III. AYRIM: UNUTULAN SORU(N): DEVRİM NE?
Sınıfa (ve hayata) devrimci politik bir müdahale gereksiniminin giderek büyüdüğü; ayrıca da, hayata geçirilmedikçe de, muhataplarını ezdiği gidişatta; anımsamamız gereken, unuttuğumuz/ unutturulan bir hayatiyet kaynağı olarak: Devrim’dir…
Devrimin güncelliğine inanmayan bir devrimci hareket olamaz; hareketi devrimcileştiren “devrimin güncelliği” fikrine yaslanmış, bunu faaliyetlerinin merkezine koyan devrimci praksistir… (Bu konuda György Lukács’ın uyarıları kulağımıza küpe edilmelidir.[64])
İyi de, bugün devrim ve güncelliği kim için ne ifade ediyor? Sıralayalım…
Oğuzhan Müftüoğlu, “Devrim: Yeniden”! Alaaddin Dinçer, “Devrim: Kurulu düzenin değiştirilmesi”! Süleyman Çelebi, “Devrim: DİSK”! Doğan Tarkan, “Devrim: Bir gün gerçekleştireceğiz”! Ahmet Türk, “Devrim: Bu kelime güzel. Devrim bir yeniliktir. Devrim özgürlüktür. Devrim yeniden doğuştur. Devrim hakların kucaklaştığı ve birlikte mücadeleyi gerçekleştirdiği bir süreçtir”! Ahmet İnsel, “Devrim: Tarihi insanlar yapar inancı”! Kenan Kalyon, “Devrim: Yeni bir içerikle yeniden güncellenecek bir sözcük”! diyorlar…
Bu eylemini yitirmiş söylemlerden hangisi siz kesiyor ki, işçi sınıfını kessin ve hareketlendirsin…
Immanuel Wallerstein’ın ifadesiyle, “Toplumsal hayat her şeyden önce eyleme dayanır. Teoriyi mistizme götüren bütün esrar, insan eyleminin içinde ve bu eylemin anlaşılmasıyla, akla uygun bir çözüme kavuşur”ken;[65] “Her devrim, kendi politikasını, kendi somut durumunun somut tahlilinden üretmiştir. Eklemek gerekir: Kuşkusuz, her deneyim, kimi noktaların evrensel bir geçerliliğe sahip olduğunu yeni baştan kanıtlamıştır…
Günümüzde ‘devrim teorisi’ adına yapılan açılımlar da, selin gitmesi ile geride kalan kuma biçim verme çabalarıdır. Başarılı ya da başarısız, deneyimler olmadan kimse bu kuma istenilen gelişkinlikte biçim veremez.”[66]
Devrimin ve devrimciliğin yeniden güncellenmesi gerekiyor; bu da düzen için liberal demokratlıktan kopmayı ve Ekim Devrimi pratiği üzerine bir kez daha kafa yormayı “olmazsa olmaz” kılıyor…
III.1-) EKİM DEVRİMİ’NİN GÜNCELLİĞİ
Bugünlerde “Jakoben bir darbe” olarak sunulmaya kalkışılan Ekim Devrimi nedir?
Bugün Rusya’da bazılarının “devrim değil, darbe” dediği gelişmeler, yıllar önce kendiliğinden ortaya çıkmadı.
Evet, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Almanya’dan gizli maddi yardım aldıkları ortaya çıkarıldı. Ama bu durum, 1917’yi “Alman senaryosu” olarak nitelendirmeye yetmiyor…
Lenin’in üstün organizatörlük yetenekleri de her şeyi açıklamıyor.
Ekim Devrimi, kim ne derse desin sosyal bir hareketlenmenin sonucu ve ürünü.
Halk kitleleri Çarlık Rusyası’ndan rahatsızdı.
Bu rahatsızlık bir başkaldırı doğurdu.
Bu da kitlesel devrim hareketini ortada çıkardı.
Bu bağlamda “Öncelikle Ekim’in bir darbe değil, kitlesel bir devrim olduğunu teslim etmek gerekir. Bugün, 90 yıl sonra dünyanın her tarafında, insanlığın kurtuluşundan, özgürlükten söz eden insanlar yine Ekim’e dönüyor… Özetle, Ekim Devrimi ardımızda değil, önümüzdedir. Onu pratiğimiz içinde yaşatmalıyız. Buna koşut olarak, şu söylenebilir: Marksistler açısından devrim bir model değildir, her devrim bir deneyimdir. Her devrim kendi modelini yaratır.”[67]
“Ekim Devrimi, ezilenlerin tarihinde somutlaşan bir isyan, değişim ve umut yaratan önemli bir deneyim eşiği anlamını taşır.”[68]
“Curzio Malaparte’nin sözüyle Ekim 1917 şeklen devlet devirme tekniğinin bir ürünü gibi gözüküyordu. Aslında bu, bir devrimdi. Topraklar köylülerin, fabrikalar işçilerin. İlk ayların gerçekleri bunlardı. Sovyet rejimi fabrikalarda işçi denetimini ilan etti ve bunu sağlayan komiteler hemen kendiliğinden öz-yönetime döndüler. Ataerkil evlenmenin kaldırılması; cinsel, ulusal, ırksal ayrımlara son verilmesi; gebeliği önleme ve kürtaj hakkı; halkların kendi kaderini tayin hakkı; inançları gereği askerlik yapmama; sekiz saatlik işgünü; okullara girişin demokratikleştirilmesi; karma eğitime geçilmesi; hapishanelerin ve psikiyatri kurumlarının eğitim açısından öz-yönetimi; yerleşim birimlerine tarımsal çalışmada özgür komünler; okuma yazma öğretimiyle kültür devrimi; tiyatro, şiir, kamunun ayağına getirilen plastik sanatlar, mimaride ilerici hareketler vb.; bütün bunlar çok büyük coşkusu ve ütopyasıyla ve aynı zamanda Rus köylüsünün gerçeklerinden şaşırtıcı biçimde uzak olmasıyla, gerçek bir devrimi gösterirler.”[69]
Tarihçi Eric Hobsbawm, “Devrimler Çağı” olarak nitelediği XX. yüzyıl tarihinin Ekim Devrimi ile onun doğrudan ve dolaylı etkilerinin tarihi olduğunu söyler. Bir tarım ülkesi olan Rusya’da, Gregoryen takvimi 25 Ekim 1917’yi gösterdiğinde dünya tarihi açısından yeni bir dönem başlamıştı.[70]
1917 yılında eski takvimle 25 Ekim, yeni takvimle 7 Kasım’da Kışlık Saray el değiştirirken belki fazla kan dökülmedi (bu yüzden bazıları, Ekim Devrimi’ni “barışçıl devrim” olarak değerlendirir), ama yöntem şiddete dayanıyordu ve ardından kan döküldü.[71]
Bu kaçınılmazdı, çünkü Rusya tarihin tanık olduğu en çaplı iç savaşı yaşadı; bu bağlamda da Ekim Devrimi için şiddet bir “tercih” değil, kaçınılamayan “zaruret”ti…
Ekim bizimdir; onun “bizim” olduğunu unutmadan, onu “kutsallaştırmak”tan da kaçınmak gerek.
Ekim, ezilenler için yol gösteren bir kilometre taşıdır; bizlere neyin ne ve nasıl yapılacağı konusunda engin bir deneyim ve bilgi sunmaktadır.
Tıpkı Rosa Luxemburg’un ifade ettiği gibi, “Lenin, Troçki ve arkadaşları, verdikleri örnekle dünya proletaryasına yolu açan öncüler oldular, hâlâ Hutten gibi bağırabilecek tek kişi onlar: ‘Ben Cesaret Ettim!’
İşte Bolşevikler’in siyasetinde asıl ve kalıcı olan. Bu anlamda, iktidarı ele geçirerek ve sosyalizmin gerçekleştirilmesi pratik sorununu ortaya koyarak yolu uluslararası proletaryaya açmakta…
Rusya’da sorun ancak ortaya konulabilirdi. Sorun Rusya’da çözümlenemez. Bu anlamda, gelecek her yerde ‘Bolşevizm’indir”![72]
Evet, tam da böyle, “Sorun ortaya konulmuştur, Rusya’da çözümlenememiştir ve bu anlamda, gelecek her yerde ‘Bolşevizm’indir”…
Ekim Devrimi açısından mesele bu kadar yalındır; kaldı ki Marx’ın, ‘Alman İdeolojisi’nde de belirttiği gibi, “Devrim kendi şiirini geçmişten hareketle yaratamaz; tersine o, şiirini gelecekten çıkarır ve geçmişe duyulan tüm yanlış inançları silip atar.”
Ekim bizim için bir geçmiş değil, yol açan gelecek ufku olmalıdır; bunun için de Ekim Devrimi statik bir bakış açısıyla değil, tam tersine dinamik bir eleştirellikle ele alınmalıdır…
Bu noktada Wendell Philips’in, “Yenilgi, eğitimden başka bir şey değildir”; Eflatun’un, “Kendi kendine yenmek, zaferlerin en büyüğüdür,” sözleri unutulmadan eklemek gerek: “Sovyet Rusya’nın -iniş ve çıkışlarıyla- XX. yüzyılın tarihinde büyük bir yeri vardır. Çöküşü beklenmiyordu, birden oldu. Yıkılışını, sosyalizme bağlamak inandırıcı olmaz.”[73]
Ekim Devrimi başlangıcı ve yol açtığı sonuçlar ile yerli yerine oturtulmalıdır; ama asla inkârcı bir reddiye ve tövbekârlıkla değil…
Çin Halk Cumhuriyeti’nin liderlerinden Çu En Lay (1898-1976), kendisinden 1789 Fransız Devrimi ile ilgili görüş soranlara “Bu konuda bir yorum yapmak için henüz çok erken” demişti. İnsanlık tarihinin önemli dönemeçlerinden biri olan 1917 Ekim Devrimi için de böyle demek, düşünmek mümkündür…
Ama yine de biraz aceleci davranma riskine girerek birkaç değerlendirmenin altını çizmeye çalışalım.
i-) Necip Fazıl Kısakürek’in bile, “Asrımızın en büyük hareketi”[74] dediği Ekim Devrimi deneyimi şu gerçeği ortaya koymuştur: “Özgürlük olmadan sosyalizm olmaz”![75]
Gerçekten de “Tarih, demokrasi olmadan kapitalizmin kendini yeniden üretebileceğini göstermiştir; ama sosyalizm asla demokrasisiz olmaz”![76]
ii-) Bunu yanında “Sovyet deneyiminin gösterdiği şudur: Yönetim ideolojik ve siyasal anlamda sağlam bir hat tutturduğunda, genel olarak halk politize olmasa, sürece tam katılmasa, kültürel bir dönüşüm geçirmese bile kendisine sağlananlarla (iş, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik) yetiniyor ve rahatsızlık duymuyor.
Buna karşılık ‘balık baştan kokarsa’, ideolojik donanımı ve duyarlılığı çok yetersiz olan ‘halk’ da ne yapacağını bilemiyor; o da savruluyor. Bence Sovyetler’de olan da budur: ‘Balık baştan kokmuştur’…”[77]
Evet, bu iki olumsuzlukla birlikte, tek dünya pazarındaki reel sosyalist sektörel ülkeler geçeğinin dünya devrimine bağlanmak yerine “rekabetçi ve kalkınmacı” bir ekonomizme kurban edilmesi, sosyalist dalganın geri çekilmesini, oto-likidasyonunu devreye sokmuştur.
Ekim’in ardından; Mehmet Yılmazer’in, “Son olaylarla [Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrası kastediliyor-y.n] sosyalizmin ortaçağı kapanıyor, modern çağı açılıyor olmalıdır… Yaşanmış, ölü tarih sosyalizmin çöküşü ile canlandı, yeniden yazılıyor”;[78] ya da Murat Belge’nin, “Dolayısıyla, ‘varolan sosyalizm’ yalanının çökmesi yararlı olmuştur. Bunun sonuçlarını hemen şu anda görmeyebiliriz, ama bir süre sonra bu sonuçlar ortaya çıkmaya başlayacaktır,”[79] saptamaları asılsız aceleciliklerden malûl anlamsız reflekslerdir…
Örneğin bunları diyenlere “canlanma” veya “olumlu sonuçlar” nerede derler!
Kanımızca İlker Aktükün’ün yerli yerinde saptamasıyla, “SSCB’nin yozlaşmasının koşullarının kavranması önemlidir. Geçmiş-şimdi-gelecek üçlemesi içinde, ‘Nereye gidiyoruz?’ sorusunun cevabı, ‘Nerden geldik ve neredeyiz?’ sorularının cevaplarına dolaysız olarak bağlıdır.”[80]
Sovyet deneyi bürokratik deformasyonun kurbanı olmuştur; Ç. Can’ın ifadesiyle, “Reel-sosyalizm bürokratik diktatörlüğe dayanan sosyal devlet kapitalizmiydi”[81] denilebilir mi? Bu fazlasıyla topyekûn bir yargı olmakla birlikte, bürokratik deformasyonun Milovan Djilas’ın “Yeni Sınıf” dediğine[82] benzer olumsuzlukları (ve yıkıcı sonuçları) ortaya çıkardığı bir “sır” değildir…
Bunun böyle olmasında “parti fetişizmi”nin rolü çok büyük olmuştur.
Bu bağlamdadır ki, “Sosyalist hareketin sorunlarının birçoğu geçmişten devralınmadır. Ekim Devrimi’nin ardından yaşanan olumsuz gelişmelerle Leninist parti anlayışı bozuldu ve devrimci esaslardan sapıldı. Leninist öncü örgüt anlayışı ve işçi sınıfına bilincin dışarıdan verileceği görüşü zamanla aşırılığa vardırılmıştır. Kitlelerin ve hatta davanın yerini örgüt almış, manipülasyon yöntemleri öne çıkmıştır. Lenin’in işçi sınıfının hizmetkârı olarak tasarladığı örgüt zamanla işçi sınıfının efendisi olmuş ve kurulmasına önayak olduğu düzeni sonunda çürütmüştür.”[83]
Henri Alleg de buna “Büyük Geri Sıçrama”[84] der.
III.1.1-) LENİN’E ELEŞTİRİ(LER)
“Büyük Geri Sıçrama”da bir “izm” olarak Lenin’in (ya da Bolşevizm’in) “katkısı” nedir ya da var mıdır?
Öncelikle bir “izm” olarak Lenin’in yapıtları hakkında öncelikle ve önemle, Georg Christoph Lichtenberg’in, “Kitap bir aynadır: Yüzüne bir maymun bakarsa, elbette bir havarinin görüntüsünü yansıtmaz.” “Gerçekten de, o kadar çok insan var ki, sırf düşünmeleri gerekmesin diye okurlar”; Mark Twain’in, “Klasik, herkesin okumuş olmak istediği, ama kimsenin okumak istemediği kitaptır”; Woody Allen’in, “Hızlı okuma kursuna gittikten sonra ‘Savaş ve Barış’ı okudum: Olay Rusya’da geçiyor,” sözlerini anımsatalım…
Evet, açık açık söylüyoruz: bir “izm” olarak Lenin’in yapıtları, ona karşı çıkanlar tarafından ne yazıktır ki okunmamıştır bile…
Lenin’i okuyarak karşı çıkanlar ise, Onun dediklerini tarihsel bağlamından (ve somutundan) kopartırlar.
Unutulmasın, Lenin bir eylemciydi. “Lenin örgüt adamıydı; örgüt gerekliliğine Leninizm kadar dikkat ayıran başka bir öğreti yoktur.”[85]
Örneğin Semih Yakın’ın, “Bolşeviklerin yürüdükleri devlet yolu taşlı bir tarla idi. Onlar bu yolda yürümeyeceklerine atılmış olan taşları temizlemeye çalıştılar. Ve şu anlaşıldı ki devrim yolu devletten değil Komün’den geçer,”[86] demesi gibi…
İki küçük anımsatma bile bu “şematik karşı çıkış”ın anlamlı olmadığını ortaya koyar:
Birincisi: “Proletaryanın özyönetim örgütleri olarak konseyler”i[87] 1918 yılında V. İ. Lenin, “Proletarya diktatörlüğünün Rus biçimi”[88] olarak niteliyordu… Yani Lenin’in teorisinde proletarya diktatörlüğü ile sovyetler karşı karşıya konmaz; bu konuda bir düalizm yoktur..
İkinciye gelince, Marx’ın Komünü ile Lenin’in Ekim’i arasındaki süreklilik içindeki kopuş diyalektiğidir. “XIX. yüzyılın Marx modeli ile XX. yüzyılın başındaki Lenin modeli arasında, çoğu kez gözden kaçırılan bir farklılık söz konusudur. 1871 Paris Komünü olgusuna dek, Marx’ta, siyasal ile toplumsal arasındaki eşitsizliği giderecek etken nesnelliktir, nesnel gelişimdir. Lenin’in modelinde ise, aynı boşluğu kapatacak gelişme büyük ölçüde öznelliktir. Bunun, bu temel farkın nedeni de proletaryanın sınıf bilinci ve bilinçlenme süreçlerinin dinamiği konusundaki yaklaşımların farklıdır. Marx’ta, boşluğu kapatan proletaryanın fizik olarak gelişip büyümesi ve aynı doğrultudaki kitlesel bilinçken; Lenin’de aynı boşluk öncü müfrezenin iktidar aygıtına ve proletaryanın öncü kesimlerinin güvenine sahip bir kesim olarak giriştiği etkinlikler aracılığıyla doldurulur.”[89]
Dememiz o ki, “entel-dantel” gevezelik ve maruzatlarla iştigal edenlerin kavraması mümkün olmayan Lenin, “11. Tez”cidir; tarihi yaratanlardandır; sadece yorumlamakla yetinenlerden değil…
Burası çok önemlidir: Politik İslâmcıların bile -saygılı- ciddi ilgisine[90] mazhar olan Lenin; elbette çarpıtılma ve istismara da açıktır! Örneğin “Bir yeni Lenin için”[91] deyip de “Kuvvayı Milliye(t)çilik”e soyunan Yalçın Küçük gibi…
Evet, evet tarihi yorumlamakla yetinenler için, “Leninizmin sonunda erimeye başlamasının nedeni anın felsefesi gibi düşünmeye çalışan bir pratik-kuramı oluşu”ydu![92]
Veya “Bolşevizmde Fransız Devrimi ve İslâmiyetin yükselişi birleşmişti… Bolşevizmin salt politik bir doktrin değil, geniş doğmaları ve ilhamlarıyla bir dindi…”[93]
Böyle bir şey var mı? Var diyenler bunu bir “iddia” olmaktan öteye somutuyla ortaya koymalıdırlar! Ama hayır; onlar bunu yapmak yerine, “toptancılık”ı tercih ederler…
İşte tam da bu noktada, İ.Ö. IV. Yüzyılda yaşamış Chuanga Tse’nin dediklerini anımsamamak/ anımsatmamak mümkün değil: “Kurbağa kendi batağından çıkmamışken ben ona nasıl denizden söz edebilirim?”