyük rolü oynadı. Temmuz 2004’te, Financial Times için çalışan Stephen Fidler’in rapor ettiğine göre 2003 yılında Dubai’den yola çıkan bir gemide Libya’nın nükleer silah programına dahil edilmek üzere yüklenmiş Türkiye’ye ait sentrifüj motorları ve dönüştürücüleri tesadüfen ele geçirilmiştir. Bu olayda gözaltına alınanlardan biri, “saygın ve başarılı” Türk işadamı Selim Alguadis, Malezya polisi genel müfettişi tarafından, Libya, İran ve Kuzey Kore’ye nükleer teknoloji, dizayn ve ekspertiz sağlayan Pakistan önderlikli bir suç ağının Malezya ayağı olarak takdim edilmiştir. Fidler’in yazdığına göre o, “bu malzemeleri Libya’ya götürüyordu. " Bay Alguadis de birçok kez, nükleer ekspertizleri bu üç ülkeye aktaran Pakistanlı gözden düşmüş bilim adamı A. Q. Khan ile görüştüğünü itiraf etmişti. Birçok ülkedeki şirketleriyle Selim Alguadis, Türkiye’nin başarılı bir işadamı olmayı sürdürmektedir. Gözaltına alınan Alguadis Türk makamlarına teslim edildikten hemen sonra serbest bırakıldı. Onun ortağı ve uluslararası alandaki zenginliğiyle iyi tanınan diğer bir işadamı Güneş Cire de, nükleer teknoloji ve parçaların İran, Pakistan ve Kuzey Kore’ye aktarılmasında yer almıştı. Birçok uluslararası kuruluşun soruşturması altında olmasına rağmen Alguadis ve ortakları Türkiye’de ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlar ve paravan şirketlerinin “yasal uluslararası işletimi” üzerinden yasadışı faaliyetlerini yönetmeyi sürdürüyorlar.
Uluslararası Güvenlik ve Bilim Kurumundan (Institute for Science and International Security –ISIS-) David Albright ve Corey Hinderstein Türkiye’nin nükleer karaborsadaki büyük rolünü tanımlıyorlar. Onların raporlarına göre, Türkiye’deki atölyeler sentrifüj motorları ve motoru yönetmek ve rotorları yüksek hızlara çıkarmakta kullanılan frekans dönüştürücüleri yapmaktadır. Bu atelyeler alt yedek parçaları Avrupa’dan ithal ederek sentrifüj araçlarını Türkiye’de birleştirdiler. Sahte son kullanıcı sertifikalarıyla bu parçalar Türkiye’den Dubai’ye ve oradan da yeniden paketlenerek Libya’ya gönderilmek üzere yola çıkarıldılar.
Türkiye’nin yasadışı silah kaçakçılığı faaliyetleri yalnızca Avrupa ve Ortadoğu ile sınırlı değil; bu faaliyetlerin birçoğu ABD topraklarına kadar uzanıyor. Küresel Güvenlik Analiz Enstitüsü (Institute for the Analysis of Global Security)’nün bir raporuna göre, Nisan 2004’te İtalyan polisi rutin bir gümrük kontrolü sırasında, Taoro limanındaki bir Türk gemisinin güvertesinde New York’a gitmek üzere bekleyen bir konteyner buldu ve birbirini tutmayan çeşitli gümrük açıklamaları peşpeşe geldi. Konteynerde değerleri yedi milyon doları aşan 8000’den fazla AK47 saldırı silahları, 11 makinalı tüfek ve şarjörler bulunuyordu.
Bizim sokak dili konuşan başkanımız “teröristlerin silahları elde edebileceği her yere çok iyi bakmak zorundayız” diye birşeyler kanıtlamaya çalışırken kendini paralıyor; gerçekten de o, bu sözlerine aptalca inanacak insanlar bulmak konusunda başarılı oldu. O, ulusumuzu bir savaşa ve “bu silahlara” sahip olmayan bir ülkenin bataklığına sürerken elinden geleni ardına koymamakta kararlı oldu; ama yine de sadece “bu silahlara” sahip olmakla kalmayarak aynı zamanda onları ne idiğü belirsiz çevrelere dağıtıp satan “sırtımızı dayayabileceğimiz öz müttefiğimize” biraz olsun göz atmayı reddetti ve reddetmeyi sürdürüyor.
* * * *
Türkiye’nin bu olaylardaki rolünün en yüksek düzeylerde raporlar ve kanıtlarla ortaya çıkarılmasına rağmen, gariptir ki bu ülke her yıl Birleşik Devletler’den milyarlarca dolar yardım ve destek almayı sürdürüyor. Pentagon, Dışişleri Bakanlığı ve ABD Kongresi’ne yerleşik üst düzey işbirlikçi ajanlarıyla Türkiye, olası yaptırım ya da anlamlı sınamalardan asla korkmuyor; aynen Suudi Arabistan ve Pakistan gibi. Kriminal türk dolaşım ağı, küresel suç etkinliklerini kendi koruyucusu olan ABD’nin burnunun dibinde sürdürüyor ve ne 11 Eylül’de ABD’nin başına gelen felaket, ne onların bu terörist saldırısıyla doğrudan ya da dolaylı bağlantıları, uyuşturucu, kara para aklama ve yasadışı silah aktarımının karanlık dünyasındaki katılım ve rollerini azaltmıyor.
“Saygın” Türk şirketleri Azerbaycan, Özbekistan ve diğer küçük eski Sovyet ülkelerinde üsler kurup işletiyor. Bu paravan şirketlerin çoğu, inşaat ve turizm oluşumları görünümü altında, ABD Kongresinin kendilerine tahsis ettiği milyonlarca doları özel olarak ABD hükümetinden alarak, bölge boyunca suç ağları oluşturup işletmekte kullanıyor; bu aş içindeki ortakları arasında ise El Kaide, Taliban ve Arnavutluk Mafyası bulunuyor. ABD hükümeti İslami yardım örgütlerini El Kaide teröristlerinin temel finans kaynağı olarak göstermeye çalışırken, While the U.S. government painted Islamic charity organizations as the main financial source for Al Qaeda terrorists, teröristlerin temel finans kaynağını, yani uyuşturucu ve yasadışı silah satışlarının üzerini örtmek için büyük çaba gösteriyor. Neden?
Yıllar ve yıllar boyunca, ABD’nin belli başlı istihbarat ve hukuk servislerinin karşı istihbarat operasyonlarıyla derlediği bilgi ve belgelerin kriminal ve narkotikle ilgilenen kurumlara aktarımı, Uyuşturucuyla Mücadele Ajansı (Drug Enforcement Agency) ve diğer yargılama ve cezai yaptırım gücüne sahip kurumlarla paylaşımı engellendi. Birinci elden bilgilere sahip olanların bu bilgilerini kamuyla paylaşmaları çeşitli susturma talimatlarıyla ve Devlet Sırları Ayrıcalığının isteğiyle engellendi. Neden?
Yoksa bu Türkiye, Orta Asya ülkelerinin neredeyse tümü ve 11 Eylül saldırısından sonra Afganistan gibi birçok müttefiklerin varlığı ve yaşamasının büyük ölçüde şu yasadışı malların ekimi, işlenmesi, nakliyatı ve dağıtımına bağlı olması gerçeğinden mi kaynaklanıyor? Ya da, bizim askeri endüstriyel komplekslerimizin yağı ve ekmeği, ABD silah ve teknolojilerini satın almak gerekli gelirin en büyük kaynağı yasadışı üretim ve yasadışı faaliyetlerden sağlandığı için mi? Yoksa bu, bizim finans kurumlarımızın, lobi firmalarımızın ve belli başlı seçilmiş ve atanmış yetkililerimizin rantçılar olduğunun açığa çıkmasından duyulan korkudan mı kaynaklanıyor?
Kriminal ve karanlık küresel ağlar sözkonusu olduğunda insanların çoğunun kafasında ya içe kapanık ve toplumdan yalıtılmış mafya tipi, ya da sokak düzeyindeki gangster tipi suçlular canlanır. Bu nların tam aksine, Türk kriminal suç ağının tepesi, esas olarak, üst düzeydeki uluslararası işadamları, diplomatlar, politikacılar ve akademisyenlerden oluşuyor. Bunların ABD’deki denkleri ise aynı biçimde saygın ve tanınmış similar; bazıları Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzeyde atanmış bürokratlar; bazıları seçilmiş yetkililer, ve bazıları da ikisinin karışımı olup bugün kendi şirketlerini ve lobi gruplarını kurmuş olanlardan oluşuyor.
Amerikan Türk Konseyi (The American Turkish Council -ATC-)
ABD’deki en güçlü “non-profit” kar gütmeyen ve radar kapsama alanı dışında faaliyetlerini vergiden muaf olarak sürdüren kurumlarından biri, Amerikan Türk Konseyi (ATC). Bu kurumun faaliyetlerini ve aktörlerini tanıyanlar onu “Mini AIPAC” olarak adlandırıyor (American Israel Public Affairs Committee = Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi); bu tanım ona uyuyor. ATK, AIPAC modelini izledi; AIPAC & JINSA kuruluşlarının (JINSA – Jewish Institute for National Security Affairs = Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü) yardımlarını alarak bir üs oluşturdu ve buradan vantuzlarını uzatarak hükümetimizin en üst katlarına kadar uzandı. ATK adı ve yönetmeliği itibarıyle bir dernek olmasına karşın, ABD hükümeti, lobiciler, yabancı ajanlar ve MIC (Amerikan Askeri Endüstriyel Kompleksi) ile birlikte çalışıyor. Araştırmacı gazeteci Jojn Stanton doğru biçimde ATK’yi elit ve içiçe geçmiş, ABD tarihinin en stratejik başlangıç hamlesini yapan Cumhuriyetçiler, Demokratlar ve ağır sıklet şirket görevlileri ve askerlerden oluşmuş olağandışı bir grup olarak tanımlıyor.
ATK yönetiminde, yönetim ve danışmanlar kurulunda, Türk çıkar şahsiyetlerinin yanısıra, Amerikan şahsiyetlerinin başdöndürücü bir topluluğu yer alıyor. ATK’nin liderliğini emekli general Brent Scowcroft yapıyor ve Kurul Başkanı olarak görev yürütüyor; Lockheed Martin’den George Perlman Yürütmeden sorumlu Başkan Vekili olarak hizmet ediyor; diğer kurul üyeleri ise şunlardan oluşuyor: Eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Sandy Berger, Emekli General Elmer Pendleton, Emekli General Joseph Ralston, Emekli Albay Preston Hughes, Northrop Grumman şirketinden Alan Colegrove, Carlyle Group şirketinden Frank Carlucci, Cohen Group şirketinden Christine Vick, eski senatörler Robert Wexler ve Ed Whitfield… Temel olarak birçok resmi kişilik, devlet adamı, Basically many former s; statesmen, ‘üç beş sıradan general” ve temsilciler…
Öte yanda ise üyeler (aidat ödeyen müşteriler) var; bunların listesi de tüm Askeri Endüstriyel Kompleksteki Lockheed Martin, Boeing, Northrop Grumman gibi Kim Kimdir’lerden; ve Washington lobi arenasındaki Kim Kimdir’lerden oluşuyor: The Cohen Group, The Livingston Group, Washington Group International…
Elbette ATK’nin birçok Türk şirketi üyesi de var. Bu şirketlerinin çoğunun Libya, Dubai, Azerbaycan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Türkmenistan’da şubeleri var. Gerçi bunların resmi çalışma listelerinde “inşaat”, “emlak”, “pazarlama” ve “turizm” faaliyetleri geçiyor; ancak bu işletmelerin temel faaliyetlerinin yasadışı silah satışları ile uyuşturucu işleme ve kaçakçılığı ile ilişkili olduğu biliniyor. Bu şirketler kazanılan kara paranın aklanması işinde paravan görevi görüyor. Gariptir ki, Kongrenin onayıyla milyonlarca dolar ABD hükümetinden bu Türk şirketlerine, birçok “ABD Orta Asya Geliştirme Programları” ve “Irak ve Afganistan Yeniden İnşa Programları” adı altında sunuluyor.
Stanton dikkat çekiyor: ‘ATK, Amerikan-Azerbaycan Ticaret Odası’nın (American Azerbaijan Chamber of Commerce -AACC-) yeni bir AVRASYA yaratma projesinde yer alıyor. AACC’nin Danışmanlar Şeref Konseyi’nde nedense General Scowcroft ve aşağıdaki dikkate şayan şahsiyetler yer alıyor: Henry Kissinger ve James Baker, aralarında Dick Cheney ve Richard Armitage’ın olduğu eski Konsey üyeleri, ve dahi AEI’den (American Enterprise Institute for Public Policy = Kamu Politikası için Amerikan Girişim Enstitüsü) medya susturucularına konu olan Richard Perle gibi bir tröst başı ve Kansan senatörü Sam Brownback.’
Askeri Endüstriyel Kompleks (MIC) Faktörü
…
Türkiye ABD’den silah alımları kategorisinde Suudi Arabistan’dan hemen sonra geliyor; 1992 ve 1996 yılları arasında Türkiye, dört yılda bu alanda 7 milyar dolar harcayarak ikinci en büyük silah ithalatçısı oldu. Dünya Siyaset Enstitüsü’nün (World Policy Institute) bir raporu, İsrail ve Mısır’dan sonra Türkiye’nin üçümcü en büyük ABD askeri yardım slıcısı olduğunu bildiriyordu. 1994 ve 2003 yılları arasında, Türkiye ABD’den 6.8 milyar doların üstünde askeri teçhizat ve hizmet alımı gerçekleştirdi.
(Devam edecek…)
Kaynak: Kurdistan Bulteni