Star-Açık Görüş 22-6-2008
Önce şunu söyleyelim, laiklik devletin yapısına ilişkin bir ilkedir. Kişilerin laik olması düşünülemez; zira, laiklik, dinsel ya da değil, bütün inançlara eşit uzaklıkta olma durumudur ve de böyle bir şey mümkün değildir. “Kişiler de laik olur, olabilir” diyen her şeyden önce, sadece bilgi noksanlığıyla değil, akıl yarılmasıyla da malûldür. “Kişiler laik olamaz” demeyi” irticaya odak oluşturmak olarak değerlendirip, buna dayanarak parti kapatma davası açmaya kalkışmak ise, doğrudan doğruya sabotaj kokan, dolayısıyla sadece burun kıvırılıp alay edilmenin ötesinde toplumun sağlıklı düşünmesine zarar veriyor olması açısından cezalandırılması gereken bir fiildir. Laiklik, bütün inançlara eşit uzaklıkta bir tavır alınması ise, bu, değil insan bireyleri, hayvanlardan bile beklenemeyecek bir şeydir. Diyelim, ezan sesine alışmış olduğu için, onu duyunca ürkmeyip, ancak alışık olmadığı kilise çanı sesi duyunca var gücüyle anırmaya başlayan bir eşek dahi, bütün inançlara eşit mesafede bulunma ilkesini ihlal, dolayısıyla ‘irtica’ya odaklık veya yardım ve yataklık etme iddiasıyla yargılanmayı hak ediyor demektir; Öcalan’dan ‘sayın’ diye bahsettiği için veya ‘apolitizasyon’ kelimesinin başında ‘Apo’ var diye insanlara dava açan savcıların bulunduğu bir ülkede.
‘Laik yaşam biçimi’nden de söz edip, bu cahilliğe karşı çıkanlara da dava açabilirler. ‘Lepiska saçlı kel’ diye bir şey ne kadar olamazsa, ‘laik yaşam biçimi’ diye bir şey de o kadar olamaz; yani, mesele sadece bir cahillik değil, aynı zamanda, bir akıl yarılması sorunudur da. Yaşayan/gerçek her bir insanın belirli değerleri vardır ve hayatını ona göre biçimlendirir/anlamlandırır. Dinsel veya din-dışı bütün değerlere eşit mesafede bir hayat tarzı ise olmaz/olamaz. Laikliği bir yaşam tarzı, hem de uygar bir yaşama tarzı olarak gören, sadece cahil ve şizoit değil, kolonyalizmi insanları uygarlaştıran bir uygulama ve dönem olarak gören Batılı emperyalistlerin basit bir düdüğü/işbirlikçisidir de; bu denli derin bir kavram kargaşası içinde kendisinin ne olduğunu ve ne yaptığını bilmesine imkan olmasa da. Kendi halkını, müstemleke Cezayir’de Müslüman Arap’a bakan bir Fransız’ın gözüyle görüp değerlendirmektedir: Kendi halkına karşı ihanet içinde ve de kaçınılmaz olarak ırkçı. On milyonlarca Güney Amerikalıyı, Afrikalıyı ve Asyalıyı katleden papaz destekli/güdümlü caniler de bütün o toprak, zenginlik ve canlara hep uygarlaştırma adına el koymuştur; tabiî kutsal Kilise’nin zaferi yolunda cehdetmenin ‘vicdan’ rahatlığı içinde. Ayrıca, devleti laik olan bu ülkede, laikliği bir yaşam tarzı olarak görüp bu tarza uygar sıfatını ekleyen, beni kendisi tarafından uygarlaştırılması kanunen farz uygarlık dışı bir canlı olarak da görmekte demektir; beni uygarlaştırma yolunda şiddet uygulamayı kendisine hak görür; benim vergilerimden beslen bu görevli/memur: Ne haddini bilmezlik. .Devlet laik, laiklik de bir yaşam tarzı ise, insanları bu tarza uygun olarak yaşamaya mecbur etmek de devletin (memurunun) görevidir; ki, bu da, demokratik hukuk devlet kavramına sığmayacak bir totalitarizme tekabül eder. Ama olsun, “biz bize benzeriz”, bizim laikliğimiz,yani ‘Türk laikliği’ de bize: Lafa ‘Türk laikliği’ diyerek başlayan bir canlı gördünüz mi, hiç tereddüt etmeyin, bürokratik otokrasinin en süflî temsilcilerinden biriyle karşı karşıyasınız; tabiî süflîliği ölçüsünde de sözü en fazla dinlenip, peşinden en fazla gidilen.
Laiklik, Batı’da, egemen ve mütegallibe kiliseye karşı bir özgürlük atılımının hukuksal ifade ve ilkesi olarak biçimlenip kurumsallaşmıştır. Bizde ise, zaten egemen olanın, kendi egemenliğini pekiştirip tahkim etmek üzere kullanacağı bir araç olarak. Tam bu noktada Fikret Başkaya’nın şu sözünü hatırlamak, bayağı zihin açıcı olurr: “Saraydan -biz, ‘köşk’ü de ilave ediyoruz- devrim yapılmaz”; yani, “saraydakinin-köşktekinin yaptığı devrim olmaz; adını öyle koysa da”; zira, egemen kendi kendini devirmez, kendi eliyle kendi egemenliğini yıkmaz, kısıtlamaz.
Sadece Cumhuriyet döneminde değil, Osmanlı’nın Batı’ya açıldığı sürecin bütün anlarında da ilerleme, özgürleşme, hak tanıma, reform, ıslahat vb… adı altında getirilen bütün yenilikler hiçbir zaman hasbî bir idealizm doğrultusunda değil, daima ve daima devlete egemen olanların kendi konumlarını berkitip korumaya yönelik teknik düzenlemeler şeklinde gerçekleşmiştir: Devlete egemen olanların kelime ve şiar düzeyindeki beyanlarından kalkıp, rejim düzeyinde yapılanları ‘aydınlanma’ veya ‘pozitivizm’ türünden fikrî veya felsefî akım ve hareketlerle ilişkilendirerek açıklamaya girişmenin, bilim adı altında (burada siyaset bilimi) literatür bilgisi gösterisi yapmanın ötesinde hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
İşe, millet adına kuvvayı milliyeyle, millet meclisi ve misak-ı millîyle başlanıp milli mücadeleyle devam edilmiştir. Bütün bu süreçte ‘millet’ Osmanlı’daki anlamına sahiptir: Dinsel bir kategori. İş tamama erinceyse, misak, yani sözleşme tek taraflı olarak bozulup hilafet kaldırılırken, millet de ‘Türk’ olmuştur. Burada söz konusu olan, ne Aydınlanma düşüncesinden beslenmiş bir din karşıtlığı, ne Türklerin kültürel değerlerine saygılı samimî bir milliyetçilik, ne de özel bir Kürt düşmanlığıdır: İttihad ve Terakki marifetiyle devlete fiilen el koymuş olan Osmanlı yüksek memurları, bu konumlarını kalıcı kılmak üzere, kendi suretlerinde ısmarlama bir ‘ulus’ inşa etme peşindedirler. Bu ulus tümüyle homojen -imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle- olmalıdır ki, kendileri onun yerine geçebilsinler, onun adına konuşabilsinler, devletin temsilcisi olma payelerinin yanına milletin temsilcisi olma hakkını da ekleyebilsinler. Böyle bir şeyi din/İslam adına yapmaya kalksalar, adama sorarlar: “Senin amirin -yani Halife-Sultan- nerede?”. O yüzden de yeni amir artık millettir; tabiî kendi dizayn ettikleri modele uygun olma kayıt-şartıyla. Kafalarındaki modeli din adına meşrûlaştırıp dayatamayacaklarına göre, dine mümasil aşkınlıkta yeni bir referans çerçevesi bulmak zorundadırlar: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”. Dinsel milletten, seküler ulusa geçilmiştir ama, gerçekte bunların mutlak homojenlik ihtiyaçlarına cevap verecek hiçbir ulus olmamıştır tarihte: Ulus, bütünlüğünü kavimsel homojenlik değil, hukuksal teklikten alan kavimler üstü siyasal bir topluluktur. O yüzden de, ulus adı altında inşa edilmeye girişilen, aslında sun’î bir ‘devlet kavmi’dir: Giyinme biçiminden, dinlediği müziğe; içki sevip sevmemesinden, neredeyse hangi içkiyi seveceğine…, kısacası ‘yaşam biçimi’ itibariyle, hepsi bir örnek. ‘Laiklik’ işte bu noktada stratejik. Bir yandan dinsellik, varlığın kendisine değil, bilgi öznesine bağlı -gnozeolojik- bir niteliktir: Bir Merihli için ne haçın ne de hilalin hiçbir dinsel anlamı/değeri yoktur; bayram namazı kılanlar ise toplu jimnastik yapan insanlar. İkincisi, dinsel ile kültürel hemen tümüyle iç içedir: En zındık diyeceğiniz adam, arabasının marşına basarken besmele çekmeden edemeyebilir; iyi okunmuş bir sabah ezanı kadar kendisini büyüleyen başka bir şey yoktur belki de; suç bellediği de dinin günah dediğiyle bire bir aynıdır, kendisi bilmese de. İşte bunlar dikkate alındığında ‘din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması’nı bu ikisinin kesinlikle örtüşmemesiymiş gibi yorumlayan bir anlayış, laikliği, devletin toplumsal hayatın bütünü üzerinde müdahalede bulunmasını meşrû kılacak sihirli değneğe dönüştürecektir. Burada artık, insanı özgürleştirmeye yönelik ve demokrasi açısından vazgeçilmez bir ilkeyle değil, çok partililik görünümü altında bile yegane Parti olmak isteyen sınıfsı bir zümrenin keyfîliklerine kalkan ettiği bir tabuyla karşı karşıyayızdır: Tek bir dinin tek bir mezhebinin rejime yontuk yorumu temelinde yapılanmış, ilgasını istemek bile parti kapatmaya yeten bir diyanet işleri; tek merkezden belirlenen Cuma hutbeleri; neyin gerçek Müslümanlık neyin de gerçek ibadethane olduğu konusunda ve din eğitimi üzerinde devlet tekeli; İmam Hatip liseleri, bunların mezunlarına negatif ayırımcı katsayı uygulaması; gayri Müslim vatandaşın hukuk metinlerindeki ‘yabancı vatandaş’lığı ve zorunlu din dersleri ortada dururken, ancak en önemlisi, devletin değil kişilerin dinle ilişkisini -üstelik de laiklik adına- belirleme hakkını kendinde gören devlet organları varken laiklikten bahseden ya zır cahildir ya da şarlatan.
Bütün curcuna başörtülü kızların üniversiteye alınıp alınmaması üzerine. Ama üniversite, ne? Her şeyden önce, bir eğitim kurumu değil: Öğrencilerinin 18 yaşından büyük olmasından değil, esas görevinin bilimsel bilgi üretip nakletmek olmasından. Oysa Türkiye’deki görevi -YÖK yasasında- Atatürk ilke ve inkilapları doğrultusunda insan yetiştirmek. Bu, her şeyden önce insan haklarına aykırı: Reşit insanları yetiştirmeye kalkmak kimsenin haddi değildir. Ancak olay, sadece bu da değil: Bilimsel bilgi üretiminin olmazsa olmaz şartı, her türlü ilke ve ön kabûlden bağımsız olarak yola çıkmak; yol boyunca da -sonsuza kadar- en fazla bu hususta müteyakkız olmak.
Allah, hepimize selamet versin.