II.3-) NEO-LİBERAL “YENİ SOL”
Demokritus’un, “Çoğu insan en çirkin şeyleri yapar, fakat en güzel sözleri söyler,” saptamasıyla betimlenmesi mümkün olan neo-liberal “yeni sol”, Ellen Meiksins’in işaret ettiği üzere, “sınıftan kaçış”ın[33] “demokratçı” versiyonudur…
Bilindiği üzere Berlin Duvarı’nın yıkılması ardından “İdeolojik geri çekilişin politik alandaki yansıması demokrasidir. Sosyalizmden yüz çevirmenin biçimi, tekelci kapitalizm koşullarında demokrasiye sığınmaktır. Demokrasi, devrimcilerin sosyalizmden (günahlarından) yüz çevirip tanrının kutsal kollarına (kapitalizmin kutsal kollarına diye okuyun) sığındıkları kilisedir. Bernstein, ‘demokrasi bir uzlaşmalar yüksekokuludur’ derken ne kadar da haklıymış…”[34]
Yinelemek pahasına bir de Babür Pınar’dan nakledelim: “Uzlaşma bir toplumsal ilişki biçimidir; bir davranış tarzıdır. Uzlaşma kire bulaşmaktır. Ancak, ‘kirlenmek güzeldir’ denilebilen bir toplumda uzlaşma erdem sayılabilir”![35]
Bu saptamalardan hareketle bir projecinin, Bekir Ağırdır’ın dediklerine göz atarsak, şu türden maruzatlarla karşılaşırız: “Bugünün problemlerini yalnızca sınıflararası mücadele düzleminde görmek ve çözmek mümkün görünmemektedir. Sınıf tanımını bile herkesin mutabık olabileceği kavramlarla açıklayabilmek kolay değildir. XXI. yüzyıl problemlerine çözüm arayan çağdaş politikanın yani değişimin enerji kaynağı yenilenebilir, çoğaltılabilir, statik değil dinamik enerji kaynakları olmalıdır. En önemli güç kaynağı demokrasi talepleridir.”[36]
İşte zurnanın “zırt” ettiği yer burasıdır: Yani demokrasi mücadelesini “talepler”e (parçaya) indirgeyen ve sınıf mücadelesi bütünselliğinden (yani iktidar hedefinden) kopartan; (böylelikle de yer yer AKP’ye göz kırpan) iktidarsızlıktır!
Neo-liberal “yeni sol” dedik; onda “gerekçe”/ “tarif” tükenmez…
Alın size bir tanesi! “Klasik sol-sağ ayrımı fikri, en genel anlamda -kapitalizm içi- uzlaşmaz bir ‘sınıf çatışması’na işaret eder. Burada, sistemin iki asli sosyal sınıfından işçileri sol temsil etmekte, işverenleri de sağ temsil etmektedir. Söz konusu çatışmanın, uzlaşmaz değil uzlaşır bir sistem içi çıkar çatışması olduğu, artık iyice anlaşılmıştır.
Günümüzde bu iki sınıf arasında çatışmanın değil, birlikte çalışmanın ve hatta sistemin merkez ülkelerinde borsa üzerinden ortaklığın esas olduğu, gözle görünür bir gerçektir. Sol-sağ ayrımı, sistemin asıl sorunlarını konuşmayan, kapitalizmin adını bile ağzına almayan sığ bir ‘demokrasi’ tartışmasına indirgenmiş bulunuyor”![37]
Ne diyelim? Neresini düzeltelim?
Evet, evet onlara göre, “Yeni sol siyaset (…) ‘çatışmacı’ bir siyaset yerine ‘uzlaşmacı’ bir siyaset gütmelidir… Böyle bir uzlaşma ortamını oluşturmak için ‘daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi’ talebinde bulunmalıdır…”[38]
Dikkat edin, söz konusu olan “istem”dir, “uzlaşma”dır; kesinlikle çatışma değil!
D. L. Raby’nin, “Demokrasinin münhasıran liberalizmle özdeşleştirilmesi, tamamen yeni bir olaydır ya da daha doğrusu, yönetici sınıfın demokrasiyi liberal şekliyle sınırlandırma arzusudur,”[39] uyarısını “es” geçenlere ya da yıllar öncesinde, “Marx’ın sınıf çatışması öğretisi, orta sınıfı ürkütüp gerici durumuna getirerek ve politik kanıların insanlığın genel iyiliği yerine ekonomik önyargılara dayanması gerektiğini öğreterek, Avrupa’nın XIX. yüzyıl açık görüşlülüğünü (liberalizm) öldüren güçlerden birisidir,”[40] diyen Bertrand Russell’ın bile gerisindeki tavır(sızlık)a ne diyelim? Neresini düzeltelim?
Sol, kendisini emek düşmanlığına karşı çatışma alanında inşa eder, bunun dışındaki tüm eksenler -yer yer öne çıksa da- talidir ve bu ana eksene tabidir…
İş bu nedenle, “…‘Sol’, ‘sağ’ın muhayyilesinin alamayacağı ‘özgürlükler’ peşinde koşarsa, zaman içinde yavaş yavaş kaybettiğini geri alabilir. Sağın bünyesinin elvermediği noktalara gidebilir. Dünyada bölüşüm yalnızca ekmeğin bölüşümü değil, özgürlüklerin de bölüşümüdür,”[41] diyen H. Gökhan Özgün’ü yanıtlamadan geçmeyelim: Ezilenler, egemenlerin özgürlüğünü bölüşemezler; olsa olsa kırıntılarla “yetinmek”e mahkûm edilirler…
Özgürlüğün kazanılması başlı başına bir mücadele alanıdır; temel siperleriyse “ekmek kavgası”dır… Ekmeği olmayanın özgürlüğü olmaz; ekmeksiz bir özgürlük “iddiası”ysa boş bir lafazanlıktır!
II.3.1-) AKP’DEN MEDET UMANLAR!
İnkâr ettiklerine bakmayın; neo-liberal “yeni sol”un AKP’den medet umduğu; 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP’ye oyu verdiği, desteklediği bir “sır” değildir. Serdar Turgut’un ifadesiyle, “Birçok sosyalist düşünürün AKP’ye destek verdiği biliniyor. Solcular, uzun yıllardır mücadele verdikleri otoriter yapılara karşı olması, demokratik haklar ve özgürlüklere sahip çıkması nedeniyle AKP’ye asmpati ile bakıyorlar.”[42]
Bu arada; “AKP tipik bir ‘beklentiler koalisyonu’. Dolayısıyla, sosyolojik dokusu ve seçmeninin tercihi itibarıyla bugünün AKP’si ‘kumdan bir kale’ olup, Türk siyasetinde yeni bir ‘demirkırat efsanesi’ olarak uzun süre kalıcı olabilmesi, bizatihi herkesi yakalayıcı niteliği dolayısıyla zor,”[43] diye nitelenen AKP’den “demokrasi” beklemenin; medet ummanın elbette bir faturası var; kaldı ki, “Bugün sadece Türkiye’de değil Avrupa (Birliği) ülkeleri ve Amerika dahil bütün dünyada dinin yükselişine/ yükseltilişine tanık olunmaktadır. Burjuvazinin kapitalizmin ilk/ yükseliş dönemindeki modernizme has pozitivist dünya görüşünün yerini mistisizm, akıl dışılık ve dinsel inanışlara dayalı bir dünya görüşü hâkim kılmaya çalışılıyor. Modernist dönemin aksine çürüme çağı yaşayan küresel kapitalizmin sınıf mücadelesi alanını dinsel, mezhepsel, etnik çatışmalarla daraltma çabasının bir ifadesidir bu…”[44]
Marx’ın, ‘Alman İdeolojisi’ndeki deyişiyle, “Görünüşte bireyler burjuvazinin egemenliği altında daha özgürdürler… gerçekte ise kuşkusuz, daha az özgürdürler, çünkü nesnel bir güce daha fazla bağımlı durumundadırlar” diye nitelenmesi mümkün olan AKP’den medet umanlar, 22 Temmuz 2007’de ona oy verenler bunu unutmamalı.
İyi de, “Türkiye’nin şiddetle ‘sahici, ayaklarını bu topraklara basan bir sol parti’ye ihtiyacı var. Bu sol partinin hiçbir inanç ve kimlikle problemi olmamalı elbette, ama öncelikle de bu ülkenin çoğunluğunun inancı olan Müslümanlık’la barışık olmalı. Esasen bunun için bir engel de yok, yeter ki sol ezberlerini bozsun, tercüme solculuğu bıraksın, Avrupa merkezciliği aşsın. O zaman Müslümanlığın Avrupa Aydınlanması ve solunun savaştığı teokrasi ile fazla ilgisinin olmadığını, onun eşitlik, adalet ve özgürlüğü amaçlayan bir din ve kültür olduğunu görecektir,”[45] diyen Mehmet Bekaroğlu’na ne mi diyecek?
Gayet açık; varolduğu, oluşabildiği kadarıyla ezilenlerin İslâmı ile bir cephede, ezilenlerin tarihsel bloğunda omuz omuza, yan yana olabiliriz; ama bir partide asla…