2
EYLÜL DİRENİŞİNİN ÖRGÜTLENİŞİ
Ana davada savunmalar yazılı olarak yapılmıştı. H.H. Karakuş ve tavrı teşhir edilmişti. Bu dönemdeki mahkeme tavırları, yeniden direnişe çağrı mesajını veriyordu. Bu, gerekli yankıyı bulup direniş eğilimine ivme kazandırıyordu. Dolayısıyla yeniden şiddetle dayatılan itiraf politikası önünde devrimci bir set oluşturuyordu. Bütün bunlar olumlu gelişmelerdi. Ancak tek başına yeterli değildi! Büyük, sarsıcı bir direnişe başlamak, yönelmek gerekliydi.
1983’ün mart başlarında, daha önce 36’ya konulan arkadaşlar (14 Temmuz eylemine katılanlar) 35. koğuşa getirildi. Bu iyi oldu. Direniş-eylem hazırlıkları daha sağlıklı ve hızlı yürütülebilirdi artık. Yukarıda da belirttiğimiz gibi sorun, mevcut statü altında yaşamı sürdürmek mi, yoksa sürdürmemek mi biçiminde bir soru değildi. Bu statü zaten hiç bir zaman benimsenmemiş-sindirilememişti. Her direnişimizin hedefi statüyü parçalamaktı. Ama bu, bir güç sorunuydu. Gelinen noktada, statüyü tümden değiştirme, yerine en asgari insani ve devrimci değerlere ve ölçülere uygun bir yaşam biçimi kurma temel, güncel hedefti. O halde gündemdeki sorun, mevcut statüyü nasıl değiştireceğiz, hangi yöntemlerle, hangi eylem biçimleriyle ve hareket tarzıyla? İşte sorunumuz buydu, tartışacağımız ve somut ayrıntılarını netleştireceğimiz konu buydu. Yoksa tartışmanın ilk noktası, mevcut statü sürsün mü, sürmesin mi sorusu değildi. Böyle bir şey “çıkışı” yanlış noktada yapmak olurdu.
14 Temmuz eylemine katılan arkadaşların 35’c gelmesinden sonra, direniş hazırlıkları yoğunlaştırıldı, çok daha somut biçimler kazandı. Arkadaşların görüşleri alındı, eylem programı ve planı konusunda yoğun tartışmalar başladı. Ortaya çıkan ilk sonuç, direnişin ölüm orucu ile başlatılması biçiminde oldu. Gruplar halinde başlayan ve süren bir ölüm orucu, tüm arkadaşların ortak düşüncelerini yansıtıyordu. Fakat iş bununla bitmiyordu. Eyleme ne zaman, hangi gün başlanacak, ölüm orucuna katılmayan kitlenin direnişe katılım tarzı, eylem boyunca izlenecek hareket tarzı, istemler ve hedefler konusunda esnek ve dayatıcı olacağımız noktalar vb. konular ve ayrıntılar henüz netleşmeyi bekliyordu. Zamanlama olarak önce, ana davanın karara bağlandığı gün olarak ağırlık kazandı. Buna göre duruşmaların bittiği kararın açıklanacağı karar günü eyleme başladığımız açıklanacak ve sloganlar atılarak bu tavır daha anlamlı kılınacaktı. Ancak, bu konuda da tartışmalar sürdü. Bir görüşe göre, karar günü uygun değildi, karardan sonra koğuşlarda ağır ceza alan arkadaşlar da gelecekti. Böylece bileşimimiz ve eylemin başarı ve kitleselleşme şansı daha da artacaktı. Bu arkadaşlar eyleme başlama zamanı olarak karar sonrası bir tarihi öneriyorlardı. Öte yandan eylem planında henüz belirsizlikler vardı, kitlenin direnişe katılım biçimi vb. konularda. Ve bu tartışmalardan sonra eylemi ana dava kararından (24 Mayıs) sonraki bir tarihte başlatma görüşü ağırlık kazandı ve karara dönüştü. Böylece, daha çok kadro belli bir yerde yoğunlaşacaktı (ağır cezalıların bir koğuşta toplanması yönünden), eylem planındaki belirsizlikler netleşecek, belli kaygılar giderilecek ve arkadaşlar ruhsal olarak daha da hazırlıklı duruma geleceklerdi. Bütün bu gerçekler ve etkenler bir arada düşünüldüğünde, eylem zamanlamasının niye ana dava kararından sonraki bir güne bırakıldığı daha iyi anlaşılacaktır. Eyleme ana dava kararından sonra geçecektik. Tartışmalar sürecinde böyle bir karar çıktı.
Ana davanın kararı 24 Mayıs günü okundu. Bütün gruplar (Diyarbakır, Urfa, Siirt-Batman ve Mardin) birlikte götürülmüştük. Duruşma hâkimi kararı yüzümüze okudu. Önceden alınan karar gereği, kararın okunması bittikten sonra ve mahkeme heyeti henüz salonu terk etmeden önce bir arkadaş saptanan sloganları yüksek sesle atacak diğerleri ise bunu iki veya üç kez tekrarlayacaklardı. Her şey planlandığı gibi gelişti. Kararın okunması bittikten hemen sonra bir arkadaş, “Yaşasın PKK!” diye bağırdı. Salondaki tüm tutsaklar hep bir ağızdan yılların kinini, öfkesini ve acısını konuşturarak, “Yaşasın PKK!” sloganı ile salonu inlettiler. Ardından “Yaşasın Bağımsızlık!” ve “Kahrolsun sömürgecilik!” sloganları atıldı. Bu, doğruyu söylemek gerekirse yılların öfke patlamasıydı. Faşist sömürgeci yönetim böyle bir eylemi beklemiyordu anlaşılan. Şoke olmuştu, mahkeme salonu sloganlarımızla inlediği zaman, onlar sus-pus ve şaşkın bir şekilde izlemekle yetindiler. Tepkileri, şaşkınlık ve bir şey yapamama biçiminde somutlandı. PKK savaş tutsakları bir sınavı daha başarıyla geçmişlerdi. Bu alanda bir gelenek geliştirmiş oluyorlardı. Karara karşı yükseltilen sloganlar 14 Temmuz’a eklenen bir halkaydı. Kitledeki direnişçi eğilimin gelişimine bir katkıda bulunacaktı. Eylül direnişinin kitlesel zeminini olgunlaştıracaktı. Yani bu, direnişin bir adım daha geliştirilmesi demekti. Faşist yönetim mahkeme salonunda slogan eylemine kayıtsız kaldı, ancak, zindan koridorlarında bütün hışmıyla saldıracak ve 35’dcki arkadaşlar vahşi bir işkence seansından geçeceklerdi. Fakat önemli olan devrimci bir görevin yerine getirilmesi ve bunun yarattığı gönül ve vicdan rahatlığıydı, sömürgeci vahşetin verdiği acı geçiciydi.
Aynı gün, ağır ceza alanlar (İdam, Müebbet, 24 yıl vb.) ile kendilerince tehlikeli gördükleri arkadaşları 36. koğuşa (yani sağ taraftaki hücrelere) koydular. 80 dolaylarında arkadaş birikti 36’da.
36’da direnişe ilişkin tüm hazırlıklar yeniden ele alınıp gözden geçirildi. Eylem programından, eylem planına kadar, bütün esaslar ve ayrıntılar tartışıldı ve en son şeklini aldı. Eylem programında, dayatıcı olacağımız, yani vazgeçemeyeceğimiz esaslar ile esas istemleri kabulüne karşılık esnek davranacağımız istemler tek tek tartışılarak belirlendi. Eylem biçimleri, ölüm orucu dışında kalan kitlenin fiili direnişe katılım biçimi, direniş boyunca gözetilecek hareket tarzı, idare ile ilişkiler vb. Bütün ayrıntılar büyük bir özen ve dikkatle saptandı.
Çok dikkatli davranmamız gerekiyordu ve yanlış bir şey yapmak istemiyorduk. Cezaevinde yaşayan binlerce tutsağın yaşam ve siyasal geleceği söz konusuydu. En önemlisi teslimiyet ve ihanet biçiminde somutlanan faşist cuntanın, halkımızın ulusal kurtuluş umudunu duvarların berisinde boğma politikasını kesin geriletme-püskürtme sorumluluğumuz vardı. Bu anlamda, sorun partimiz ve halkımız açısından yaşamsal denebilecek kadar önemli bir sorundu. O bakımdan çok dikkatli yaklaşıyorduk ve kesin başarmak, zafer kazanmak amacı ve azmiyle eğiliyorduk soruna. Bir daha alınacak bir yenilginin siyasal intihar olacağını biliyorduk. İhtiyatlıydık, ama bir o kadar da kararlı ve azimliydik. Kazanacağımıza kesin inanıyorduk. Dayanacağımız bir miras, bir geçmiş ve direniş geleneği vardı. Gerekli dersleri bilince çıkarmıştık. Bizim yaptığımız da bu derslerin, bu bilincin ışığında direniş planlamasını ve somut hazırlıklarını yapmaktı.
Sorunu teorik düzeyde çözümlemek, düşünce düzeyinde planlamasını yapmak gerekiyordu. Bu, başarının ön koşuluydu kuşkusuz. Ancak iş bununla bitmiyordu. Aynı zamanda eylem kadrolarını ve kitleyi hazırlamak, görev ve sorumluluklarını kavratmak, direniş psikolojisine sokmak çok önemliydi. Gerek 36 ve gerekse 35’te eylem programı ve planı doğrultusunda, olası gelişmelere karşı takınılacak tavırlar vb. konularda yoğun bir eğitim, hazırlık çalışmaları yapıldı. Bunun için yeterli zamanımız da vardı.
Her şey tamamdı. Geriye zamanlaması kalıyordu direnişin. Zamanlama ve zemin çok önemliydi. O bakımdan bu noktada dikkatli davranmak zorundaydık. Bir kez an ve zemin saplanırken, eylemi en geniş bir şekilde dış kamuoyuna ve cezaevi kitlesine duyurabilme olanağı ve fırsatına sahip olmalıydık. Eğer eylemin başladığını, hedef ve istemlerini cezaevi kitlesine ve dış kamuoyuna duyuramasaydık; bu işi en iyi biçimde başaramasaydık, eylemin başarı şansı gölgelenebilir, belli riskler altına girebilirdi. Yoğun bir iç ve dış tecridi yaşadığımızı bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Eylemimizin, hedef ve istemlerini, mantığını en iyi biçimde cezaevi kitlesine ve dış kamuoyuna duyurma olanağını mahkemelerde elde edebilecektik. Böylece eylemin açıklanması zemini konusu bu anlamda çözümlenmiş oluyordu. Ama bu noktada, hangi mahkemede sorusu yanıt bekliyordu. Ana dava sonuçlanmıştı. 36’da bulunan arkadaşların mahkemeye sık sık ve toplu (büyük gruplar halinde) biçimde çıkma olanağı oldukça azalmıştı. Siverek-Hilvan grubu vardı. Bu ise küçük gruplar halinde çıkabiliyordu. Cezaevine en geniş şekilde duyurma amacımıza pek uygun değildi. Mahkemeye bireysel planda çıkmalar da oluyordu. Ancak bunlar da tatmin edici değildi. Geriye, Suruç grubu kalmıştı. Ancak onun savunma aşamasına daha zaman vardı. (Ağustos’un sonları Eylülün başları.) Bir yanda bir an önce eyleme geçme isteği ile eylemi en geniş bir biçimde duyurma amacı arasındaki çelişki içinde sıkıntılı günler yaşadık. Böyle bir beklenti yıpratıcı oluyor. Ama akıllı ve ihtiyatlılık ağır basıyor her defasında. Bir ara her şeye rağmen Hilvan-Siverek grubunda eylemi açıklama kararı alındı. Bu uygulamaya konulacaktı. Ancak mahkemede, avukatlarında hazır bulunduğu bir sırada görevli arkadaşın söz isteme ısrarlarına karşın, duruşma hâkimi söz hakkı vermeyince eylemin açıklanması da gerçekleştirilmedi. Dolayısıyla eyleme geçme zamanı Suruç grubunun savunmalarına kaldı. Suruç grubu, bu konudaki beklentilerimize cevap verecek durumdaydı.
Sanırız, 24 Mayıs’tan 1 Eylül’e dek geçen 3 aylık sürenin nedenini de böylece açıklamış oluyoruz. Gecikme keyfi bir şey değil, açıkladığımız gerekçelerden dolayı gerçekleşiyor. Belki biraz daha acı çektik, ancak sabrımızın ürünlerini de topladık sonunda!
Anılan bu dönemde, faşist yönetimin üzerimizdeki baskı ve işkenceleri daha da yoğunlaştırdığını vurgulayalım. Bir defasında bir arkadaş hücresinden koridora alınarak dakikalarca işkenceye tabi tutuldu. Sözlü karşı koymalarımıza, müdahalemize karşın işkenceye devam ettiler. Ölümüne dövüyorlardı. Bize gözdağı vermeyi düşünüyorlardı. İşkence öyle pervasızca yapılıyordu ki, sessiz kalmak mümkün değildi. Ve hep bir ağızdan avazımız çıktığı kadar bağırdık, metal tabaklarla kapılar ve demir parmaklıklara vurmaya başladık. Bu tür eylem hemen hemen ilk oluyordu, (Cezaevinin yeni açıldığı ilk dönemdeki hücre camlarının ve lavabolarının kırılması eylemini saymazsak.) büyük bir tepkiydi. İşkence ve vahşete karşı tavrımızı açıkça dile getiriyordu. İdare, bu eylemimizi izlemekle yetindi. 10 dakika kadar süren bağırma ve kapıya vurma eyleminden sonra bizim koğuşla dövme ve işkence uygulamasından vazgeçtiler. En azından koğuşta buna yeltenmediler. Yalnız bir kez daha, bir arama sırasında bir arkadaşı dövmeye yeltendiler, aynı tepkiyle karşılık verdik. Anında vazgeçtiler. Ciddi eylem hazırlıklarımız olduğu için bağırma ve kapı dövme tavrını tırmandırmadık, kısa tuttuk. İdarenin işkenceyi tırmandırması ve dayanılmaz boyutlarda sürdürmesi durumunda, her şeye rağmen, ölüm orucu eylemini öne almak durumunda kalacaktık. Kararımız böyleydi! Toplu bağırma ve kapılara vurma eylemi cezaevi kitlesini olumlu yönde etkiledi, direnişçi eğilimlerini, kendilerine ve direnişe güven duygularını daha da geliştirdi. İdareye de belli mesajlar verdi.
Şu noktayı da belirtelim: 35 ve 36’da somut hazırlıklar yapılırken mahkemeye gidişlerde koğuşlardaki arkadaşlara direnişe hazır olmaları yönünde haberler, mesajlar iletiliyordu. Gelişmeleri izlemeleri, 36’dan işaret beklemeleri sürekli vurgulanıyordu. Yani, koğuşlar kitlesi, Eylül’e gelindiğinde habersiz-bilgisiz değildi. İstenilen düzeyde bir örgütlülük yoktu, ancak belli ölçülerde bir direniş havasına sokulabilmişlerdi. Bu olguyu, 5 Eylülü “kendiliğindencilik” olarak değerlendirenlerin görüşlerinin sakatlığını göstermek için hatırlatıyoruz. Ayrıca Eylüle nasıl geldiğimizi açıklamak için de…