II.4-) “SOL PARTİ”
ÖDP sonrasında yaşananların ardından, bunları yaşatanlar “Yeni Bir Sol Parti” söylemine sarıldılar…
Bu alanda söylemler, söylenceler kuşkusuz farklı, ama murad bir idi.
Mesela Ahmet İnsel, “22 Temmuz seçimleri, Türkiye solu açısından bir devrin kapandığı, yeni bir devrin başladığı bir dönem olacak. Bu devir değişiminin birkaç alanda birden gerçekleşeceği görülüyor.
Değişimin birinci ve belki en önemli tezahürü, 12 Eylül sonrasında esas olarak sivil toplum girişimleri etrafında ve tek hedefli biçiminde yoğunlaşan genç militan enerjinin, bu seçimlerde, özellikle İstanbul’daki bağımsız sol aday kampanyaları vesilesiyle siyasal alana dönmesidir. Bu enerjinin siyasal alanda kalmasının sağlanması, Türkiye solunun yakın geçmişte yaşadığı marjinalleşmeyi sona erdirebilir.[46]
Özellikle 1970’leri mitleştirerek etraflarında iyi kötü bir kadro oluşturmayı alışkanlık hâline getirenler açısından, yeni dönem artık emekliliklerinin başlangıç tarihi olacak. Böyle bir gelişme, Türkiye’de sol hareketlerin bir nostalji kulübü veya art arda gelen başarısızlıklarda erdem arayan bir keşişhane olmaktan kurtulmaları için elzemdir,”[47] diyor…
Mesela Oral Çalışlar, “Ülkemizin sol hareketi, tarihinin belki de en çaresiz dönemini yaşıyor. Solun yokluğu, Türkiye’de birçok sorunun çözümünü zorlaştırıyor, sağlıksız hâle getiriyor. Bütün bu olumsuz tablo, aynı zamanda arayış ihtiyacını da güçlendiriyor. Solun, muhafazakâr alışkanlıklardan kopması ve dünyanın yeni gerçekleri üzerine yeni siyasetler üretmek gerektiğini düşünenlerin sayısı da artıyor,”[48] diyor…
Mesela Seyfi Öngider, “Solun sosyalist bir anlayışla kitlesel bir sol parti ekseninde yeniden inşası, ‘merkez sol’un inşası kadar umutsuz bir vaka değil.”[49] “22 Temmuz sonrasında, Kürt hareketinden 10 Aralık Hareketi’ne kadar uzanan hayli geniş bir siyasi yelpaze içinde yer alan demokratik, sol ve sosyalist muhalefetin ne yapacağı, birlikte nasıl hareket edeceği ve örgütleneceği sorunu karşımızda duruyor,”[50] diyor…
“Farklı” kalemler, duruşlar, sesler olduğu iddia edilse de; denilenler birbirini bütünlüyor; şöyle ki:
“Türkiye solu açısından bir devrin kapandığı, yeni bir devrin başladığı … yeni dönem artık emekliliklerinin başlangıç tarihi olacak”MIŞ!
“Muhafazakâr alışkanlıklardan kopmak” gerekiyorMUŞ!
“Kürt hareketinden 10 Aralık Hareketi’ne kadar uzanan hayli geniş bir siyasi yelpaze içinde yer alan demokratik, sol ve sosyalist muhalefetin… sosyalist bir anlayışla kitlesel bir sol parti ekseninde yeniden inşası sorunu karşımızda duruyor”MUŞ!
II.5-) BİZİM “O SOL”
Aşağı yukarı yirmi-otuz yıldır parıltılı bir ortaçağda yaşıyoruz. Karanlığın üzerimize kâbus gibi çöktüğü o günlerde, öyle bir ortaçağın içine girmiştik ki, insanların kendilerini büyük bir aldanış içinde bulacakları kesin gibiydi.
Neo-liberal parıltı, janjanlı karanlık, insanlığı büyük rüyalarından, ütopyalarından koparıverdi. Göz göre göre üstümüze çullanan riyakârlık, sahtekârlık, cıvık paranın her şeyi satın alan egemenliği yeryüzünü kapladı.
Peki kurtuluş yok mudur? Elbette vardır!
İnsanlık kendini ortaçağda, sessizliğin, karanlığın, işkencenin, zulmün, hurafenin, engizisyonun, dinsel köktenciliğin, ama aynı zamanda her bakımdan büyük birikimin içinde yeniden, üstelik daha zenginleşerek bulmadı mı? Aydınlık orada mayalanmadı mı? Biz de öyle yapamaz mıyız? Sahtesini değil, karanlığın içindeki gerçek ışığı aramaya, hazineyi topraktan çıkarmaya yoğunlaşamaz mıyız?[51]
Verili durum, geleceğin önünü açıyor; olup-biten bir de böyle yorumlanmalı, görülmelidir!
Böylesi solun, sol gibi olmasını “olmazsa olmaz” kılıyor…
Bizim “o sol”, sokaktadır.
Bizim “o sol”, 6. Filo ve “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” düzenleyerek Kanlı Pazar’da iki işçi dostunu kaybeden geleneğin ve aktivitenin taşıyısıdır.
Bizim “o sol”, gerektiğinde legal, gerektiğinde ise illegal, ama illa ki “gayrınizamî”dir.
Bizim “o sol”, THKO, THKP-C, TİKKO’nun düşlerine sırt çevirmeyendir.
Bizim “o sol”, işkenceden, kovuşturmadan, hapisten, cezaevlerinden, idamdan, katliamdan ve sokaklardaki infazlardan “nasibini” alsa da, hâlâ umutla gülümseyerek; sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayanlarındır…
Bizim “o sol”, yeniden örgütlenme çabasındadır; “tek yol devrim” diye haykırmaktadır.
Bizim “o sol”, amacın oyla değil, öteki silahlarla hasıl olacağı kanaatindedir.
Bizim “o sol”, solcu sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkiden söz eder.
Bizim “o sol”, halkların kendi kaderini tayin hakkında ikircimsiz ve ödünsüzdür.
Bizim “o sol” için “Solu birleştirecek ve onu işlevli kılacak olan artık kendisi değil, geleceğin yeni bir sosyal hareket dalgasıdır,”[52] demekse; ekonomist bir yılgınlığın haksızlığından başka bir şey değildir…
Gelelim Nuray Mert’in, “Türkiye’de sol siyaseti temsil etme iddiasındaki tüm çevrelerin en büyük sorunlarından biri, kararlı bir çizgiyi dahi belirleyememiş olmasıdır,”[53] maruzatına: Mert’in bu eleştirilerinin muhatabı kimdir? Mert “sol”dan ne anlamaktadır?
Bunlar meçhul!
Meçhul ile uğraşmak yerine söyleyelim: Aristoteles’in, “İradene hâkim ol, fakat vicdanına esir ol” sözünü kulağına küpe edinen bizim “o sol” deyince…
Haksızlıklara başkaldırarak, ezilenin, sömürülenin, haksızlığa uğrayanın yanında tavır alır…
Düşüncelerini, duygularını, görüşlerini, analizlerini, kalıplardan, etiketlerden, şablonlardan kurtarıp bağımsız ve özgür düşünmeyi ilke edinir…
Emek eksenli ve özgürlükçüdür…
Enternasyonalisttir…
Halkların kardeşliğinden yanadır; yani bir Türk için ne söz konusuysa bir Ermeni ve Kürt ya da öteki için de onu savunur…
Çifte standartlı değildir…
Militandır…
Düşmana koz, dönekliğe prim vermez.
Catherall’in, “Öğrenmenin üç kaynağı vardır; çok görmek, çok acı çekmek, çok çalışmaktır,” sözünden hareketle kendini yeniden ve durmadan inşa eder.
Dünya perspektifinden bütünsellik içinde bakabilme yetisi; ve bunu herkesin anlayabileceği bir dilde aktarabilme gücü vardır…
Siyaseti toplumsallaştırırken; kişisellik yerine toplumsallığı; duraksama yerine atılganlığı; çekimserlik yerine kararlılığı ikame ederek; mücadelenin, örgütlü özgürlük olduğunu kanıtlar…
“Yeryüzünde boşuna mı bulunduk, onca toprağı boşuna mı çiğnedik?” sorusuna, “Hayır, asla boşuna çiğnenmemiştir,”[54] yanıt veren bizim “o sol”da; Şevket Süreyya Aydemir gibi “Suyu arar”ken yolunu kaybetmişlerin sayısının da bir hayli fazla[55] olduğunu da göz ardı edilmeden devrimci geleneğe sarılmalıyız.
II.6-) “O SOL”, SINIF VE SENDİKA(LAR)
Sınıfa yabancılaşmayan, sınıftan kaçmayan ve sendikaların gerçeğini de “es” geçmeyen bizim “o sol”, Murat Belge’nin, “Ortodoks teorinin anlattığı üstün niteliklere sahip bir ‘proletarya’dan mucizevi başarılar beklemekle bir yere varacağımız yoktur,”[56] diyen liberal savrulmasına aldırmazken;
i-) “Ve ne zaman birtakım insanlar ortak deneylerin sonucu olarak aralarındaki çıkarların özdeşliğini, çıkarları kendilerininkinden başka (ve genellikle karşı) olanlara göre duyumsar ve ifade ederlerse o zaman sınıf oluşur,” diyen E. P. Thompson’un saptamasıyla işçi sınıfının tarihsel rolünü;
ii-) Theodor W. Adorno’nun, “Yaşamın en dolaysız hakikâtini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireysel varoluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleri araştırmak zorundadır,”[57] saptamasıyla da güncel açmazını kavrarlar…
iii-) Belge bilir ama biz Belge’nin “zırvası”na karşı, anımsatarak ilerleyelim: “Proletaryaya yüklenen devrimci misyon, Marksist yaklaşımın olmazsa olmaz bir koşuludur.”[58]
“Marx için proletarya, insanların tek tek yaşadığı çelişkiyi aşacak ortak aklın temsilcisi olabilecek bir sınıf olduğu, başka bir deyişle tekil insanların çıkarları ile onların türsel varlığının ortak çıkarları arasında yüzyıllardır süren çelişkiyi bir devrimle ortadan kaldıracak olan ‘kolektif Prometheus’un ta kendisi olduğu için devrimci bir sınıftır.”[59]
İyi de, örneğin İlker Belek’i, Gramsci’nin “siper savaşları” tanımından, önerisinden hareketle “kısmi kazanımlar için bile neredeyse mecalinin kalmadığı”nı belirtip, işçi sınıfına “güç biriktirmeyi” önerdiği[60] koşullarda işçi sınıfının mevcut hâli nice midir?
Gayet açık: Bir zamanlar, “Grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim,”[61] diyen bir geçmişten bugüne (1971 ve 1980 darbeleri de dahil) sendikalar büyük ölçüde güç kaybettiler. Hele ki 2000’li yıllarda… Üye sayıları yüzde 30 – 40 oranında azaldı. Nedenleri ise ekonomik krizler, ithalat artışı, sanayiye ilişkin yanlış politikalar. Bu kayıp öylesine büyük ki, sendikalar 1963’te Bülent Ecevit’in çalışma bakanlığı döneminde elde ettikleri haklarından bile geri adımlar attılar. İkramiye sayıları azaldı, esnek çalışma ve taşeronlaşma kabul edildi. Bugün birçok işyerinde çalışma saati 12 saat oldu. Sendikalar, toplumsal, siyasal ağırlıklarını yitirdiler.
Türkiye’de 11 milyon 600 bin ücretli var ancak SSK’ya kayıtlı çalışanların sayısı 8 milyona bile ulaşmıyor.
Türkiye işçisi Avrupalıya göre yılda 1152 saat fazla çalışıyor. 3 kişilik iş ise 2 işçiye yaptırılıyor.
Hak-İş’in araştırmasına göre Türkiye’de haftada en fazla 45 saat olarak belirlenen çalışma süresi, bazı sektörlerde 72 saate kadar çıkıyor. AB’de ise bu süre, 48 saati aşamıyor.
Türkiye’de 9 milyon 480 bin kişinin herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı olmadan çalıştığı belirlendi. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre kasım 2007’de istihdamdaki toplam nüfus 20 milyon 867 bin kişi olurken, bunun 9 milyon 480 binini, herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kaydı bulunmayanlar oluşturdu. Ücretli olarak çalışan toplam 10 milyon 989 bin kişiden, yüzde 20.6 oranındaki 2 milyon 268 bininin kayıt dışı çalıştığı belirtildi. Toplam sayıları 1 milyon 468 bin olan yevmiyelilerin ise yüzde 90.6 oranındaki 1 milyon 330 bini kayıt dışı olarak çalışıyor. İşveren olarak faaliyet gösteren 1 milyon 200 bin kişiden yüzde 27.8 oranındaki 334 bini ile kendi hesabına çalışan 4 milyon 488 kişiden de yüzde 65.5 oranındaki 2 milyon 939 bininin de sosyal güvenlik kaydı bulunmuyor.
Türkiye, 1946’dan beri iş kazalarında ölen ve sakat kalan işçilerin kaydını tutuyor. Bugüne kadar ‘iş kazaları’nda ölen işçi sayı 55 bine, sakat kalanların sayısı ise 145 bine ulaştı. 1982-2006 kesitindeki 25 yılda ise 30 bin ölü işçi sığmış. Her yıla 1200 ölü işçi…
Bir şey daha: Türkiye’deki tersanelerde 1985’ten 2007’ye kadar meydana gelen iş kazalarında 80 işçi hayatını kaybetti. Ölen 80 işçiden 50’si ise 2000-2007 kesitinde Tuzla tersanelerinde hayatını kaybeden işçilerdi!
Bu tabloda “Türkiye işçi hareketi bugün çok parçalı ve uyumsuzdur. Bu hareket üç konfederasyon ve 104 sendika tarafından temsil edilmektedir. Kendi içinde gerek sendika gerekse konfederasyon düzeyinde kıyasıya bir iç çekişme yaşamakta ve iktidardaki siyasal güç de bundan yararlanarak kendisi ile uyumlu bir sendikal düzen kurmak istemektedir. Başka bir deyişle işçi hareketi siyasal iktidarı yönlendireceğine, siyasal iktidar işçi hareketini yönlendirme hazırlığı içindedir.”[62]
Ve nihayet “İşçi sınıfının ezici çoğunluğu ilk parti olarak AKP’ye ikinci parti olarak MHP’ye oy veriyor. Bu burjuva partilerinin işçi sınıfı üzerindeki etkisini yıkmak için esas olarak politik bir müdahale gerekiyor.”[63]