0 0
Read Time:67 Minute, 53 Second

Star-Açık Görüş 10 Mayıs 2008

Eski TKP Genel Sekreteri Nabi Yağcı, geçen akşam Ahmet Hakan’ın CNN’deki programında, bir ülkenin Doğu’sunda savaş varken Batı’sında da demokrasi olamayacağını söyledi. Bu savaşın tarafları iki ayrı devlet değil; devlet ile vatandaşları. Demek ki, devlet ile bir kısım vatandaşları arasında bir sorun var. Bu durumda devletin önünde iki yol vardır. Birincisi, sorunun kendisinden -de- kaynaklandığını kabûl edip kendisine çeki düzen vermek. Yok, eğer böyle bir şeyi kabûl etmeyip bütün sorumluluğu kendisiyle savaştığı vatandaşlarının üzerine atıyorsa, savaşı bitirebilmek için önünde tek yol kalıyor demektir: Bu vatandaşlarının tümünü ‘etkisiz’ hâle getirmek. Ancak eli silahlıyken ‘etkisiz’ hâle getirilenlerin yerini yenileri almaya devam ediyorsa, ‘etkisiz’ hâle getirme işini eline silah alacağından şüphe edilen bütün vatandaşlara teşmil etmek: ‘Terörle proaktif mücadele’ adı altında, ucu soykırıma kadar uzanabilecek tam bir ‘polis devleti’ uygulaması, devlet terörü. Ama bu, aynı zamanda ‘sorun’un bazı vatandaşların eline silah almasından kaynaklanmadığının da ikrarı. Yani sorun, aslında ne terör, ne bölücülük, ne de Kürt sorunu: Devletin ‘âli menfaatler’ini kollama görünümü altında herkes için ‘iyi’ ve ‘doğru’ olanı

Akıl yürütmemize devam etmeden, hemen şu notu düşelim: ‘Kürt sorunu’ tabirini kullanmak, içinde Kürt kelimesi geçiyor, üstelik de olan biteni salt teröre indirgemiyor diye, bazılarınca bizatihi bir ihanet olarak görülüyor, bazılarınca da çözüme doğru bir adımmış gibi addedilip alkışlanıyorsa da, aslında kendisine delalet ettiği tek şey vardır, o da resmî ideolojin sefaletidir. Şöyle bir örnekten gidelim: Solaklık, insanların aşağı yukarı %10’luk -kimilerine göre seçkin- bir bölümünün özelliğidir; ne bir eksiklik, ne de bir sakatlık. Ama insanlara sol ellerini, diyelim yazı yazarken kullanmayı yasaklarsanız, alın size işte ‘solak sorunu’; ama sorunun kaynağı solaklar mı, yoksa sağlak ırkçılığı mı? -bu arada, Kenan Evren döneminde bazı meslek okullarının solak öğrencilere yasaklandığını da hatırlatalım. Böyle bir yasağa isyan etmeyen solak, -bir solak olarak söylüyorum- tabiî ki şerefsizdir. Bir de, sûret-i haktan görünüp, “evet, anlıyorum solakların bir problemi var; ama, onlar da bu işi pek bir abartıyor, güzel yazı/hat sanatının geneli hakkında proje ve çözüm üretmek yerine sol el yasağına takılıp kalıyorlar” diyen bilge müsveddeleri.

Savaş, kendileriyle savaşılanların fiziken yok edilmesiyle sona erecektir zannedenler var. Aslında samimî olmadıkları kanısındayım; esas istedikleri, ülkeyi bitimsiz bir savaş ortamında tutmak; ancak böyle bir ortamda seslerini daha bir yüksek çıkartıp, sözlerini daha bir dinletebileceklerini düşünüyorlar. Bir emekli generalin bir televizyon kanalındaki ifadesini tekrarlayım: “En büyük korkum, PKK’lıların silah bırakıp dağdan inmeleri; beş altı bin teroristi nereye tıkabiriz ki; hepsini dağda yok etmek lazım”. Oysa muvazzaf bir meslektaşı şöyle diyor: “Otuz beş binini öldürdük, hâlâ tükenmediler”. Bu arada Abdullah Öcalan da ‘otuz bin kişinin katili’ ünvanını yitirmiş oluyor; üzülür mü, sevinir mi, kendi meselesi. Buradaki ‘katil’ kelimesi ‘katlin müsebbibi’ anlamında kullanılmışsa; esas müsebbibin, başta Kenan Evren, 12 Eylül cuntası ve rejimi olduğunu herkes biliyor. 1980’e gelindiğinde, asmpatizanları-militanları dahil bütün tabanı ancak yüzlerle ifade edilebilecek bir örgütü, iki üç yıl içinde devletin karakollarını basacak güce ve lojistik desteğe sahip bir konuma getirtenler onlar; ama, daha önemlisi, çeyrek yüzyıl boyunca tasfiye edilmesi olanaksız toplumsal bir hareket hâline; hem de NATO’nun en büyük ikinci ordusu tarafından bile. En az 50 bin insanımızın canına, ama ülkemizin 30 yıl önce çok daha ilerisinde olduğu ülkelerin kat bet kat gerisine düşmesine, bir yaşına gelmemiş çocuklarının Fransa’dakilerin on kat daha fazla ölür, yaşama şansı bulanlarının da 10 binler hâlinde darp, gasp ve fuhuş şebekelerinin eline düşer, hatta çaresizlikten teslim edilir/kiralanır/satılır hâle gelmesine sebep olanlardan mutlaka hesap sorulmalıdır. Milyonlarca insan yerinden, yurdundan edilirken, aslında aynı zamanda zorunlu bir proleterleştirmeye de tâbi tutulmuşlardır; zira, bu insanların yerleri-yurtları aynı zamanda kendilerinin üretim araçlarıdır da; tarlasıyla, merasıyla, hayvanıyla, işte onlardan kopartılmışlardır. Bütün insanların bütün ihtiyaçlarını ancak ve sadece pazar üzerinden karşılayabildikleri, dolayısıyla herkesin pazar için üretim yaptığı, üretemediği takdirde de kendi kendisini bir meta konumuna düşürmek zorunda bırakıldığı bir dünya; globalleşen kapitalizmin nihaî hedefi ve bunun bir aracı olarak da zorla mülksüzleştirme: 12 Eylül, gerek birey, gerek grup, gerekse ulus olarak kendi kendine hiçbir bakımdan yetmez, dolayısıyla kendi kendisini tümüyle pazara atmış, tabiî aynı ölçüde de kimin pazarlık gücü daha yüksekse onun iradesine tâbi varlıklara indirgemeye yönelik global bir projeyle doğrudan eklemli bir darbe. En kötü koşullarda çalışmaya hazır milyonlarca insan, sendikasızlaştırma ve kayıt dışılık yolunda sermayedarlara sunulmuş ekstra bir sermaye; ‘terörle mücadele’nin hediyesi olarak. Ahlâk dışılığın normalleştirilmesi, -çetelere intisapdan, dört çekerli devasa ciplerle gövde gösterilerine- kaba kuvvetin imparatorlaştırılması, en önemlisi de “yapanın yanına kâr kalacağı” inancının yaygınlaşması.

Evet yapanın yanına kâr kalmamalı, darbecilerden hesap sorulmalı. 10 yılda birden, yılda bir kaça kadar zaten aldı başını gidiyor darbecilik; ama, esas vahim olanı, darbeli hâlin olağanlaşıp hissedilmez hâle gelmesi: Milletvekillerimizin bir bölümünü tanımamak ya da devletin resmî misafirinin elini sıkmamak, sadece iç değil dış politikaya da emri vakilerle ya da rest çekmelerle müdahalede bulunmak darbe değil de nedir?

12 Eylül darbesiyle -her ne kadar bizde ‘hükümet darbesi’ deniyorsa da- aslında devlet darp (coup d’Etat) edilmiştir. Darbecilerin getirdiği yeni düzenin meşrûluğu da, 1982 Anayasa/Kenan Evren plebisitindeki oy zarflarının şeffaflık derecesiyle ters orantılı bir meşrûluktur. Burada darp edilen devlet olduğuna göre, bu darbenin bizi içine sürüklediği topyekûn çözülmeyi geriye doğru toplamak üzere yapılması gereken ise 12 Eylül 1980 tarihinden sonraki fiiller temelinde ‘devlete karşı suç’ babında açılmış tüm davaların düşürülmesi, sonuçlanmış olanlarının ‘yok’ hükmünde sayılıp, söz konusu fiillerin kendilerine atfedilmiş her türlü siyasal anlam, hedef ve niyetten arındırılmış somut fiiller olarak yeniden ele alınması ve ancak böyle bir işlemden geçirildikten sonra -hâlâ gerekiyorsa- yeniden yargıya konu edilmeleridir. Hakeza, Türkiye’nin AİHM’de tazminat ödemeye mahkûm edilmesine yol açan devlet görevlilerinin hem kendi ulusal yargımız karşısına çıkartılıp yargılanmaları, ama aynı zamanda hepimizin cebinden ödenen bu tazminatların kendilerinden tahsil edilmesi de 12 Eylül’ün ülkemizde berheva ettiği adalet duygusunun yeniden tesisi açısından hayatî öneme sahiptir: Hiçbir insan haksızlığa uğradığı ve hakkını aramaktan ümidini kestiği bir yerde yaşamak istemez. Öyle bir yerde yaşamak zorunda kalıyorsa da, buradaki bağımsız değişken kişinin karakter gücü olmak üzere, ya kendine yapılan haksızlıkları kendisine haksızlık yapma gücüne sahip olanlara yamanıp başkalarına haksızlık yaparak telafi etmeye, ya da kendi hakkını kendi eliyle/gücüyle almaya, yani ihkak-ı hak’ka yönelir ki, her ihkak-ı hak’kın aynı zamanda fiilî (de facto) bir yönelir ki birbirini tanıyıp sevmesi ve iradî olarak birbirine güvenenlerin mesilarak kullanmanın da ötesinde ‘our boys’, yani ‘bizim oğlanlar’ mesabesinde gören Amerikan emperyalizminin istek ve direktifleri doğrultusunda hareket eden bir taife tarafından ulus-devletin sonunu getirmeye matuf etnik temelli bir çatışma ve bölünmeye sürüklenmek istenmiştir. Ancak, ister din kardeşliğine, ister -başta Ermeniler olmak üzere Anadolu’nun gayri-müslim halkları karşısındaki- suç ortaklığına, ister son çeyrek yüzyıldaki Kürt hareketi önderliğinin laik-Atatürkçü niteliğine ya da bunların hepsine birden bağlayın, bir mucize kabilinden etnik temelli herhangi bir karşıtlık, düşmanlık ve çatışma, en azından bugüne kadar gerçekleşmemiştir. Bunun kıymetini, ancak sonsuza kadar da süremeyeceğini bilmeliyizdir. Bu kıymet bilme ise, havada kalan kardeşlik beyanlarıyla değil, örneğin, kendisine “Türkiye’den ayrılmak mı istiyorsunuz” diye soran dergi muhabirine “A, evladım, benim Boğaz’da rakı içmek için pasaport-vize almaya hiç niyetim yok” diyen bir Musa Anter’in katillerinin peşine düşmekten, Nevruz’u kutlayanların ya da cenaze alaylarının üzerinden ‘Savaşan Şahin’ uçurtanlara “hop arkadaş, o pilotlar benim paramla yetişti, o jet benzini de benim paramla alındı” diyebilmeye uzanan sivil girişimlerle fiilîleşebilir. Tabiî, tam bu noktada Nabi Yağcı’nın sözünü tekrar ele almakta yarar vardır; ama bu defa, daha bir sosyologca: Doğu’da savaş varsa, Batı’da da demokrasi olmaz; ama ne savaş, ne de demokrasi ne kendiliğinden var olur, ne de kendiliğinden yok. Demokrasının olmaması, hiç kimsenin ‘kratos’unun, yani iktidarının olmaması değil de, birilerinin ‘kratos’u/iktidarı tekeline geçirmesi, yani birilerinin despotluğu anlamına geldiğine ve bunu mümkün kılan da savaşın devam etmesi olduğuna göre, eğer kendi vatanımızda hiç kimsenin paryası olmaksızın yaşamak istiyorsak kimler ki bu savaş ortamından kendi borularını öttürmek açısından fayda sağlıyorlar işte onları hedef almak zorundayızdır.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11
News Reporter