Haluk Gerger ile Kürt sorunu, çıkarılmak istenen tezkere, Türkiye’nin Kuzey Irak politikası üzerine Kenan Kırkaya’nın DİHA’ya yaptığı röportaj.
Geçen yıl Meclis’ten geçirilen ve bu yıl süresi dolan tezkere bir kez daha Meclis’e gönderildi. Tezkerenin uzatılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu şiddette ısrar anlamına geliyor. Şiddete ısrar Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrar demektir. En azından son 20 yılın 2. Cumhuriyet tarihinin bize verdiği bütün derslerin inkarı anlamına geliyor. Biliyoruz ki Kürt sorunu gerçekten şiddetle çözülebilecek bir sorun değil.
Aksine şiddet hem çözümsüzlük hem Kürt sorununun derinleşmesi demektir. Bu derinleşme ile birlikte, Türkiye ve Türk insanın bütün sorunlarının altından kalkılmaz duruma gelmesi anlamına geliyor. Bu tespit ve bu tespiti bilimsel olarak kanıtlamak mümkün.
Kürt sorunu konusunda nasıl bir yaklaşım var Türkiye’de?
Türkiye’de esas olarak iki görüş var. Biri ulusalcı yani Genelkurmayın etrafında bir araya gelmiş, Kemalist, sol ulusal, faşist koalisyon güçleri. Bunlar Kürtlerin en doğal en meşru taleplerini bile vatana ihanet, bölücülük vs olarak görüyor ve bunun da şiddetle bastırılmasını ön görüyor. Bunun karşısında bu kadar büyük şiddetin çözümü ağırlaştırdığını, Türkiye’yi zora soktuğunu gören, AB bağlantısının telkinleri ile kimi masum taleplerin kabul edilmesini öngören liberal dediğimiz kesimlerdir. Bu ikinci kesim, kimi, kültürel bireysel hakların kabulü ile şiddet yerine Kürtleri kuşatan, Kürt hareketlerinin felç edilmesi, Kürt yurtseverliğinin baskılanması ve Kürtlerin ayrıştırılmasını öngörüyor. Bu ayrıştırılmada düzen ile işbirliği yapan kesimlerin güçlendirilmesi bunun karşılığında bir takım bireysel hakların kabul edilmesi tasarlanıyor. Kürt sorunu aynı zamanda bu iki görüş arasındaki iktidar mücadelesinin unsuruna da dönüştü zamanla. Bir yandan ulusalcılar, liberalleri ‘Kürt sorununda yetersiz kalmak” ile suçlarken, liberaller, ‘Şiddetle çözülmüyor, ordu bu işi yapamıyor. Bu hareketin ve taleplerin denetim altına alınması için bir parmak bal çalmak lazım” yaklaşımı ile karşı çıkıyorlar.
Bu tanımlamaların odağına hükümet ve Genelkurmayı oturtunuz. Şimdi bu iki kesimin anlaştığı konuşuluyor…
Şimdi hükümet ve Genelkurmayın odak noktasını oluşturduğu gruplar arasında emperyalizmin arabuluculuğu ve biraz da dayatması ile bir uzlaşma ortaya çıkmış durumda. Nedir bu uzlaşma, eğer reform ve şiddet diye bunları ayrıştırırsak bu ikisi bir füzyonun birlikte kullanılmasıdır. Liberalleri ve AKP’yi bir örs gibi düşünün. İşte bununla Kürtlerin kimi taleplerini kabul ederek, uyutmacı, felç edici, bilinci karartıcı ama yumuşak söylemler ile yani şekere zehir bulaştırarak Kürtler’de bir rehavet yaratmak ve o örse uyutmak istiyorlar. Ulusalcıları da çekiç olarak kabul edersek, AKP örsüne yatan Kürtler, ulusalcıların o çekiciyle dövülecek. Yani reform ve şiddeti birlikte kullanılacak. Bir de işin emperyalist boyutu var. Her iki tarafta hem Orgeneral Başbuğ hem de ABD Dışişleri Bakanı Rice, Türk Amerika ilişkilerini ‘mükemmel’ olarak nitelendirdiler. Yani bu da gösteriyor ki, Kürtler örs ve çekiç arasına sıkıştırılırken, bu örs ve çekice güç veren bir de ABD emperyalizmi var. Son zamanlarda diyorlar ki, ‘PKK kırılma noktasında’ bunu sadece askeri olarak söylemiyorlar. Çünkü esasen bunu askeri olarak söyleyecek durumda değiller. Çünkü biliyoruz ki, son kara harekatı, askeri, diplomatik, politik, psikolojik bakımdan Türkiye açısından yenilgi ile sonuçlandı. Ama şimdi ‘PKK kırılma noktasında’ denirken aslında belediyelerden başlanarak, AKP’nin reformcu ve dinci söylemi ile bölgede bir siyasal manevra yeteneği kazanacağı ve bazı mevzileri elle geçireceği varsayımına dayanıyor. Yani Kürtleri biraz reform biraz seçeneksizleştirip bu seçimlerde, AKP’nin bazı mevzileri ele geçirmesini sağlamak, DTP’nin kapatılması, şiddetin vidalarının sıkıştırılması ve bu ortamda, AKP’ye bir alan açmak amaçlanıyor. Askeri olarak şiddet bastırmasına devam edilecek. Öte yandan Kürtlerin açlıkla terbiye edilmesi durumu var. Açlıkla terbiye edeceksin, oylarını elde ederek belediyelerini elinden alacaksın. Bu durum yeni bir egemenlik tesisinin manivelası olarak kullanılmak isteniyor.
Peki bu politikanın Federal Kürdistan Bölgesi boyutu yok mu? Bu politika orası için ne ön görüyor?
Var elbette. Bunun Güney Kürdistan’a, Kerkük’e yönelik tarafları var. Kerkük ya da Güney Kürdistan’a yönelik olarak, demin sözünü ettiğim uzlaşma, ABD’nin kırmızı çizgilerinin kabul edilmesini içeriyordu. Türkiye’nin de kırmızı çizgileri vardı. ‘Kerkük Güney yönetimine verilemez. Kuzey Irak’ta Kürt oluşumu olmaz’ diye. Bunun için ‘savaşırız, gireriz, vururuz, kırarız’ deniliyordu. Ama bilinen bir gerçek var ki, ABD’nin izni olmadan bu mümkün değil. Irak’taki dengeler nedeniyle ABD Kürtlere muhtaçtı, böyle bir izni verebilecek konumda değildi. Söz konusu uzlaşmanın sonucu, Türkiye kendi kırmızı çizgilerinden geri çekilerek ve ABD’nin ‘Güney Kürdistan’a kalıcı hareket yapamazsın, kara harekatını kalıcı bir işgale dönüştüremezsin’ tarzındaki kırmızı çizgilerini kabul etmiş oldu. Ama burada Türkiye bakımından kerhen bir geri çekilme söz konusuydu. Yani Türkiye’nin Güney Kürdistan’a ve Kerkük’e yönelik tutumunda ve niyetinde bir değişiklik yok. Sonuçta, tezkerenin yeniden çıkarılması ve kara harekâtı Türkiye’nin Kerkük konusunda Irak ve Kürtler üzerinde bir başka baskıyı canlı tutmanın aracıdır. Uluslar arası konjonktür müsait olursa, Gürcistan ve İran meselelerinde Türkiye ABD’ye tetikçilik yapma, militarist destekler sunma karşılığında eğer ondan ödün koparma imkanı bulursa bunu Güney Kürdistan ve Kerkük üzerinden elde etmesini planlıyor. Böyle olursa, Güney Kürdistan’da tampon bölge oluşturma, bir işgal sahası açma gibi konuların bir aracı olarak ortaya çıkar. Ama adil bir çözüm için Türkiye’nin Kerkük’ten elini çekmesi gerekiyor. Kerkük’ün Kürdistan’ın Kürt halkının bir parçası olduğunu kabul etmesi gerekiyor. Kürtler ve diğer halkaların birlikte barış içinde Kerkük’te yaşamaları için Türkiye’nin Kerkük’ten elini çekmesidir. İkinci olarak Kerkük’te tarihsel olarak Kürt aidiyetinin kabul edilmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu tezkere Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin ortadan kaldırılmadığını devletin gizli belgelerinde korunduğunu gösteriyor.
Türkiye Federal Kürdistan Bölgesi konusunda retçi politikaya tezkere ile birlikte geri mi dönüyor?
Bu politikaya dönmesi güç dengelerine bağlı. Bu güç dengeleri de esas olarak ABD’nin elinde. Türkiye başından beri şunu biliyor. ABD’nin bölgedeki, stratejik hedeflerine ulaşmada temel müttefiki Türkiye’dir. Çünkü bunlar şiddetle yapılan şeylerdir. İşte Türkiye’nin ordusu vardır, silahı vardır. Ancak Türkiye’de eskiye nazaran ABD’ye tetikçilik yapmak noktasında önünde engeller var. Toplumun çok değişik ideolojik kesimlerinden ABD’ye karşı bir muhalefet var. ‘Sizin taleplerinizi yerine getirebilmemiz için Kürtler’den şunu aldık dememiz lazım’ diyorlar. ABD bunu vermiyor değil, veremiyor. PKK konusunda ‘ortak düşman’ diyor. Silah veriyor, istihbarat veriyor, ama Güney Kürdistan’a karşı Irak’ta içinde bulunduğu durum nedeniyle Türkiye’nin istediği ödünleri veremiyor. Türkiye ABD’yi bir seçime zorlama çalışıyor. ABD yapacağı kar zarar hesabında mecbur kalırsa Türkiye’yi seçebilir. O zaman işler değişir. Böylesi bir durum yeniden savaş demektir, işgal demektir, daha büyük katliamların yaşanması demektir. İşgal sorunu ve Kürdistan sorunun tümüyle değişmesi demektir. Kısacası Türkiye bir kez daha Kürtlerin tümden satılmasına oynuyor. Kürtler bir kere daha satılır mı? ABD, İran için Kürtleri kurban verebilecek durumda mıdır? Bilinmez. Ama Türkiye’nin hesabı budur.
AKP’li Kürt milletvekilleri tezkereye onay verdi. Bir daha vermeleri durumunda bölge illerinde AKP’ye nasıl bir tepki gelişir?
AKP’nin stratejisi ve Kürtlere bakışı ortada. Dini kullanarak, AB’yi kullanarak, kimi aldatıcı, reformcu söylemleri kullanarak bir kesim Kürtlerin kafasını çelmiş olabilir. Ama herhalde Kürt halkı bir milli uyanış ve aydınlanma yaşadığı için politik bakımından da gelişkin bir halk haline geldiği için bu göz boyamaya bir daha kanmaz. Bundan sonra AKP’ye verilecek her oyun aslında Kürt halkının bütün kazanımlarının, yani ciğerin kurda teslim edilmesi anlamına geldiğini biliyor. Bu durum şiddeti azaltmaz. Kurt ciğerden doymaz, aksine şiddeti artırır. Şiddetin başarılı olduğu yönünde propaganda yapar. Çözümsüzlük olduğu müddetçe bunun faturasını iki halk birlikte ödüyoruz. En fazla da Kürtler ödüyor. Mevzilerin AKP’ye terk edilmesi Kürtler için büyük kayıp olur. Tezkere ve kara harekâtı ile açığa çıkan AKP’nin bu yüzü görüldüğüne göre Kürtler seçimlerde, kendi çocuklarının kazandırdığı politik mevzilere sahip çıkacaklardır diye düşünüyorum. Tarihsel ve ekonomik nedenlerle onlarca yıldır sürdürülen asimilasyon politikalarının sonucu olarak düzenle bütünleşme ihtiyacını his eden ve menfaat odaklarına yaklaşan kesimler var. Aşiretler, büyük aileler var bunların etkisi altında olanlar var. Bahsettiğim uzlaşmanın sonuçlarından biri de şu; ‘Kürtleri öylesine düzene entegre edelim ki oraya 1950’lerdeki gibi Kürt milletvekilleri, hangi partiden olurlarsa olsunlar bir tür lobi olsunlar parlamentoda, Türk partilerinde görev yapsınlar, resmi ideolojiyi bölgeye taşısınlar’ deniliyor. AKP’nin ana işlevlerinden biri de budur. Belediyeleri ele geçirirlerse tabi büyük bir mevzide kazanmış olurlar ve böylece menfaat odaklarına bu lobiciliğe Türk egemen siyasetinin bir uzantısı olma olanaklarını sunmuş olurlar.
Dolayısıyla bu tezkere görüşülürken kendisine Kürt diyen her milletvekili böylesi bir tarihsel yargı, karar ve vicdanla da karşı karşıyadır. Şiddet yoluyla PKK’yi bitiremezsiniz. Şiddet yoluyla PKK’yi bitirseniz de Kürt sorununu çözemezsiniz. Bu durumda ne olur eğer çözümsüzlükte ve şiddette ısrar edilirse PKK bitmez bittiğini varsaysak Kürt direnişi bitmez. Kürtlerin haklı meşru taleplerindeki ısrarı bitmez. Çözümsüzlük devam ederse karşılıklı kırımdan ve yıkılmaktan başka bir şey olmaz. Kürtler bir biçimde kendisini kurtarabilir. Güney Kürdistan Amerika’ya sığınır bir biçimde bir yol kendisine bulabilir. Ama Türk halkı bakımından yıkım ve kırımdan başka hiçbir sonuç getirmez. Bu şiddette ve çözümsüzlükteki ısrarın Türk halkına anlatılması lazım.
Mevcut siyasal durumdan rahatsızlık duyan, toplumun geleceğinde söz sahibi olmak için demokratik birlik cephesi veya çatı partisi oluşturulmaya çalışılıyor. Siz nasıl buluyorsunuz bu çalışmayı?
Çatı partisi çalışmaları değer verilmesi gereken çabalardır. Bunlar denenmesi gerekiyor ve bunlara iyi niyetle yaklaşmak gerekir. Özellikle Kürtler bakımından ve barışı demokratikleşmeyi isteyen Türkler bakımından da her dala tutunmakta yarar var. Bu yaklaşımlar demokrasi ve barışa hizmet eder. Onunu için ben şahsen çatı partisine değer veriyorum onun başarılı olmasını isterim. Kuşkularım var eleştirilerim var o ayrı mesele. Ama bunlar bu işler denenmesin bu çabalar gösterilmesin anlamına gelmez. Ben mesela bildiri yayınlayıp ‘İşi bu hale sokan Türk ve Kürt milliyetçileridir” diyen aydın ve liberallere doğrusu güvenmiyorum. Çünkü sorunun teşhisinde problem var. Sorunun kaynağı Türk ve Kürt milliyetçiliği değil. İkisini aynı kefeye koyamazsınız. Türk şovenizmiyle Türk militarizmiyle şimdi Kürtlerin yurtseverlik taleplerini aynı milliyetçilik olarak ortaya koyamazsınız. Çatı partisi başarıya ulaşmalı. Ama mutlaka bu iki kesim arasında daha sonra işbirliğinin ittifakların kurulması için de çaba gösterilmeli. Hedef Kürt halkıyla mazlum Türk işçisinin, emekçisinin stratejik ortaklığını yaratmaktır. Mesele bu olduğuna göre bir tespih tanesini bile yerde bırakmamak lazım. Önce liberallerle Kürtler arasında bir çatı partisi olur. Bir devrimci odak, devrimci eksen ortaya çıkarsa ikisi arasında işbirliği olur. Herkes iyi niyetle bu ittifakları aramalı bu ittifakları örmeli. O büyük hedefi de düşünerek halklar arasındaki stratejik ittifakı kurmanın yolları aranmalıdır.
Bölgeyi ilgilendiren bir de Kafkasya durumu var. Oradaki krizi, Türkiye’nin bu konudaki yaklaşımı ve krizin bölgemize olası yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
ABD için Afganistan’da, Irak’ta kendi ülkesinde içine girdiği ekonomik kriz nedeniyle geri çekilme, vazgeçme durumu gelişmiyor. Aksine daha fazla saldırganlaşıyor. Bu aynı zamanda kapitalizmin doğası gereğidir. ABD’nin bu kadar zor durumdayken, Kafkasya’da Gürcistan üzerinden yeni cepheler açmasına şaşıranlar olabilir. Ama bu durum eşyanın doğası gereğidir. Avrupa’dan aldığı stratejik bakışla, ‘Avrasya’yı yöneten Dünya’yı yönetir’ ABD bu işe girişiyor. Ortadoğu Dünya hakimiyeti bakımından ne kadar önemliyse, Kafkaslar’da o kadar önemli. Dünya hakimiyeti konusunda ABD açısından askeri bakımdan kabul edilemez zarar verebilecek tek güç olan Rusya’nın kuşatılmasını gerektirir. Çin, Hindistan, AB, bütün dünya ülkelerini toplamının nükleer denge bakımından ABD’ye kabul edilemez zarar vermeleri mümkün değil. ABD’ye nükleer açıdan kabul edilemez zarar verebilecek tek güç Rusya. O yüzden Rusya’nın kapitalistleşmesine rağmen ABD açısından her zaman Rusya bir stratejik tehdittir. Gürcistan’ın Ukrayna’nın NATO’ya girmesi filanda bununla ilgilidir. Burada yapılan çok tehlikeli. ABD donanmasının, Rus donanmasına karşı at oynattığı ve iki tarafın da en tehlikeli silahları ile karşı karşıya geldiği bir alan haline geliyor. Bu durum bütün Karadeniz ülkeleri için felaket demektir. Burada NATO’nun büyük bir provokasyonu söz konusudur. Türkiye Montrö antlaşmasına sahip çıkarken aslında yasaya karşı hile uygulanıyor. Yarın öbür gün bu üye ülkeler NATO üyesi olunca onlarında limanlarına NATO gemileri konuşlanacak. Bu Karadeniz’in NATO tarafından ya da ABD tarafından işgali demektir. Türkiye bütün bunlara karşı çıkacağına, kaygılanacağına bu durumdan rant sağlamaya çalışıyor. Türkiye soğuk savaş döneminin etkisi olan kumarbaz siyaseti ile hareket ediyor ve krizden bir şeyler elde etmeye çalışıyor. Ama Türkiye unutmamalı ki, eğer Karadeniz yanmaya başlarsa, yangın önce Türkiye’ye sıçrar.
Kaynak: DİHA