0 0
Read Time:67 Minute, 53 Second

12 Ekim 2008 Açık Görüş

“Bölgede nüfus kontrolü uygulanması şart”. Bunu söyleyen, emekli olunca ekran bülbülüne dönüşüveren generallerden biri; Aktütün saldırısından hemen sonra; dağa çıkışı engellemeye yönelik ‘sivil’ tedbirler babında. Tabiî bu, meselenin sadece askerî tedbirlerle çözülemeyeceğini kabul etmiş olması bakımından, aslında bayağı bir gelişme, ‘terör uzmanı’mız için. Zira, geçen yıl, Dağlıca baskınının ardından “en büyük korkum PKK’nın silah bırakması; beş-altı bin adamı hangi hapisaneye sokacağız ki; bunların kökü dağda kazınmalı” diyordu. Önümüzdeki yıl da sivilleşme yolunda bir adım daha atıp Kürt kadınlarının kısırlaştırılmasını önerir her halde, zamanı geldiğinde; yani mutat ‘sınır ötesi harekat tezkeresi öncesi çok-şehitli baskın/saldırı’ gerçekleştiğinde.

Golf oynayan paşa, takviye kuvvet göndermedeki gecikme, parasızlıktan yeri değiştirilemeyen veya gerektiğince tahkim edilemeyen karakollar -ki, bunlar arasında tam 127 kez saldırıya uğramış olanı da var-, yaşı 25’in rütbesi de astsubaylığın ötesine geçmeyen komutanlar/şehitler, ka’le alınmadığı iddia edilen istihbarat raporları, bu duruma ilişkin kanıt görüntülerin yayınlanmasına getirilen sansür vb…: Evet, bütün bunlar tabiî ki gündeme getirilip tartışılmalı, sorgulanmalı ve bu yapılmaya da başlandı, Dağlıca baskınından sonra Taraf Gazetesinin öncülüğü sayesinde, yavaştan yavaştan; Aktütün faciasının ardından ise zirveye vuracak bir şiddette. Facia kelimesini özellikle kullanıyorum, zira burada söz konusu olan “…tuzak, pusu filan değil düpedüz günışığında icrá edilen topçu destekli bir piyáde taarruzu” (Yağmur Atsız, Star, 7/10/2008).

Ordu konusundaki bazıları için yalakalığa kadar varan oto-sansürün delinmesi tabiî ki çok hayırlı. Ancak, “hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak” türünden bir kırılma noktası da değil; hatta hiç değil. Çünkü her şey hâlâ ‘terörle mücadele’ sorunu çerçevesinde görülüyor ve de terör PKK’ya, PKK da teröre indirgenip çemberin düğümü atılıveriyor. Oysa kırılması gereken, işte tam da bu çember. Bugün içinde debelendiğimiz hâliyle 12 Eylül rejiminin bir ürünü olsa da, aslında temelleri açısından biri Cumhuriyet’in taa en başlarına, diğeri ise daha da eskiye uzanan iki ayağı var.

12 Eylül’ün bize dayattığı şu: Ülkenin bütününe ve geleceğine ilişkin tercih ve yönelişler konusunda nihaî karar verme yetkisi askerin tekelinde kalması şartı karşılığında, sivillerin rant üretme/kaynakların dağıtılması -tabiî askerin payına kesinlikle dokunmaksızın- konusunda tümüyle serbest bırakılması ve bunun adına da siyaset denilmesi. Ancak böylesi bir askerî vesayet rejimini sürekli kılmak üzere de mutlaka bir düşman bulup onun sözde tehdidi altında sivillerin askere biadını temin etmek gerekir. Tümüyle Amerika’ya bağımlı -darbe yapıp yapmama konusunda bile- bir durumdayken kendisine bir dış düşman bulup onunla savaşmanın olanaksızlığı ölçüsünde de söz konusu düşman ister istemez bir iç düşman olacaktır: Şeriatçılar, o tutmazsa bölücü terör; her ikisi de yoksa bile yaratılır; yetersizse önü açılıp güçlendirilir.

Terörist diye, yani nihaî amacı da hep terör estirmek olan bir örgüt türü var mıdır/olabilir mi sorusunu bir yana bıraksak bile, PKK salt teröristliğine indirgenebilir mi? Ayrıca, PKK’ya isnat edilen ve gerçekten terör niteliği taşıyan -yukarıda da belirttiğimiz gibi, örneğin ne Dağlıca, ne de Aktütün saldırıları, beklenmedik ve muhasım olmadığı gibi/için karşılık verip kendisini savunma imkan ve ihtimali bulunmayan hedeflere yönelmiş olmadıkları ölçüde birer terör eylemi olarak nitelendirilemezler- eylemlerin tümünün failinin de -bazı emekli devlet görevlilerinin, yola gelsinler diye bazı hakim ve savcıların evlerinin yakınına bomba attırdıkları konusundaki itirafları ortada dururken- PKK olmadığı açıktır: PKK, silahlı güçleri de bulunup, zaman zaman kendisi, ama zaman zaman da kendisine yandaş ya da kendisine karşı güçler tarafından da terör eylemlerine başvurulan ve belirli siyasal hedefler temelinde oluşmuş ve gerek devletin yargısının iddia ettiği gerekse bizim kendimizin gözlemlediği üzere şiddete başvurmayan, ancak kendisini talepleri temelinde destekleyen sivil/legal uzantılarıyla birlikte milyonlarca vatandaşımızın desteğini elde etmiş olması bakımından toplumsal/siyasal bir harekete de damgasını vurmuş bir örgüttür. İster hain, canî, kalleş, satılmış, dış güçlerin taşeronu olarak görün isterseniz de ‘özgürlük savaşçısı’, PKK tam tamına bu toprakların ve bizim insanlarımızın ve de tarihimizin bir ürünüdür; dolayısıyla hayırhah olmayan eylemleri açısından -yok edilmesi değil- söndürülmesi de yine burada, yine bizler tarafından mümkün olacaktır/olabilir; yoksa ne Kuzey Irak’ta, ne de Amerikan/İsrail desteğiyle.

Ancak yukarıda da değindik, bugün içinde debelendiğimiz çemberin daha eskilere dayanan ve aslında birbiriyle ilişkili iki ayağı vardır ki, bunlardan birincisi Cumhuriyeti kurup biçimlendirenlerin idealindeki ulus-devletin, etnik bir vurgu altında kültürel bir homojenliğe dayandırılma projesidir ki, bu da egemenliği bir kere ele geçirmiş bir bürokrasinin bu konumunu sürekli-yapısal kılma iradesinin kaçınılmaz bir sonucudur: Zaten devletin temsilcisi olan bürokrasinin aynı zamanda halkın da temsilcisi olup toplumdaki bütün iktidarı kendi elinde tutmasının, böyle bir şeyi meşrû gösterebilmesinin tek koşulu vardır ki, o da halkın tümünü mutlak homojenliğe sahip bir devlet kavmi olarak yeniden inşa etmesidir ve tarihin bir cilvesi olarak bu devlet kavminin adını Türk koymaları kendilerinin de etnik olarak Türk -ki, başta teorisyenleri/ideologları olmak üzere önemli bir bölümü de değildir- ve de biyolojik anlamda ırkçı olmalarından değil, bürokratı ve devamcısı oldukları Osmanlı’nın menşe itibariyle Türk olmasından kaynaklanır. Ama ne sebeple olursa olsun, neyle açıklanırsa açıklansın, belirli bir kavim adı altında sağlanmaya çalışılan homojenlik, ister istemez Türk-dışı etnisitelerin söylem düzeyinde inkar, eylem düzeyinde de asimile, bu da olmadı fiziken imha edilmeleri gibi yollara başvurulmasını getirecektir. Bir de, burada değindiğimiz ideolojik boyuttan da daha derinlerde yatan bir olgu vardır ki, askerî fetih ve malî talan temeline dayanan Osmanlı İmparatorluğunda -özellikle İstanbul’un fethi ve gerçekten de çok uluslu bir imparatorluk niteliği kazanmasından, bu arada asmbolik değeri çok büyük bir olay olarak devlette etkin son Türk soylusu olarak Çandarlı Halil Paşa’nın idamından sonra- gerek askerî, gerekse mülkî çekirdek yönetici kadronun asırlar boyunca neredeyse tümüyle devşirmelerden oluşmasından kaynaklanan, ve daha sonraki, yani Osmanlı’nın artık daralmaya başlayıp artık ne insan devşirmeye, ne de çocuğunu devşirilmek üzere devlete sunmaya niyeti olan insan bulmaya gücünün kalmadığı dönemlerde de devam eden devşirme halet-i ruhiyesinin zaten Osmanlı bürokrasinin şapkalı-kravatlı-balolu devamından başka bir şey olmayan Cumhuriyet bürokrasisi tarafından da tevarüs edilip günümüze kadar getirilmiş olmasıdır. Devşirme, anasından, babasından, kardeşlerinden, yakınlarından, soydaşlarından, köyünden, yurdundan, dilinden, dininden koparılmış anası da babası da, dini de tapınağı da devlet olan bir köledir. Yeniçerinin evlenmesine bile izin vermezler ki, hem aldığı kızın hısım akraba ve memleketlisiyle bütünleşmesin, hem de çoluğu çocuğu olup da devletin dışında herhangi birilerine bağlanıp evlat, eş, yurt sevgisi gibi duygularlara kapılıp mekanik bir savaş makinesi olmaktan uzaklaşmasın. Devşirmede ne vatan kavramı olur, ne memleketli sevgisi/bağlılığı: Vatan diye bildiği, devletin mülkü/toprağıdır; dolayısıyla memleketli, soydaş, vatandaş diye de hiçbir şey bilmez: Aynı vatanı paylaştığı insanlar, devşirme için babası bildiği devlet ile babasının toprakları arasında yer alıp huzur bozan parazitler, devletin topraklarıyla/ülkesiyle tek ve tam bir bütün olmasını engelleyen yaratıklardır; ama, ne çare ki birilerinden vergi toplamak ve birilerinin çocuklarını askere almak için kendisine halk denen bu yaratıklar güruhunun varlığına da tahammül etmek gerekir. Tabiî bu, Osmanlı’nın mekanik devşirmesinin ruh durumu, dünyayı görüş şeklidir. Ancak, son yüzyıllarında Osmanlı düşkünleşir; artık kimseyi devşirecek hâli yoktur; toprak kaybedip daralmaktadır. İşte bu süreç içinde imdadına -Balkan ve Kafkas kökenli- muhacirler yetişir; ister ataları Anadolu’dan gitmiş/Türk kökenli, ister sonradan Türk-Müslümanlaşmış olsunlar. Vatanını, memleketini, memleketlisini yitirmiştir; hayatını devam ettireceği topraklara devlet tarikiyle ulaşmıştır; yani vatan bileceği toprak her şeyden önce devletin toprağıdır/devletin kendisine verdiği topraktır, o toprakların gerçek sahipleri, kendisinden önce zaten o topraklarda yaşamakta olanlar, yani yeni komşuları/memleketlileri/vatandaşları ise kendilerine rağmen orada var olduğu/kendisine rağmen orada varolan parazitlerdir, fazlalıklardır: Artık söz konusu olan ‘mekanik’ten çok, ‘organik’ bir devşirmedir. İşte, bu konumdaki insanları bir de devlet hizmetinde çalışmak üzere ortaokuldan itibaren yatılı okullarda yetiştirip, sonrasında da gerçek mahalle hayatının -her bakımdan- çok uzağında lojmanlarda yaşatırsanız, karşınıza çıkacak olan Ergenekon’dur; üstelik de ideolojik bir sapkınlığın ürünü ve/veya siyasal bir fesatın tezahürü olmaktan çok, varoluşsal bir zorunluluk olarak. Ancak bu arada kendi kimliklerinin inkar edilip anadillerini konuşmaları bile yasaklanmış insanların kendilerini bu durumdan kurtaran mücadeleyi veren insanlara saygı duyup onlara hakaret edilmesinden infiale kapılmaları ve hakaret edenlerden nefret etmeleri de aynı şekilde siyasal bir tercihten çok, doğrudan doğruya varoluşsal bir kaçınılmazlıktır.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11
News Reporter