0 0
Read Time:67 Minute, 53 Second

24 Nisan 2008 AÇIK GÖRÜŞ -STAR

Annem Atatürk’ü pek severdi: Her Cuma sabahı okuduğu Yasini mutlaka onun ruhuna da gönderirdi, “bizi (kadınları) insandan saydı” diyerek. En ufak bir lâf etasm hakkında, hemen, “sus” derdi, “nankörlük etme; o olmasa sen şimdi belki de Türküm bile diyemezdin; Türkçe bile konuşamazdın”. Haklı veya haksız; ama, samimî duyguları buydu.

Bu ülkede, çok uzun bir süre Kürdün “Kürdüm” demesi ne mümkün, Kürt kelimesi bile bizatihi bir tabuydu. 12 Eylül darbecileri Kürtçe konuşmayı da yasakladılar: Patronları Amerikanın tercihi, o zamanlar topu topu 10 yıllık ömrü kaldığını hiç belli etmeyen Sovyetler Birliği’nin sınır komşusu bir NATO ülkesinde, sosyal kutuplaşma ekseninin Sol ile Sağ arasından etnik veya mezhepsel gruplar arasına kaydırılmasından yanaydı. Cunta yönetiminin Güney Doğu’da giderek artan şiddeti, ılımlı grupların daha radikal ve şiddet yanlısı olanlar lehine erimeleri, PKK’nın da giderek darbecilerin zulmünden kaçan, ona başkaldıran insanlar için yegane çekim merkezi hâline gelmesi sonucunu doğurdu.

1991 seçimlerinden sonra Demirel’le Erdal İnönü koalisyon ortakları olarak Doğu’ya bir gezi yaptılar “Kürt realitesini tanıyoruz” demek üzere; sanki bir lütûfta bulunuyorlarmış gibi. Bu tabiî ki bir lütûf değil, mecburiyetti. Onları böyle bir şey yapmaya sevkeden, ne “Kürtlere de bayağı ayıp oluyor” gibi ahlâkî/vicdanî bir insiyak, ne de “Kürt yoktur demek, insan aklına aykırı” şeklindeki mantıkî/entelektüel bir mülahaza, fakat doğrudan doğruya Kürt olarak/Kürtlük -o günlerde, aynı zamanda Marksizm-leninizm de- adına mücadele veren kitlelerdi; gerek düzde, gerek dağda; gerek açıktan açığa çarpışarak, gerekse tedhiş tanımına da girebilecek eylemlerde bulunarak. 60-65 yıldır, devletin ağzından ilk defa Kürt kelimesi çıkıyordu, ‘yoktur’la tamamlanmaksızın ve kendiliğinden değil, silahlı mücadele sonucu. Şimdi ise kendilerinden, bu mücadelede başı çeken örgütü terörist ilân edip lanetlemeleri isteniyor.

Önce, terorist örgüt diye adlandırılabilecek bir örgüt türü var mıdır diye sormak gerekir. Terörist, yani nihaî/bütün amacı insanları tedhiş etmek, dehşete düşürmek olan bir örgüt olabilir mi? Belki olabilir; ama, bu, ancak psikiyatrik bir vaka olur ki; bu da siyasî bir konu değildir. Bir de sırf terör, yani tedhiş üretmek üzere kurulmuş, ancak nihaî amacı bu değil de, bu yolla para kazanmak olan örgütler vardır ki, bunların en bilinen örneği, ABD’nin Irak’ta güvenliği büyük ölçüde kendilerine ihale ettiği BlackWater türünden şirketlerdir -Özal sağ olsaydı, herhalde, başta oğulları, Türk iş adamlarına bu sektöre yönelmelerini tavsiye ederdi. Nihaî amacı, insanları dehşete düşürmek olmaksızın, tedhişe sadece diğer yöntemler arasında bir yöntem olarak başvuran kuruluşları terör örgütü olarak tanımladığımızda, pek çok devletin de zaman zaman bu yola başvurduğunu, hele yakın zamanda emekli olmuş iki Türk paşasının müftehirane itirafları temelinde, bu kişilerin muvazzaflıklarında, yani birer devlet görevlisi iken savcı ve hakimlerin evlerinin yakınlarına bomba attırdığını, bazı yerleşim merkezlerine sahte PKK baskınları düzenleyip, yine sahte ‘terörist’lere yol kestirdiklerini dikkate alırsak, ya devletin kendisini de terorist ilân etmek, ya da terorist örgüt tabirinin ideolojik manipülasyona yönelik bir ‘psikolojik savaş aracı’ olduğunu kabûl etmek zorunda kalacağımız açıktır.

Söz konusu mücadelenin böylesine kanlı olmasının baş müsebbibi 12 Eylül cuntacılarıdır; kurdukları düzenek bugün hâlâ tıkır tıkır işlemektedir: Bölücülüğe ve irticaya karşı -Sadece Kürtçe’yi değil, baş örtmeyi de ilk yasaklayan yine Kenan Evren’ir- sürekli bir savaş; dolayısıyla yapısallaşmış bir ‘olağanüstü hâl’, Türkçesi ‘devlet terörü’ ortamı. Türkiye’de insanların nasıl terorize edildiklerini göstermek için ise uzağa gitmeye hiç gerek yok: ‘Eli kanlı bölücü terör’ değil de, ‘Kürtlerin mücadelesi’ dedim ya, başıma belâ açılır mı diye şu an endişe içindeyim ve de ben, ortalamanın çok üzerinde korkak ve pimpirikli biri olduğumu sanmıyorum.

Terör, insanların neden dolayı, ne zaman başlarına nasıl bir belâ geleceğini öngöremez, işte bu dehşet içinde de, adeta mefluç, söyleyeceğini söyleyemez, istediğini isteyemez, yapacağını yapamaz hâle getirmeyi amaçlar. Örneğin, 12 Eylül dönemindeki 1402 uygulamaları: Adam işinden atılıyor; neden dolayı, öğrenme hakkı yok; dolayısıyla hakkını arama olanağı da. Ama, esas önemlisi, siz de bilemiyorsunuz, belânın neden gelip de onu bulduğunu, dolayısıyla kendinizin de böyle bir şeyden ne yaparak veya ne yapmayarak kaçınabileceğinizi: Ortada kör bir canavar dolaşıyor; her an herkese vurabilir, hiçbir meşrû gerekçeye ihtiyaç duymadan, öngörülebilir hiçbir sebep olmadan. Canavarın kendilerine de çarpmasına engel olabilmek için insanların tek çaresi ise, hiç kimse değillermiş, hiç yoklarmış gibi yapmaları. Zira, herkes hiç yokmuş gibi yapsın ki, herkesin herkes gibi olduğu, yani mutlak homojenliğe sahip, dolayısıyla millet devletin, devlet de milletin içinde devamlılık gösterirken, kendileri de herkes gibi olan devlet memurlarının devletin yanı sıra milleti de temsil ettiği, yani tüm iktidarı kendi ellerinde topladığı bir toplum modeli meşrûluk kazanabilsin. Sanki seçimler iktidarı değil de, 23 Nisan’da Meclis’e alınacak ilkokul çocuklarını tespit etmek için yapılıyormuş gibi, devlet politikası-hükümet politikası diye sahte bir ayırım üzerinden yürütülmek istenen de, aslında, çok partililik görünümü altında gizli bir Tek Parti rejiminden başka bir şey değil.

Bu Tek Parti’ci otokratlarla gerçekleştirilebilecek en son şey ise uzlaşmadır. Zira otokratı huylandıran, azdıran, zıvanadan çıkartan, karşısındakinin ne söylediği değil, bir şeyler söylüyor, yani ‘hiç yokmuş gibi’liğin sınırları dışına çıkmış olmasıdır. Türbanlı kızın bunları çıldırtması da, tam tamına bu yüzdendir: Başı örtülünün GATA fiyonklusu, gelenekle hemzemin, “işte yuvarlanıp gidiyoruz” derken, türbanlının verdiği mesaj, en azından bunların gözünde, “ben öyle yuvarlanıp giden biri değil, kendi başımın tek efendisi bir özneyim”dir. Baş örtme konusunda takınılacak tavır, ne ‘geleneksel olana gösterilmesi gereken saygı ve hoşgörü’, ne de ‘müslüman kadının inancına göre giyinme/yaşama hakkı’, fakat ‘devletin vatandaşlarının giyinme (yaşam) biçimlerini belirleme hakkı bulunmadığı’ temelinde geliştirilmelidir; yani, meseleyi gerek bürokratik otokratların, gerekse onların hedef aldığı münferid sosyal grup, cemaat veya insan kategorilerinin daha üstündeki bir seviyede ele alarak.

Yargıtay Başsavcısının ‘AKP’yi kapatın’ iddianamesinin ele alınacak yanı da, hukuken ne kadar sağlam olup olmadığı değil, bunu kaleme alan kişinin laiklik konusunda konuşma ve bu kavramdan kalkarak farklı olgular hakkında fikir yürütüp yargıda bulunma konusunda ne kadar ehil olup olmadığıdır. Mesela Hrant Dink’i ‘Türklüğe hakaret’ten mahkûm edenler de herhalde yeterli hukuk bilgi ve uygulama deneyimine sahip idiler ama, Türkçe okuduğunu anlama konusunda ehil değillerdi ve en uğursuzundan bir cinayete kaldıraçlık ettiler. Yok eğer, okuduklarını anlayabiliyor iseler, tabiî durum daha da vahim; Danıştay canisinin Veli Küçük’le bağlantıları bile soruşturulmadan ‘mürteci’ ilân edilmesi misali.

Söz konusu iddianamede bir ‘laik yaşam biçimi’nden söz edilmekte, laikliğin bir yaşam biçimi de olduğu ileri sürülmektedir. Böyle bir lâf edenin benim nezdimdeki itibarı, söze “yanıcı ve yakıcı bir madde olarak su…” diye başlayan birisininkinden farklı olamaz. Ancak bu kişi, herhangi biri değil de bir itfaiyeci, hele ki yaşadığım şehrin itfaiye müdürüyse, ortada vahim bir durum, benim de yapmam gereken epey bir şey var demektir.

Laiklik, devletin bütün inançlara eşit uzaklıkta bulunması, hiçbir inancı kendi hukuksal düzenlemelerinde referans olarak almama ilkesidir. Kişilerin, bütün inanç sistemlerine eşit uzaklıkta bulunmaları mümkün olmadığına ve de inançlarıyla yaşama biçimleri arasında kaçınılmaz bir devamlılık ve içiçelik bulunacağına göre, laiklik devletin aynı zamanda bütün yaşam biçimlerine de eşit uzaklıkta bulunması demektir: Laiklik, devletin vatandaşının kendi yaşam biçimini seçme özgürlüğünün hukuksal güvencesidir de. Laikliği, her birine eşit derecede güvence oluşturmak zorunda olduğu mümkün yaşam biçimlerinden bizatihi biri olarak görüp tanımlamak ise, laiklik kavramına mümkün olan en uzak bir noktada bulunulduğuna işaret eder. Anayasasında açıkça belirtilmiş en temel niteliklerinden biri laiklik olan bir devlette, en yüksek düzeydeki devlet görevlilerinin laikliği aynı zamanda bir yaşam biçimi olarak görüp, devlet adına gerçekleştirdikleri tasarruflarda da böyle bir laiklik anlayışını temel almaları, laikliğe aykırı olmanın yanı sıra, devletin demokratik bir hukuk devleti olma niteliğini de, -devlete, belirli bir yaşam biçimini vatandaşlarına dayatma yetkisi tanıyan- totaliter bir rejim lehine tahribata uğratması kaçınılmaz bir durumla karşı olduğumuzu gösterir.

Bu duruma, kendi vatanında parya gibi yaşamak istemeyen herkesin bir şekilde ve de acilen müdahale etmesi gerekir; gerek birey olarak, gerekse topluca. Bu meyanda, ben de bunları yazdım.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11
News Reporter