0 0
Read Time:68 Minute, 40 Second

5

EYLÜL DİRENİŞİ BAŞLIYOR

En son, ölüm orucu eyleminin zamanlamasını Suruç grubu mahkemesine denk getirme olarak kararlaştırıldı. PKK/Suruç grubu davası savunma aşamasındaydı. Bu olgu, eylem kararının açıklanması, tüm gerekçelerinin ayrıntılı dile getirilmesi açısından avantajlı bir durumdu.

Ve o tarihsel an geliyor. Eylem kararını açıklamakla görevli arkadaş, ilk birkaç gün, söz hakkı alamadığı (savunmalar iddianamedeki isim sırasına göre alınıyordu) için eylem kararını açıklayamadı. Ve nihayet 1 Eylül 1983 günü, Diyarbakır As. Mahkeme salonu başka bir tarihsel kararın açıklanmasına sahne oluyor. Savunmasını yapmak üzere kürsüye gelen arkadaş, esas savunmasına başlamadan önce 20 arkadaşın adlarını okuyarak, bunların ölüm orucu eylemine başladığını söylüyor ve gerekçelerini ayrıntılarıyla açıklıyor. Yukarıda özetlediğimiz eylem programının özünü, mantığını dile getiriyor. Faşist yönetimin zindan politikasını teşhir ediyor. Mahkeme heyeti, bu tarihsel kararın ve gerekçeleriyle açıklamasını öz itibarıyla tutanaklara geçiriyor. Böylece Eylül 1983 direnişi, ölüm orucu eylemiyle başlıyor…

Duruşmada avukatların varlığı, direniş haberinin duvarların ötesine taşırılması, duyurulması anlamına geliyordu. Tutuklu sayısının kısmen kalabalık oluşu, direnişin hemen hemen her koğuş tarafından duyulması olanağını veriyordu. Zaten istediğimiz de, direnişi en geniş bir çevreye (iç ve dış) duyurabilmekti. Zamanlama ve zemin bu bakımdan önemliydi. Suruç grubu mahkemesi bu amaca uygundu, pratikte gerçekleşen bu oldu.

Yapılan planlamaya göre, mahkemede eylemin başladığına ilişkin açıklama yapıldıktan ve mahkemeciler cezaevine döndükten sonra ilk grup fiili olarak eyleme geçeceklerdi. Böyle olması zorunluydu. Çünkü mahkemede açıklamanın yapılıp yapılmadığı kesin öğrenilmeliydi. Bu konuyla görevli arkadaş söz almayabilirdi. Sıra kendisine gelmeyebilirdi vb. o bakımdan fiili eyleme geçiş, ancak mahkemecilerin cezaevine dönüşünden sonra, mümkün olabilirdi. Yine yapılan planlamaya göre ilk grupta 36’dan 20 ve 35’dcn 15 arkadaş eyleme gireceklerdi. Eylem başladıktan sonra, 2 kişi daha plan dışı eyleme katılmışlardı. Böylece 1 Eylül de başlayan ölüm orucu direnişi 37 kişi ile yola koyuldu.

Bu direniş kararı tarihsel önemdeydi. Çünkü yıllardır dayatılan teslimiyet ve ihanet politikasına karşı tüm tutsakların toplu başkaldırışını ve “kitlesel devrim” ini açacak bir adım niteliğindeydi. Tarihsel önemdeydi çünkü bir halkın varlığına, kurtuluş umutlarına, kurtuluş davasına yönelen 12 Eylül faşizmine karşı geliştirilen kitlesel başkaldırının kendisiydi. Zindan politikalarının püskürtülmesi, zindanların direniş ve devrimci muhalefet odağı durumunu vurgulayacak ve pekiştirecekti. Eylül direnişine atılan ilk adım tarihsel değerdeydi, zindan şehitlerinde en yatkın temsilini bulan tarihsel direnişimizin yeni bir aşamaya sıçraması durumuydu çünkü.

Bu kez, teslimiyet statüsünü, ihanet politikasını devrimci-direnişçi balyozumuz altında kesin ezmek kararındaydık. Artık eskisi gibi yönetemeyeceklerdi. Cezaevi varlığımızı, siyasal kimliğimizi, haklarımızı tanımak, hesaba katmak zorundaydılar. İnsani değerler ve siyasal kimliğimize tıpatıp uygun bir cezaevi yaşamını dayatıyorduk faşist yönetime. Roller yer değiştirmişti, bu kez onlar dayatmamıza boyun eğeceklerdi, buna zorunluydular…

1 Eylülde başlayan ölüm orucu direnişimiz karşısında idarenin ilk tepkisi, şaşkınlık, bocalama ve birazda şoke olma biçiminde somutlandı. Aslında bir direnişin sinyallerini önceden almışlardı. Öyle ki son dönemlerde kartlar açık oynanıyordu. Görüşlerimiz, tavrımız çok açıktı, belli zamanlarda yapılan sohbetlerde bu vurgulanıyordu. Buna karşın, yinede direnişimiz karşısında şaşkındılar… Yaptıkları ilk iş ölüm orucu eylemcilerini 36. koğuşun 1. ve 2. katında toplamak oldu. 35’teki eylemciler 36’ya getirildi. Bu arada koğuşlarda da ölüm orucuna geçen arkadaşlar olmuştu. Onları da 36’ya getirdiler.

Koğuşlardan gelen arkadaşlardan koğuşların durumunu öğreniyoruz, yüksek bir morale sahip olduklarını, direnişin coşkuyla, sevinçle karşılandığını duyuyoruz, biz de mutlu oluyor ve seviniyoruz. Koğuşlarda kitlesel katılımın büyük boyutlarda olacağını bekliyoruz artık. Öyle de olsa ihtiyatı elden bırakmıyoruz. Ölüm orucuna katılanların dışında kalan arkadaşlar, kademeli olarak kuralları reddediyorlar. Emir-komuta, eğitim vb. dayatmalar ilk başta reddedilecekti, başta planlanan bu. Planın uygulanması elbette somut güncel gelişmelere göre belli biçimler alacaktı, bu da kaçınılmazdı. Yani plan donmuş, statik bir kalıp değildi.

Ölüm orucu eylemi, koğuşları hararetli bir tartışma içine soktu. Bu hararetli, canlı, gelecek dolu tartışmalar, başkaldırı, tüm kuralları ve statüyü reddetme, direniş silahına sarılma kararına dönüşüyor. Daha doğru bir ifadeyle koğuşlardaki arkadaşlar, başlayan direnişi, ölüm orucu eylemini sahiplenme, kitleselleştirme ve onunla kucaklaşma kesin kararlılığına ulaşıyorlar. Kimisi zaten ölüm orucuna bizzat katılarak karşılık veriyor, bu eğilim yayılarak gelişiyor. Kısacası, direniş, kısa sürede kitleyi sarıyor, sıkı sıkı kavrıyor.

Ve ölüm orucu eylemiyle başlayan Eylül direnişi 5 Eylülde kitlesel bir başkaldırı, kitlesel bir volkanik patlama boyutuna, düzeyine sıçrıyor. Bu müthiş bir olay. Zindan tarihinde (Diyarbakır) eşine daha önce rastlanmayan bir eylem/hareket. Yıllardır işkence altında çekilen acıların, biriken öfkenin, kabaran öç alma duygularının patlamasıdır, coşmasıdır. Mevcut statüyü yerle bir etmesi, kitlesel boyutları, siyasal kapsam ve anlamı bakımından değerlendirildiğinde kendi düzleminde, kendi çapında bir devrimdir, kitlesel bir devrimdir bu.

5 Eylül sabahı gerçekleşenler kısaca şöyle özetlenebilir. 1 Eylülde başlayan ölüm orucu, koğuşlar kitlesini belli bir tutum alışa, yönelim belirlemeye yönlendirdi, zorladı. Gelinen noktada önlerinde iki seçenek vardı. Biri direnişe katılımı, diğeri kayıtsız kalma, yani teslimiyet statüsü altında “yaşamaya” devam! Teslimiyetin ne anlama geldiği belliydi, yılların pratik deneyimleri bunu fazlasıyla kanıtlamıştı, onursuzluk, aşağılanma, işkence/zulüm ve insani değerlere yabancı bir “yaşam”, yaşam sözcüğünü tırnak içine alıyoruz, çünkü gerçekten insani ölçülerde teslimiyet altında olup-biten sürece yaşam demek mümkün değildir.

Öte yandan tutsaklar kitlesi, direnişin anlamını da yine bizzat pratik deneyimleriyle kavramıştı. Soruna salt siyasal kaygılar açısından değil, insani kaygılar, rahat bir yaşam açısından yaklaşıldığında bile direnişten, direnişe katılmaktan başka bir yol yoktu. O yüzden, ölüm orucu ile önlerine dikilen kurtuluş, insanca bir yaşam fırsatını değerlendirmek zorundaydılar/durumundaydılar. Bu, gayet açık. Dolayısıyla yakalanan fırsatın değerlendirilmesi bilincinin, tutsakları toplu bir başkaldırıya götürmesi anlaşılır bir şeydir. Fitil yakılmıştı, motor ateşlenmişti, lokomotif yola koyulmuştu, o halde bazukanın patlamaması, katarın yürümemesi için fazla bir neden kalmıyordu. Katarı lokomotife bağlayan sayısız bağ vardı. Bu, başta çok organize ve sistematik bir biçimde olmasa da yine böyledir. İlerde bu noktaya yine dönecek ve biraz daha açıklık getirmeye çalışacağız.

5 Eylül sabahı 27. koğuşta bulunan PKK savaş tutsakları, başlayan direnişe etkin bir tarzda katılım sağlamayı kararlaştırıyorlar. Bu kararlarını koğuştaki diğer gruplara da götürüyorlar. Genel olarak diğerleri de bunu uygun bulduklarını belirtiyorlar. Karar, tüm kuralları reddetme, fiili direniş ve bunu slogan ve marşlara kitlesel bir başkaldırı düzeyine sıçratma biçimindedir. Ve böylece ölüm orucuna eklemlenmeyi planlıyorlar. Slogan atmayla, marşlarla, var olan kuralları reddetmeyle yeni bir boyut kazanacak direniş sürecinin gelişimi ve sonucu konusunda fazla ayrıntılı bir planları yok tabii. Tek bir düşünceleri vardır. Direnişe eklemlenmek, direnişe en etkin şekilde katılmak. Gerisini direniş önderliği belirlerdi. Düşünceleri buydu arkadaşların. Direniş önderliğine sonuna kadar güveniyorlardı. Bu, pratikte gelişip-güçlenen bir güvendi. 27. koğuştaki arkadaşlar, koğuş pencerelerine çıkarak gür sesleriyle slogan atmaya başladılar. Devrimci marşlarla bunu pekiştirdiler. İlk atılan sloganlar siyasal nitelikliydi: “Kahrolsun Sömürgecilik”, “Yaşasın Bağımsızlık”! Öte yandan, direnişi vurgulayan sloganlar da atıldı. 27. koğuşta atılan sloganlar anında tüm koğuşları kapsamına aldı, kavradı. Böylece tüm koğuşlar zincirleme sloganlarla görkemli başkaldırıda kucaklaştılar. Artık geri dönüşü olmayan bir adımdı bu. Fiili olarak teslimiyet statüsü parçalanmış ve dağıtılmıştı. Tüm görkemli ligine karşın, bu bir adımdı. Doğru, sağlıklı bir yürütme ve zaferle sonuçlandırmak gerekliydi. Yani daha yapılması gereken çok şey vardı.

Başkaldırının siyasal sloganlarla başlaması ve sürmesi ileri bir aşamayı ifade ettiği gibi, belli yönelimlere de açıktı. O bakımdan direnişin güncel ve somut istem ve hedeflerini yansıtan sloganlar öne çıkarılmalı ve vurgulanmalıdır. Çok kısa sürede bu yapıldı. Direniş önderliği gerekli müdahalesini yaptı. Eylemin programına denk düşen ve onu yansıtan sloganlar atılmaya başlandı. Böylece olası yönelimlere karşı ilk önlem alınmış oldu. Atılan sloganlar şunlardı: “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!”, “Kahrolsun İşkence!”, “Ya İnsanca Yaşam Ya Ölüm!”, “Ölmek Var Dönmek Yok!”, “Yaşasın Direnişimiz!”

Kitlesel başkaldırı salt sloganlardan ibaret değildi. Zengin bir içeriğe ve kapsama sahipti: Tüm cezaevi adeta bir miting alanına dönüşmüştü. Sevinç ve coşku, direnişçi heyecan kabına sığmaz olmuştu. Şiirler, söylevler, selam ve sevgi göndermeler, halay çekmeler, türküler, marşlar… Bir bayram şenliği vardı, Diyarbakır zindanlarında işkenceye uğratılmış, zulme mahkûm edilmiş bu kitle, bu insanlar ayaklanmıştı, ayaklar altına alınan, oynanan onurlarının kavgasına tutuşmuşlardı. Bugün onlarındı kısacası. Teslimiyeti kırmakla-parçalamakla kalmamışlardı; aynı zamanda yeni bir cezaevi yaşamının çizgilerini, iskeletini de kurmuşlardı. İnsanlık onuruna, devrimci kimliğimize uygun bir cezaevi yaşamının iskeletiydi bu.

5 Eylül bir bayram günüydü; korkunun, yılgınlığın, suskunluğun, her türlü kötülüğün yıkıldığı bir gün. İnsani duyguların ayaklandığı, tüm coşkunluğu ile konuştuğu bir gün. Başı önde, suskun, zulüm altında inleyen insanların, “İnsanım, yeter!” çığlığı, öfkesi ve tüm insanlığa mesajıydı bu.

Evet, koğuşlar başkaldırmıştı, tüm kuralları reddetmişti, marşlarla, sloganlarla, türkülerle öfkelerini, özlemlerini konuşturmuştu. Olası saldırıya, bastırma hareketlerine karşı barikatlarını örmüşlerdi, nasıl bir yaşam istediklerini tüm açıklığı ve kesin kararlılığı ile ortaya koyup vurgulamışlardı. Bu durum direnişin doruğudur aynı zamanda. Bu doruğun, bu görkemli direnişin akıllı-doğru bir yönetime, sürekliliğe kavuşturulması ve zafere ulaştırılması gerekiyordu. Kısacası gelinen noktada, devrimci önderliğin müdahalesi ve direnişin tek elden yürütülmesi, merkezileştirilmesi zorunluluğu kendini dayatmıştı. Tersi durumda, merkezileştirilmemiş, güvence altına alınmamış bu isyan hareketinin her türlü provokasyona, bozguncu yönelime açık olacağı ortadaydı. İşi duygularla, coşkuyla, öfkeyle bir yere götürmek mümkündür, ancak sağlıklı bir tarzda zafere götürmek mümkün değildir. Koğuşlardaki direnişi, merkezi önderliğin yönetimi ve denetimi altına almak, olası yönelimlere kapıları kapatmak ve sağlıklı bir kanala, raya oturtmak kaçınılmazdı. Başkaldıran bir kitleyi o haliyle bırakmak olmazdı, tarihsel bir sorumsuzluk olacaktı.

Devrimci bir müdahale zorunluluğu açıkça kendini dayatıyordu. Direnişin merkezileştirilmesi ve belli güvencelere kavuşturulması gerekiyordu. Bu çok açık. Ama bu zor müdahaleyi, zor görevi nasıl, hangi yöntemle başaracaktık? Can alıcı soru buydu. Ve anında yanıt bekliyordu.

Ölüm orucu eylemine karşın idare ile diyalogumuz vardı. Cezaevi sorunları, direniş, ölüm orucu, istek ve beklentilerimiz vb. konularda tartışmalar oluyordu. Bu durum bir fırsat anlamına da geliyordu. Koğuşlardaki direniş doruk noktasındaydı, yapılması gerekenler yapılmıştı; yani sloganlar, marşlar, fiili tavırlar, misyonunu oynamıştı. Bu noktadan sonra aynı tempo ve düzeyde sürdürmenin fazla bir anlamı olmayacaktı. Bir isyan durumunun belli yönelimlere açık olduğu da belliydi. Uzun süre tek elden kontrol edilemeyen bir isyanın sonuç bakımından fazla bir anlamı olmazdı. Bütün bunlar müdahaleye yönelik tavrı koşullandırıyordu. İdareye “koğuşlardaki arkadaşlarımızı ikna edeceğimizi, bu noktadan sonra slogan atmamaları konusunda ikna edebileceğimizi, bunun için bazı arkadaşları koğuşlarda gezdirmelerini” söyledik.

İdare şaşkındı, şoke olmuştu, böyle bir kitlesel tavır beklemiyordu. Ne yapacağını bilemiyordu, kestiremiyordu, kararsızdı. Bu her hallerinden belli oluyordu. Beklenmedik bir olayla yüz yüze idiler. O bakımdan “koğuşları gezme” önerimiz tam anlamıyla oturmuştu yerine. Onlar için de bir çözüm gibi geliyordu. Aramızdaki diyalogun varlığı, saygınlık ve ciddiyetimiz, onları öneriyi kabule götürecekti. O dönemde iç güvenlik amiri olan Yüzbaşı işi kolorduya ilettiklerini ve kısa sürede cevabın gelebileceğini söyledi. Kısa bir süre sonra, kolordu tarafından kabul edilen ve onaylanan önerimiz üzerine dört arkadaş, koğuşları dolaşmaya başladı.

Koğuşlar bir bayram yeri gibiydi. Tüm cezaevi bir miting alanını andırıyordu. Olası saldırılar karşısında barikatlar kurulduğu için koğuşlara hemen girmek pek kolay olmuyordu. Koğuştaki arkadaşlar kapıya dayananların bizim arkadaşlarımız olduğunu anladıktan ve bundan tam emin olduktan sonra barikatları kaldırıyor ve kapıların açılmasına izin veriyorlardı. “Koğuşları ikna etme” konusunda inisiyatif elimizdeydi. İdareden yetkililer ise uzaktan gözlemci konumundaydılar sadece. Girilen her koğuşta direnişin-ölüm orucu eyleminin amacı, programı, hareket tarzı, en ince noktasına kadar anlatılıyor, bundan sonra nasıl hareket edecekleri vurgulanıyor, koğuş direnişleri hemen belli bir örgütlülüğe ulaştırılıyor, slogan atma vb. tavırların oynaması gereken rolü oynadıkları, bu noktadan sonra herhangi bir saldırı ve operasyon girişimi olmadığı sürece slogan atmaya gerek olmadığı, aynı şekilde barikatlara da gerek olmadığı belirtiliyor, fiili direniş temelinde direnişin sonuna kadar sürdürmenin zorunluluğu açıklanıyordu. Birkaç sözcükle özetlediğimiz bu çalışma her koğuşta birkaç saatte oluyordu. Şu nokta koğuştaki arkadaşlarla birlikte idarecilerin yüzüne de vurgulanıyordu: “Eğer herhangi bir saldırı ve operasyon girişimi olursa, barikattan, slogana ve yakmaya-yıkmaya dek uzanan bir karşılık verilecek. Ancak idareden herhangi bir girişim gelmezse, fiili direniş-tarafımızdan belirlenmiş yaşam tarzı çerçevesinde-onun zaferine dek sürdürülecek!”

Koğuş direnişlerinin merkezileştirilmesi, örgütlendirilmesi ve merkezi bir hareket tarzına oturtulması, olası provokasyon girişimlerinin önünün alınması vb. somut başarıların yanı sıra, arkadaşların koğuşları dolaşması, direnişe müthiş bir ivme kazandırdı, moral dopingi yaptı. Gidilen her koğuşta arkadaşlar büyük bir sevinç ve coşkuyla karşılanıyor, özlem giderme gösterileri gerçekleşiyor, direniş andı yenileniyordu. Böylece moral üstünlük doruk noktasına sıçrıyor! Elle tutulur bir somutlukta. Koğuşların gezilmesi olayının ayrıntılarını ve oluşan o havayı tam anlamıyla vermek olanaksız, bunun için usta bir romancı kalemi gereklidir. Olayın duygu, psikolojik-moral boyutlarını ve ayrıntılarını bir yana bırakıp, siyasal anlamını ve önemini, direnişin zaferinde oynadığı rolü biraz daha açmamız gerekiyor.

Dört PKK’linin -bunlardan üçü direniş önderleridir-, koğuştaki arkadaşları “ikna” etmeleri için koğuşları dolaşma olayının siyasal anlamı çok muazzamdır, sıradan bir olay değildir.

Bir: Dört arkadaşın koğuşları dolaşması olayı, faşist cuntanın Diyarbakır zindanlarında siyasal yenilgisini, acizliğini, güçsüzlüğünü açıkça itiraf etmektir. Bu olay devlet olma, TC olma ile açık bir çelişkidir, hem de kendini tek hakim olarak gören 12 Eylül faşizminin yenilgiyi teslim etmesidir. PKK’nin devrimci-direnişçi otoritesinin ve ağırlığının kabul edilmesi ve onun çözümleyici gücüne boyun eğilmesidir. Kısacası, 5 Eylül’de Diyarbakır zindanlarında faşist yönetim açık siyasal yenilgiyi resmen kabul ediyor, PKK önderliğindeki zindan direnişçiliği, zaferi somut olarak yaşıyor.

İki: Direnişçi kitle bu olayda, idarenin şaşkınlığını, yenilgisini, çaresizliğini ve buna karşılık direnişin, devrimci otorite ve eylem gücünün kesin üstünlüğünü ve dayatıcılığını kendi öz pratiği ile tüm somutluğu ile gördü, yaşadı.

Üçüncüsü; bunların bir sonucu olarak ve buna bağlı olarak, moral üstünlük, direnişe inanç ve güven, öz gücün ve direnişçiliğin kudretine güven duyguları gelişti, doruk noktasına çıktı.

Öte yanda, bu siyasal sonuçların yanında, koğuş gezisi sırasında:

– Direniş denetim altına alındı, merkezi bir önderliğe bağlandı, asgari bir örgütlülüğe kavuşturuldu.

– Direnişin politikası, program ve planı, hareket tarzı en ince ayrıntısına kadar anlatılarak kavratıldı, böylece hareket birliği ve bütünlüğü güvence altına alındı.

– Bu somut çalışmaların ve yönlendirmelerin bir sonucu olarak, olası provokasyon çaba ve girişimlerinin önüne set çekildi, gerekli önlemler alınmış olundu.

– Direniş belli bir düzeyde tutularak olası yönelimlerin önü tıkatıldı, olası riskler en aza indirgenerek direnişin sağlıklı bir tarzda yürütülmesi güvence altına alındı…

Aslında faşist cunta 5 Eylül günü Diyarbakır zindanlarında yenilgiyi tatmıştı. Arkadaşları koğuşlara götürüp onların müdahalesini istemekle bu siyasal yenilgiyi açıkça itiraf etmişlerdi. Yani devrimci direnişçi otoriteye boyun eğmişlerdi. Eylem gücümüz karşısında bunu yapmışlardı. Belki de ilk planda olayın siyasal anlamının ayrımında değillerdi; ancak bu “hatalarını” daha sonraki direnişlerde itiraf edeceklerdi. (Ocak direnişinde açıkça söylemişlerdi: “Dergileriniz yazıyor. Faşist cunta yenildi, PKK siyasal zafer kazandı” diye.)

İlk raundu kazanmıştık. Koğuşları gezme, arkadaşları ikna etme önerimiz iyi ve yerinde bir taktikti. Direnişin başarısında büyük önemde bir rol oynamıştı. Salt zindan direnişi açısından değil, aynı zamanda duvarların ötesine taşan bir siyasal anlamı ve önemi vardı.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8 9
News Reporter