0 0
Read Time:68 Minute, 40 Second

6

EYLÜL DİRENİŞİ ZAFERLE TAÇLANIYOR. FAŞİST CUNTA, DİYARBAKIR ZİNDANLARINDA BİR YENİLGİ DAHA TADIYOR!

Eylül direnişi, ölüm orucu, kitlesel fiili direniş, destek açlık grevleri vb. eylemlerle sürdü. 5 Eylül’den sonra ölüm orucuna kitlesel katılımlar oldu. Öyle ki sayı 200’e yaklaştı. Öte yandan esas olarak fiili direniş temel alınırken, bazı koğuşlar destek açlık grevlerine başladılar. Bir avuç itirafçının dışında tüm cezaevi direnişe katılmıştı. Hatta daha önce koğuşlarda ispiyonculuk yapan bazı unsurlar bile hemen araziye uyarak “direnişçi” kesilmişti. Tabii öte yandan da bu ispiyoncular korkuyorlar ve içlerinden kızılan idareye başvuruyordu; fakat yüzüstü bırakıldıklarını anlıyorlardı hemen. Dün uşaklık ettikleri güç bugün onlara tekmeyi vurmuştu, kâğıt mendil gibi buruşturup çöp sepetine atmıştı. Aşağılık ihanetin “itibarı” bu olsa gerek! Bu, yeni bir olgu değil. Tarih boyunca yaşanan ve binlerce kez kanıtlanan bir olgudur. Efendilerin işine yaramadığı noktada uşak veya ihanetçi kaderiyle baş başa bırakılır, bir posa, bir artık gibi ayakaltına atılır. Diyarbakır zindan ispiyoncularının sonu da böyle olmuştu. İçlerinde “akıllı” olanlar hiç zaman yitirmeksizin “direnişçi” kesileceklerdi. Direniş içinde ve sonrasında ispiyonculara (içimizde kalanlar) devrimci şiddet uygulanmadan teşhir ve tecrit edildiler, kendi kendilerini mahkûm etmeleri sağlandı.

Eylül direnişinin başından sonuna kadar inisiyatif elimizdeydi. Düşmanın fazla yapacak bir şeyi yoktu. Ona rağmen birkaç koğuşa baskınlar düzenlemeyi denedi. Hatta bir ikisinde barikatları da aştı. Öyle de olsa, sert bir direnişle karşılaştı. Koğuş baskınları yöntemiyle bir sonuca gidemeyeceklerini anlayınca bu saldırı ve baskın yönteminden vazgeçtiler. Baskın yöntemi yerine, “Direnişten yana mısın değil misin?” biçiminde bir sözlü soruşturmada bulundular. Buna göre de direnenleri kendi ölçüleri temelinde koğuşlara verdiler. Yeniden bir koğuş düzenlenmesinde bulundular. Ölüm orucundakileri 36. koğuşta topladılar. Diğer direnen arkadaşları 35’ten başlamak üzere yeniden düzenlediler. Koğuşların yeniden düzenlenmesi işlemi de genel havayı ve siyasal dengeleri hiç mi hiç etkilemedi.

Direnişin başından sonuna kadar idare ile diyalog kesilmedi. Eylem dilekçelerinde Diyarbakır zindan gerçekliği anlatıldı, talepler tek tek sıralandı, direnişçi kararlılığın altı çizildi. Aynı şeyler sözlü olarak da anlatılıyordu. Ta başından beri sömürgeci yetkililer haklılığımızı, eylemimizin insani boyutunu teslim ediyordu. Muhatabımız olanlar, “Bizde işkenceye karşıyız, söyledikleriniz doğrudur, bu cezaevinde işkence yapıldı, çok kötü biçimde yapıldı, insanlar öldürüldü, sakat bırakıldı. Bütün bunların sorumlusu Esat Oktay Yıldıran’dır. Biz ise yeni geldik. İsteklerinizde haklısınız, insani istekledir” vb. bir savunma yapıyorlardı. Direnişimizin dayatıcı gücü faşist-sömürgecileri böyle günah çıkarmaya yöneltmişti. Haklılığımızı, meşruluğumuzu teslim etmek zorunda kalmışlardı. Kendilerini savunacak konumda değillerdi. Bu gelişmeler, bizim iktidarımız altında değil, faşist-cunta yönetimi altında gerçekleşiyor ve henüz toplumda belli bir kıpırtının işaretleri olmadığı, yaprağın bile kıpırdamadığı bir suskun ortamda ve o bize mezar yapılmak istenen Diyarbakır zindanlarında bunlar meydana geliyor. Eylem, direniş ve mücadelenin gücü, dayatıcılığı konusunda bir fikir verir sanırız. Zafer direnişin ucundadır. Bunu bir yaşam biçimi haline getirmek esastır. Yeter ki kararlı, inançlı ve bilinçli bir kavga verilsin, zafer mümkündür!

İdare ile pazarlık sürüyor olmasına karşın, idare bir anlaşmaya yanaşmıyordu hemen. Oyalama ve alttan alma taktikleri ile zaman kazanmak istiyordu. Böylece içten bir çözülmeyi bekliyordu. İnatçıydı, sinsiydi, oyalayıcıydı ve kalleşti. Düşmanımız buydu ve biz onu çok iyi tanıyorduk. Şu noktayı da vurgulamakta yarar var: Plan dışı ölüm orucuna katılmalar çoktu, sayı 200’ün sınırına dayanmıştı. Bu tür bir katılım doğal olarak bağrında bir dizi zaaf ve eksikliği de barındırır. Birincisi, katılımların bir bölümü ölüm orucu eyleminin anlamını, gereklerini ve istediği fedakârlık ve irade gücünü fazla düşünmeden, hesabını bilinçli bir tarzda yapmadan, daha çok da direnişin coşkunluğuna kapılarak ölüm orucuna katılıyordu. Kimisi olası saldırılar ve işkencelere daha fazla maruz kalmamak için katılıyordu. Kısacası, eylemin bilincinde olarak katılanlar olduğu gibi, değişik düşünce ve hesaplarla katılanlar vardı. Bu olgu eylemin bir zaafıydı. Sayının yüzlerle ifade edilmesi eylemin güçlülüğünü vurguluyordu; ama içinde zaafları olan bir güçlülük, çelişkili bir güçlülük taşımaya başlamıştı. Düşman da bu gerçekliğimizin ayrımındaydı. Pratik gelişmeler, eylemin bu zaaf yanını dışa vuruyordu. Gün geçtikçe ölüm orucunu bırakanların sayısı da artıyordu. Zaaf gerçek haline geliyordu. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, eylemde meydana gelen bu düşmeler, eylemin gücünü, inisiyatifini ve dayatıcılığını fazla etkilemiyordu. Fiili direniş destekli ölüm orucu planlanan ana grubu ile sonradan eklemlenen 2. grupla kararlı bir şekilde sürüyordu. Eylemin bu ana gücünde düşmeler çok az sayıda olabiliyordu ki, bunun da etkisi oldukça sınırlıydı. Düşman bu gerçekliğin de ayrımındaydı. Kitlesel bir başkaldırıda, direnişte kitleyi oluşturan bireylerin tümünde aynı tavrı, pratiği beklemek bir hayalciliktir. Kararlı direnişlerin yanında dökülmeler, düşmeler vb. gelişmeler de olacaktır. Bu, sınıf mücadelesinin mantığıdır. Her birey aynı bilinç, kararlılık ve beklentiyle katılmıyor kavgaya. Düzeyler çok değişik. Toplumsal, kültürel ve siyasal düzey çeşitliliğinin ve farklılığının mücadele pratiğindeki yansımasıdır bu.

Fakat şu noktanın altı çizilmelidir. Ölüm orucu ciddi bir eylemdir. Bu eylemle oynanmaz. Bu eyleme katılmak demek bir cezaevinin kaderi, bir mücadelenin gelişimi konusunda etkileyici söz sahibi olmak anlamına geliyor. O bakımdan büyük bir sorumluluk, fedakârlık ve yüksek bir bilinçle yaklaşmak gerekiyor. Zor bir eylem biçimidir. Bedenin parça parça, hücre hücre ve uzun bir süre içinde ölmesi demektir ölüm orucu. Canın parça parça-milim milim tenden ayrılması büyük acılar ve iç çatışmalar anlamına gelir. Ölümü bu tarzda karşılayış üstün bir irade, sorumluluk ve fedakârlık gerektiriyor. Öyleyse ta işin başında buna karar verilirken kişinin kendisi, kendini iyi hazırlamalı ve donanımını gözden geçirmelidir. Bir kez karar verildikten sonra dönüş olmamalıdır, bu büyük bir sorumsuzluk olur, yanıbaşıında ölüme yatan arkadaşların ölümünde, sakat kalmasında bir ölçüde de olsa pay sahibi olmak anlamına gelir. Çünkü senin eylemi bırakman düşmanı cesaretlendirmiş, eylemin uzamasına etkide bulunmuş ve dolayısıyla ek acılar ve kayıpların oluşmasına yol açılmıştır. Fazla ayrıntıya girmiyoruz. Tekrarlayalım! Ölüm orucuna sorumluluk bilinciyle yaklaşmak, katılımı bu anlayışla gerçekleştirmek ve mantığı gereği sonuna kadar gitmek gerekiyor!

Eylül direnişi sürecinde ölüm orucunda dökülmeler oluyordu. Ancak bunlar etkisizdi. Çünkü dökülenler plan-program dışı katılmışlardı, katılım gerekçeleri çok çeşitliydi. Bağrında zaafları taşıyan bir katılımdı. Öyle de olsa bu bir olumsuzluktu. Fakat esas olarak ölüm orucu sürüyordu, kitlesel bir fiili direnişe dayanıyordu. 5 Eylül başkaldırısı ile eski statü parçalanmış, tasfiye edilmişti, yeni cezaevi yaşam statüsünün de ana çizgileri, çerçevesi ortaya çıkmıştı. Direniş bu düzlemde sürüyordu. Her şeye rağmen idarenin yapacağı fazla bir şey yoktu. Kitlesel başkaldırı ve direnişlerle çizilen çerçeveyi kabul etmekten başka! Zaten direnişin esas amacı da fiili olarak kurulmuş bulunan cezaevi yaşamı statüsünü idareye kabul ettirmek, meşrulaştırmak ve onaylatmaktı. Fiili olarak kurulan yaşam çerçevesi, bizim eylemin hedeflediği yaşam çerçevesiydi.

Ve faşist Türk sömürgeciliği Eylül direnişi karşısında dize geliyor siyasal zaferimizi kabul etmek durumunda kalıyor. “Kitlesel devrim” mantıksal sonucuna ulaşıyor. Devrim bir düzenin-statünün parçalanıp değiştirilmesi olarak tanımlanacaksa, cezaevi koşullarında bir statüyü, teslimiyet statüsünü kırıp parçalayarak, yerine asgari insani ölçüler temelinde bir cezaevi yaşamını kuran Eylül direnişimiz, kendi ölçüleri bağlamında bir devrimdir. 27 Eylül günü var olan bir anlaşmayla ölüm orucu sona erdi, 5 Eylül’de kurulan fiili durum kabul edilerek meşruluk kazandı. KAZANMIŞTIK!

Anlaşma süreci düz bir rota izlemedi: Çetin pazarlıklar, taktik manevralar, dayatmalar, tehditler vb. öğelerle şekillendi. Kuşkusuz üstün yanlarımız olduğu kadar zaaflı yanlarımız da vardı. Her ikisinin de ayrımındaydık. Güçlü bir direniş (ölüm orucu ve kitlesel direniş temelinde) moral üstünlük, inisiyatif vb. öğeler üstün ve güçlü yanlarımızdı. Kitlesel bileşimin niteliği ve düzeyi, vahşet döneminin izleri ve derin etkileri, dayanma gücündeki zaaflar zaaflı yanlarımızdı. Çok uzun süreli bir direnişi, kitlesel boyutlardaki uzun süreli bir direnişi önleyecek/engelleyecek çapta rol oynayabilecek zaaflardı bunlar. O bakımdan anlaşmada veya pazarlığın noktalanması noktasında var olan gücümüzü tüm boyutlarıyla tahlil edip hesaba katmak zorunluluğu vardı. Siyaset bu çözümleme üzerine kurulabilir ve konuşturulabilirdi. Doğru ve usta siyaset bundan başkası değildi. Mevcut koşullar, olası gelişmeler, karşılıklı güç ilişkileri ve dengeleri temelinde yapılan politikayı zorunlu kılardı. Ayakları yere basmayan, salt isteklere dayanan – olgulara değil- bir politika, “sol” bir politikadır ki, zafere değil, yenilgiye götürür. Zafer şansı doğduğu halde, bunu gerçeğe dönüştürmek yerine, gücün ötesinde bir istek uğruna zafer şansını yenilgiye dönüştürmek anlamına gelir. Kısacası, Eylül direnişinde 27 Eylül’de yapılan anlaşma, esas olarak direnişçi gücümüzün doğru bir yansımasıdır, mevcut güç ilişkileri ve dengelerine göre yapılmış bir anlaşmadır. Ve bu SİYASAL BİR ZAFER’dir. Neler kazanıldı?

1- Emir-komuta ilişkisine son verildi. İdare – tutuklu ilişkileri normal bir biçime dönüştürüldü. (Bu madde teslimiyet statüsünün ana halkasıydı. Parçalanmasıyla-yok edilmesiyle asgari insani koşullarda bir cezaevi yaşamı kurulabilirdi.)

2- Her türlü askeri, Kemalist ve ırkçı-şoven eğitime ve bu yönlü uygulamaya son verildi. İstiklal Marşı uygulaması haftada iki kez olmak üzere devam etti. (Bu noktaya biraz ilerde değineceğiz.)

3- Her türlü işkence, baskı ve zulüm aşağılatın uygulama, küfür ve hakarete son verildi.

4- İtirafa ve pişmanlığa zorlama ve bu yönlü dayatmalara son verildi.

5- Savunma hakkı pekiştirildi, bu yöndeki çeşitli engellemeler kaldırıldı.

6- Mahkemeye gidiş-gelişler normal insani ölçülere uygun hale getirildi. (Asgari ölçülere yaklaşan bir tarzda.) Mahkemeye gidiş-gelişlerde konuşma yasağı kaldırıldı. Serbestçe konuşma-davranma hakkı elde edildi. Mahkeme salonlarında normal oturuş disiplini dışında ek bir yaptırım olmayacaktı.

7- Sosyal, kültürel ve doğal haklarımızın karşılanacağı ve bir baskı unsuru olarak kullanılmayacağı sözü verildi. Kantin, gazete, yemek vb. ihtiyaçlar belli bir düzene konuldu. Ancak kitap-dergi sorunu pratikte çözümlenmedi.

8- Ailelerle görüşme süresi artırıldı. Kürtçe konuşma hakkı elde edildi. Avukatlarla daha uzun bir süre içinde ve rahat bir ortamda görüş yapabilme olanağı kazanıldı.

9- Ailelerimiz ve avukatlarımız üzerindeki açık baskılar ve işkencelere son verildi.

10- Havalandırma, banyo, iç ziyaret vb. sorunlar belli bir düzen çerçevesinde çözüm yoluna gidildi. İstenilen düzeyde olmasa da bu konularda atılan adımlar, belli bir aşamayı ifade ediyordu.

11- Hastanedeki baskılara son verildi, hasta arkadaşların muayene, tedavi ve bakımlarının daha iyi ve düzenli yapılması sağlandı.

12- Yakınlarımızın içeriye getirdiği tüm giyecek maddelerinin içeriye alımı serbest bırakıldı.

13- Mektup gönderme ve alımı serbest oldu.

Görüldüğü gibi, Eylül direnişi esas olarak program hedeflerine varmıştır, bu anlamda zafer ipini göğüslemiştir denilebilir. Teslimiyet statüsünün parçalanması, tasfiye edilmesi, cezaevinde insani değerlere ve siyasal kimliğimize uygun bir yaşamın tutturulması çok önemli bir olaydır, cezaevi boyutlarında bir “DEVRİM” anlamına gelir.

Direnişin bu görkemli ve parlak zaferine karşın teslimiyet döneminin bazı kalıntıları, bazı tavizler varlığını korumuştur, sürdürmüştür. Bu da bir olgudur. Ancak hiçbir şekilde Eylül direnişinin görkemliliğini ve parlak zaferini gölgeleyemez, Şu soru ortaya çıkıyor. İstiklal Marşı uygulaması vb. teslimiyet ortamının kalıntılarına, tavizlere neden göz yumuldu ya da bu gibi kalıntılar ve tavizler neden bir bütün olarak tasfiye edilmedi?

Bu kalıntıların ya da tavizlerin kaldırılmayışı keyfilikten, az dirençten veya direnişin sonuna kadar götürülemeyişi vb. nedenler yüzünden olmadı. Bu bir politik güç sorunudur. Savaşan güçler/taraflar arasındaki güç ilişkileri ve dengeleri sorunudur ve o bağlamda yanıtlanabilir. Eğer parçalanan-dağıtılan statüden geriye bazı artıklar, kalıntılar kalmışsa, bu, tarafların somut güç ve güçsüzlük yanlarının çözümlenmesini gerektiriyor. O zaman verilmek zorunda kalınan tavizlerin nedenleri de doğru bir biçimde kavranmış olur. Tabii siyasal anlamı da.

Yukarıda açıkladık. 5 Eylül sabahı tüm kitle – bir avuç itirafçı hainin dışında- direnişe katılmıştı. Moral üstünlük, coşku, heyecan doruktaydı. Deney, tecrübe, direniş ve teslimiyet konusunda belli bir bilinç düzeyi de tutturulmuştu. Ancak bu olumlu öğelerle birlikte zaaflı yanlara da sahipti. Ağır bir yenilgi ve işkence dönemi yaşanmıştı. Bunun fiziki, siyasal, psikolojik tahribatları ağır olmuştu ve bunların etkileri çok canlı bir şekilde sürüyordu. Tüm coşku, heyecan vb. duyguların geçiciliği veya katı gerçeklik karşısındaki dayanma ve yürüyüş durumu belliydi. Bunların toplamı neyi gösteriyor? Kitlenin uzun soluklu, kıyasıya, çok fedakârlık isteyen uzun süreli bir direnişe hazır olmadığını, belli bir soluklanmaya, “mola” dönemine şiddetle ihtiyaç duyduğunu. Yeni bir yenilgi ve teslimiyet daha kötü sonuçlar doğuracaktı.

Evet, ölüm orucu kararlı bir şekilde sürüyordu, fiili kitlesel direniş vardı. Kitlenin katılım düzeyi, dayanıklılık derecesi ve süresi farklılıklar gösterse de, direniş siyasal ve moral açıdan doruk noktasındaydı. Bu noktada zaferi yakalıyoruz, ancak kalıntıların varlığına karşın. Bu tavizler uğruna bir zafer, bir tarihsel fırsat riske edilebilinir mi? Tavizler pahasına da olsa temelde program hedeflerine ulaşılmış; bu, kitle için bir soluklanma, kendi kendine gelme, kendini gözden geçirip güçlenme, yeni kavgalar için güç toplama ve toparlanma, örgütlenme, anlamına geliyor. Böyle bir olanak ve fırsat direnişle yakalanmışken, belli kalıntılar için bu tarihsel fırsat kaçırılır mı? Soruları uzatmak mümkündür, ancak yeterlidir.

Burada, İstiklal Marşı tavizinin veya dünden kalan bu kalıntının varlığını sürdürüyor olması bir zorunluluktan kaynaklanıyor. İnsani ve siyasal kimliğimize uygun bir cezaevi amaç ve gerçekliği için verilen bir tavizdir. Mevcut güç ilişkilerinin bir ürünüdür. Genel çıkarı, genel kazanımları korumak, güvence altına almak için verilen bir taviz. Bu taviz için bir direniş, direniş kazanımları kaldırılıp atılamazdı.

Bununla oynanmazdı. Kitlemizin gücünü, düzeyini, yapısını ve nereye kadar gelebileceğini biliyorduk. Hayalci olamazdık, isteklerimizin tutsağı da. Ayaklarımız toprağa, zemine basmak zorundaydı. Kesin soluklanma ihtiyacı olan bir kitle, bağrında bir dizi olumsuzluğu (bunlar teslimiyet koşullarında gelişmiş ve derinleşmiştir) taşıyan bir yapı, belli tavizler pahasına riske edilemezdi. Kaldı ki, idarenin bir iki koğuşa yaptığı baskınlarda, tüm coşkulu ve heyecanlı oluşuna karşın, önemli oranda dökülmeler oldu. Bu, bir ipucuydu. Kitlesel gücümüzü tanımada bir işaretti. O halde, zaferin tatlı ve kendine getirici şerbetini tattırmak yerine niye yenilginin acı zehrini içirme olasılığına kapıları açabilelim ki?

Her taviz, adından da anlaşılacağı üzere, ideolojik-politik doğrultu ile genel anlamda bir çelişkiyi ifade eder. Ancak genel çıkarı koruma uğruna verilmiş olduğu için doğru bir taktiği de ifade eder. Güç yetmediği, somut güç ilişkileri izin vermediği için taviz verilmiştir. Ve bu, tavizi bir yaşam tarzı haline getirmek, onu benimasmek anlamına gelmez. Zamanı ve zemini belirdiğinde verilen tavizin geri alınması ve bunun için belli bir kavganın verilmesi de bir zorunluluktur. Bu tür devrimci taktiklerin özünde vardır bu. Daha somut ifade ile belli zorunluluklardan dolayı İstiklal Marşı vb. tavizler verilmiştir. Yoksa onu sindirmek, benimasmek anlamında değil. Çabalar, hazırlıklar, güç toparlamalar daha önce verilen bu tavizi, ya da kalıntı olarak kalan bu durumu tasfiye etmek doğrultusunda olur, olmak zorunda

Görüldüğü gibi İstiklal Marşı’nın haftanın iki gününde okunması olayı, zorunluluktan kaynaklanmıştır; gönül rahatlığı ile kabul edilmemiştir. Böyle bir şey düşünülemez zaten. Soluklanma, zaman kazanma ve bütün bunları kısmen yaşanabilir bir ortamda elde etme, işte bu tavizin mantıki-siyasal gerekçeleri bunlardır.

Şu noktayı da vurgulayalım. İstiklal Marşı uygulamasının asmbolik bir değeri vardı. Öyle de olsa, içimize sindiremiyorduk. Bunu da kesin ezmek istiyorduk.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8 9
News Reporter