0 0
Read Time:67 Minute, 53 Second

“‘Ne mutlu Türküm diyene’ demeyen bizim düşmanımızdır”. Bunu diyen Genel Kurmay Başkanı. Kime düşman olduğunu, kiminle savaşacağını kendisi tespit eden bir ordu, artık kendisine bir ordu, kendisi için bir ordudur; yani ya bir milletin, devletin ordusu değildir, ya da kendisini milletin de devletin de yerine koymaktadır.

Bunu söyleyen gizlide saklıda, Ergenekon toplantısında değil, açıkta, açıktan açığa, hepimizin gözünün içine gülerek bakaraktan ve de müftehirane söylüyor. Bu sözlerin ne anlama geldiğini apaçık kavrayıp kavratmadığımız sürece karşımıza daha pek çok Ergenekon çıkar; daha doğrusu Ergenekon ruhumuza nüfuz etmiş, üzerimizde hegemonya kurmuş demektir.

Osmanlı’daki anlamıyla millet, din temelinde tanımlanmıştır, ki böyle bir şey devletin laikliği ile bağdaşmaz. Cumhuriyet’le birlikte kazandığı anlam itibariyle ise kavimler üstü sosyo-politik bir varlık olarak kabul ve tarif edilmek zorundadır. Aksi hâlde varlığını sürdürmesi, aynı zamanda akıl dışı bir inkar, hukuk dışı bir sindirme-yıldırma ve/veya insanlık dışı bir imhayı (tehcir, soykırım vb…) da zorunlu kılacaktır. Ve tam bu noktada, Üniversitelerarası Kurul’un birkaç sene arayla yayınladığı iki bildiride de “Türk milletinin anadili Türkçedir” diye buyurduğunu hatırlıyorum: Millet, gerçek bir insan bireyi veya basit bir etno-kültürel zatiyet değildir ki, ana dilinden bahsedilebilsin. Milletlerin ana dili değil, devletlerin resmî dili veya dilleri olur. Bu arada Cemil Meriç’in şu sözü de geliyor aklıma: “Yabancı dil, insanın kendi zihnine tuttuğu aynadır”; yani, kör noktaları görme imkanı verir ve de ben Fransızca’m sayesinde biliyorum ki, ne Fransız, ne İtalyan, ne de İspanyol birer kavim adı değil, tam tamına Fransalı, İtalyalı, İspanyalı anlamına gelen millet adları.

Türkiye’nin meselesi ne irticadır, ne de Kürtlerdir; hele terör hiç değildir. Rejim, Orta Çağ’daki Katolik kilisesi misali, hem milleti hem de devleti kendi bünyesinde birleştiren, dolayısıyla aynı anda her ikisinin de yerine geçen bir Tek Parti’nin iktidarı temelinde biçimlendirilmiştir. Parti kapatmacıların ‘Cumhuriyetin kurucu felsefesi’ deyip de bir türlü ne olduğunu tam olarak söyleyemedikleri, adam gibi tarifini yapamadıkları, kaynak metnini gösteremedikleri, sonra da “felsefe zaten yazılı olmaz, ancak kavranıp benimsenir” diyerek geçiştirmeye çalıştıkları şey de tam tamına budur. Nasıl ki Kilise diye gerçek bir şahıs yok, Tanrı’nın egemenliğini gerçekte kullanacak olanlar kilise mensubu papazlardır, burada da onların yerini Tek Parti’nin bürokratları alacaktır. Papazların kullandığı egemenliğin kaynağı Tanrı iken, Hilafeti ilga, halifeyi de sürgün etmiş bürokratlarımızın kullanacağı egemenliğin kaynağı millet olacaktır. Ancak nasıl ki, Katolik olmayanın Kilise’de yeri, devlet üzerinde sözü, dolayısıyla egemenlikte de payı olamaz, Tek Parti’nin vaz ettiği kurallara göre düşünmeyen ve yaşamayanın da milletten sayılması, dolayısıyla egemenlikten pay alması, günümüz parametreleriyle söylersek eşit oy hakkına sahip olması/oyunun oy olarak sayılması da söz konusu olmayacaktır: Yüzde 10 barajını kaldırmayan, oyları iptal edilsin diye kendi halkına birleşik oy pusulası tuzağı kuranlar ile halkın yüzde 60’a yakınının oyunu iptal etmeye kalkışanlar aslında aynı masanın kumarbazlarıdır; ama masayı kurup oyunu düzen taraf, sonradan gelene hile yapmayı kendisine hak görmektedir; yani, kumar zaten gayri-ahlâkî ama bunlarda kumar ahlâkı bile yok.

Rahmetli Uğur Mumcu o pek demokrat Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde çıkartılan Sansür ve Sürgün (köy boşaltma/yakma vb…) Kararnamesini eleştirmek üzere Takrir- Sükûn Kanunu ile karşılaştırırken “ama” diyordu, “o kanun sayesinde yirmiye yakın isyan bastırıldı” ve her nedense şu soruyu hiç mi hiç aklına getirmiyordu: Daha çok kısa süre önce vatanı düşmandan kurtarmış dâhi ulu önder devletin başında, devlet de tedipde şiddetin zirvesinde olduğu hâlde insanlar niye her şeyi göze alıp biteviye isyan ediyorlardı?

Adını havaalanına verdiğimiz ‘tarihte savaşa katılmış ilk kadın askerî pilot’ Sabiha Gökçen hangi düşmanın tepesine bomba yağdırmıştı? Kendisi manevî evlat olarak alınmıştı, Atatürk tarafından; iyi de, anasına babasına, varsa kardeşlerine ne olmuştu? Ya Kürtler, Hamidiye Alayları ve İttihad ve Terakki dönemlerinde hiç de öyle isyan etmez iken neleri eksilmişti de hiçbir zaman olmadıkları kadar isyankâr hâle gelmişlerdi? Eksilen, haraca/vergiye bağladıkları Ermeni köyleri/esnafı, muntazaman yağmaladıkları Ermeni tüccar kervanları olmasındı? Allah Allah, nereye gitmişlerdi ki, bu gâvurlar?

Bu ve benzeri sorulara kadar uzanmadıkça vicdanımız, Kürdü Türkü hepimiz şu ya da bu ölçüde İttihadcı çocuğuyuz; kısmî ve küçümencik birer Ergenekon. Ha keza, Dolar milyoneri üretmede Dünya rekoru kırmamız sizi utandırmıyor/çıldırtmıyor da demokrasi adına darbecilere hınçlanıyorsanız, yine siz de Ergenekon’dansınız; ama bu defa ayrıca şizofren; yani kimlerden olduğunu bilmeyen: Sizin gibiler onlar sayesinde var, tabiî onlar da sizin gibilerin. Futbolumuz güzeldi; ama, bir iki küçümencik ülkeyi yenmek size başka skorları unutturtup belki de hiç duymadığınız utancınızdan kurtulmanıza yetiyorsa, siz yine onlardansınız: “4 şehidimiz var; ama, biz de 4 günde 32 tanesini etkisiz hâle getirdik; şehitlerimize tabiî ki çok üzülüyoruz ama, her şehit haberi de mücadele azmimizi daha bir güçlendiriyor” diyenlerle aynı safta. Oysa skor gerçekte 4’e 32 değil, 36’ya 0; hepsi de kendi kalemize attığımız. ‘Faili meçhul’ü ve ‘kayıp’larıyla toplam 60 bine yakın insanımız; yüzlerce milyar dolar kaybımız; 30 yıl önce eşiti hatta ilerisinde olduğumuz onlarca ülkenin arkasından bakakalır hale düşmemiz; anası babası yerinden-yurdundan-üretim araçlarından (tarlasından, merasından, hayvanından), sonunda belki de onurundan, çoluğu çocuğu ise istikbalinden edilmiş milyonlarca insanımız; daha bir yaşına gelmeden -örneğin- Fransa’ya kıyasla 10 misli (bebek ölümleri oralarda binde 3 buçuk, bizde ise binde 35 civarında) toprağa verdiğimiz bebeklerimiz; “35 binini öldürdük, ama yine de tükenmiyorlar” diye generallerimizi hayrete düşüren ‘terörist’lerimiz; ‘el’in kamerasıyla içini gözleyip İsrail Heron’uyla yerini tespit, Amerikan F-16’sıyla da berheva ettiğimiz BBG Evlerimiz; -sayıları milyonları bulsa da- ‘bir avuç hain’in itiraz, tehdit ve şantajlarına pabuç bırakmayıp tam bir büyük devlet vakarıyla kafasını kazıttığımız ’30 bin kişinin/eli kanlı bebek katili’ bir bölücü başımız ile bütün bunların baş sorumlusu olarak ülkemize hizmetleri, yol gösterici bilgeliği ve ferasetiyle Anayasanın geçici 15. maddesine ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ bir ilavede bulunularak kendisine ‘Ağbitürk’ ünvanı verilmesini çoktan ve fazlasıyla hak etmiş bir darbeci başımız: Olsun, yine de çok mutluyum; zira, Türküm.

Evet, 12 Eylül MSP’nin Konya mitingini de vesile ve laikliği korumayı da kendisine gerekçe ederek yapılmış, Kürtçe de üniversitede baş örtmek de o dönemde yasaklanmış, Diyarbakır zindanı en alçakcasından bir işkencehane olarak ‘kendisinden vazife çıkartılacak’ kalıcı bir durum (bitimsiz bir iç savaş) yaratmak üzere kullanılmıştır; ama, tabiî her şey de bu darbeyle başlamamıştır. Her şeyden önce öyle bir rejimin varlığı söz konusudur ki, kendisini biçimlendirenlerin iktidar sahibi olmalarının varoluşsal ön şartı toplumun her bakımdan türdeş, dolayısıyla Tek Parti tarafından temsil edilebilir bir bireyler yığınına dönüştürülmesidir. İşte bu türdeşleştirme dinamiği doğrultusundadır ki, laiklik insanları Kilise (en geniş anlamıyla insan-üstü, insan olmayan) karşısında özgürleştiren bir Aydınlanma kazanımı olarak değil, tam tersine dinle kaçınılmaz biçimde iç içe olan kültürel hayatı ‘devlet-Tek Parti’ kontrolü altına almanın bir aracı olarak tasarımlanıp kullanılmış, Kürtlük ise, devletin Umumî Müfettişi’nin (Abidin Özmen) kendi kullandığı kelimelerle sadece ve sadece ‘ortadan kaldırılmak’ üzere ele alınırken, yeni rejimin en başta gelen seçkinlerini en fazla dertlendiren şey Kürtlerin bir yandan Ermenilerden boşalan verimli topraklara yerleşirken, diğer yandan da hızla çoğalmaları olmuş, kısacası Kürt, sırf varlığı itibariyle kendisiyle mücadele edilip yok edilmesi gereken bir haşere muamelesine tâbi tutulmuştur. Aslında, elinden gelse, bürokratik bir iktidar kadın-erkek farklılığını bile ortadan kaldırır; ki, gri tayyörlü ‘Cumhuriyet kadını’ prototipinin taammüdî aseksüelliği bu konuda bayağı fikir vericidir.

Fransızın Cezayirliye yaptıkları beni ancak kızdırabilir; ama bunlar beni sadece kızdırmıyor, aynı zamanda utandırıyor da; zira ben, Aydınlanma’nın savunmasız mütedeyyin köylüye jandarma korkusuna zorla rakı içirtmek değil, insanı değil uzatmalı başçavuş, Tanrı’dan bile hesap sorma mertebesine yükselten ahlakî bir fetih olduğunu bilen bir -demiştim ya- Türk’üm.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11
News Reporter