RIZA NUR İLE ZİYA GÖKALP NE KONUŞTU?
1921 Mayısı’nın son günleriydi. Samsun’dan yola çıkan yaylı bir arabada, iki önemli adam, Ankara’ya doğru ilerliyordu. Birisi, Rıza Nur’du, diğeri ise Malta’daki bir buçuk yıllık sürgün hayatından henüz yeni dönmüş olan Ziya Gökalp. Rıza Nur, yıllar sonra, yol arkadaşının vasıflarını överken suskunluğundan şöyle yakınacaktı: ‘Ziya, İttihatçılar’ın içinde yegane bir düşünür kafa ve âlim adamdı. Memleket ondan istifade etmeli. Vakıa on yıl muhasım (karşıt) saflarda bulunduk. Ama vatan işi başka. Kıymetli adamları iş başına koymalı. Yalnız pek az konuşuyor. Siz sormazsanız, hep somurtuyor. Laf ağzından damla damla çıkıyor. Yaylılarla beraber Ankara’ya gidiyoruz.’
İLMÎ TETKİKLER . Gökalp’in sözünü ettiği konulardan biri, yeni Türkiye’nin sosyolojik yapısıydı. Gökalp, savaş sonrasında Kürtler hakkında nasıl bir politika izlenmesi gerektiği sorusunu şimdiden araştırmak gerektiğini düşünüyordu. Rıza Nur’a bu amaçla bir “İlmi Araştırma Enstitüsü” kurmak gerektiğinden söz etti. Az ama öz konuşuyordu. Ankara’ya varmalarından bir süre sonra, Rıza Nur, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (yani Sağlık Bakanı) oldu. Ziya Gökalp’e ise, Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) içinde alt düzey bir görev verildi. Bu görevde fazla kalmayarak, sonbaharda memleketi olan Diyarbakır’a gitti.Kısa bir süre sonra Rıza Nur, “memleket ondan istifade etmeli” düşüncesiyle, Gökalp’e bir mektup yazdı ve doğudaki Kürt aşiretleri hakkında bir araştırma yapmasını rica etti. Rıza Nur, sonradan bunu şöyle anlatacaktı: “Sıhhiye vekili iken, isyanın da o vakit bu vekalete ait olmasından istifade ederek, Ziya Gökalp’e Kürtler’i tetkik ettirdim. Maksadım, bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtler’e Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim. Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdı.”
Gökalp “Kürt Aşiretleri Hakkında Tetkikler” başlıklı araştırmasını yaptı ve Ankara hükümetine sundu. Bir sosyolog olarak konunun öneminin bilincinde olan Gökalp, 1924’teki erken ölümüne dek çeşitli dergilerde Kürtleri ele alan, Türklerle Kürtlerin kaynaşmışlığını ve ayrılmazlığını anlatan önemli makaleler kaleme aldı.
MODERNLEŞME FARKI . Gökalp, Türklerle Kürtler arasındaki temel farkı şöyle tarif ediyordu: “Türkler şehir medeniyetine daha istidatlı olduklarından şehirler Türklük merkezi halini almakla beraber, oralara gelen Kürtleri de Türkleştirmektedir. Köylerde ve çadırlarda yaşayan Türkmenler ise, sahra medeniyetinde daha kuvvetli bulunan Kürtlüğe temessül etmektedirler.”
Bu durumda, Kürtleri hem Türklerle kaynaştırmak hem de modernleştirmek için yapılması gereken, onları göçebe ve dağlık yaşamdan yerleşik şehir yaşamına geçirmekti. Bu nedenle Gökalp, raporunda dağlık bölgelerde yaşayan Kürtlerin ovalara indirilmesini ve orada arazi sahibi kılınmalarını savunmuştu. Ancak bunlar yapılırken Kürtler ve Türkler arasında kardeşlik korunmalı, bunun için de ortak inançlar, değerler ve tarihsel birliktelik vurgulanmalıydı.
OKUNMAYAN RAPORLAR . Gökalp’in çalışması, dört kopya olarak çoğaltıldı. Birisi doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya gönderildi. Paşa raporu çok takdir etti. Hükümet, Gökalp’ten, araştırmayı genişletmesini istedi. Ancak hastaydı ve kendisine yardım edecek kimse de yoktu. Bu nedenle çalışma barış zamanına ertelendi. Fakat barıştan sonra da fazla yaşayamadı. Kürt konusundaki araştırmalarına devam edemedi, çok istediği “Türkiye içtimaiyatı” incelemelerini yapamadı, yoksulluk içinde vefat etti.
İleriki yıllarda, Ziya Gökalp’in değil Rıza Nur’un çizgisi egemen oldu. Zaten, Şevket Süreyya Aydemir’e göre Mustafa Kemal de, genel olarak, Ziya Gökalp’e “fazla bir meyil göstermemişti!”(Mustafa Akyol, Kürt sorunun yeniden düşünmek: Yanlış giden neydi? Bundan sonra nereye?, Doğan Kitap, 2006’dan kısaltılarak aktarılmıştır.)
Ziya Gökalp’in raporunu, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in İçişleri Bakanlığı’na raporu (1926), Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı’nın raporu (1926), Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören’in raporu (1931), Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın raporu (1931), Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay’ın raporu (1931), İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın raporu (1931), Başbakan İsmet İnönü’nün raporu (1935), Umumi müfettiş Abidin Özmen’in ‘Şark Meselesi’ raporu (1936), İktisat Vekili Celal Bayar’ın ‘Şark Raporu’ (1936), eski Vali ve Mülkiye Müfettişi Ahmet Hasip Koylan’ın raporu (1939 ?), Maliye müfettişi Burhan Ulutan’ın raporu (1947), 27 Mayısçıların raporu (1961) izledi.
1961 darbecilerinin Kürt meselesini çözmek için oluşturdukları Doğu Grubu’nun gizli raporundaki asimilasyon önerileri âdeta 1925 tarihli Şark Islahat Planı’ndaki önerilerin kopyasıydı. Ancak, 1925 raporundaki Kürt teriminin yerini 1961’de ‘kendini Kürt sananlar’ terimi almıştı
Parti çok ama zihniyet tek
Talepleri ister kültürel olsun, ister siyasi, ister idari olsun ister dinsel olsun, devletten tek tip tepki gören, bu tepki de baskı, zulüm, yıldırma, silah, bomba, hatta zehirli gaz gibi sert yöntemler olan Kürtler, 1946’da ‘Çok Partili’ yaşama geçildiğinde sindirilmiş durumdaydılar. 14 Mayıs 1950’de yapılan tarihî seçimlerde bazı Kürt toplum liderleri Demokrat Parti (DP) listelerinden aday olurken, Kürtlerin büyük bir bölümü oylarını ilk kez CHP’ye değil, DP’ye verdiler. Bunun altında yatan en önemli neden CHP’nin 1945’te uygulamaya çalıştığı ancak başarısız olduğu Toprak Reformu idi. Ancak CHP ile Kürt feodalleri arasındaki ittifak 1957’ye kadar sürdü.
DİCLE ÖĞRENCİ YURDU • Türkiye’nin modernleşmesiyle uyumlu olarak Kürt eşrafının da giderek burjuvalaşması sürecinde, bu ailelerin çocukları eğitim için İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlere gelmeye başladılar. Bu gençler için Doğu ve Güneydoğu illerinin özel idare ve belediyelerinin yardımlarıyla kurulan Dicle Talebe Yurdu, ‘Kürtlük bilinci’nin yeniden tanımlanmasında önemli rol oynadı. 15 günde bir çıkan Dicle Kaynağı adlı yayında ‘Doğu Sorunu’ terimi kullanıp, jandarma ve vergi toplayan tahsildarlardan şikâyet ediliyor, baskılar ve yasa dışı uygulamalara karşı çıkılıyordu ama eski isyankârlık yoktu. Nitekim dergi uzun süre yaşayamadı. Buna karşılık Suriye, Lübnan ve Irak Kürtleri arasında solcu ve Kürt milliyetçisi şairlerin şiirleri ki bunların başında Cigerxwin geliyordu, sınırları aşıp Türkiye Kürtlerinden aydın ve din hocaları arasında elden ele dolaşıyordu. Kürt tarihi, uygarlığı ve edebiyatı dünyaya, komşu halklara ve Kürtlerin daha çok kentli kitlelerine ulaştırıldı. Özetle ‘etnik kimlik bilinci’ artık bir avuç Kürt milliyetçisinin özel alanı olmaktan çıkmıştı.
BARZANİ’NİN DÖNÜŞÜ • Bu dönemde yaşanan ve Kürt milliyetçiliğini radikalleştiren iki önemli olayı, 13 Temmuz 2007 tarihli ‘Kımıl olayından 49’lar davasına’ başlıklı yazımda uzunca anlatmıştım ancak okumayanlar için kısaca özetlemek istiyorum. 14 Temmuz 1958’de Irak Kralı Faysal, General Abdülkerim Kasım tarafından kanlı bir darbeyle tahttan indirildikten sonra cumhuriyet ilan eden generalin ilk işi, İran’da kurulan Mahabad Cumhuriyeti’nin önderlerinden olup 1947’den beri sürgünde olan Molla Mustafa Barzani’yi Bağdat’a davet etmek ve Kürtlere Kerkük’ün de içinde olduğu bir otonom bölge sözü vermek olmuştu. 1961’da Molla Mustafa Barzani’nin Irak yönetimiyle savaşa girmesi ve Irak ordusunun yenilgisi İran, Irak, Suriye ve Türkiye Kürtlerinde yeni umutların yeşermesine neden oldu.
49’LAR OLAYI • Bu durum Menderes Hükümeti’ni tedirgin etmişti. 14 Temmuz 1959’da Kerkük’te bir grup Türkmen’in Irak ordusunca katledilmesine misillime olarak, MİT’in (o zaman MAH) önerisiyle bin ila iki bin 500 kişilik bir Kürt grubunun ‘tenkil’ edilmesi fikriyle başlayan ‘beyin fırtınası’ sonucu 49 Kürt aydın idam cezası ile mahkemeye verildi. 49’ların davası sürerken 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşti. Sanıklar demokratikleşme vaadiyle iktidara gelen darbecilerin kendilerini salıvereceğini umarken yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Gerçi tutuklulukları bir süre sonra kaldırıldı ama, 49’lar ancak 1965’te zaman aşımından paçayı kurtarabildiler.
SİVAS KAMPI • 27 Mayısçıların Kürt meselesine buldukları çare ise 1 Haziran 1960’ta bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerinden ve Kürt milliyetçisi olduğundan şüphelenilen 485 kişinin Sivas-Kabakyazı’da açık arazide kurulan bir kampa kapatılmasıydı. Aralık ayında Sivas Kampı sakinlerinden 55 kişi, Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli’de zorunlu ikamete tabi tutuldular.
İddialara göre bu 55 kişinin babaları 1919’da Erzurum ve Sivas kongrelerine davet edildikleri halde katılmayı ‘nazikçe’ (!) reddeden kişilerdi. Yine iddiaya göre, bu kişilerin cezalandırılmasını ihtilalin kudretli albayı Alparslan Türkeş istemiş, Kürt asıllı Cemal Gürsel ise daha yüksek olabilecek sayıyı 55’te tutmuştu. Ekim 1963’te çıkarılan genel afla olay kapanmıştı ama, devletle Kürtlerin arası bir kez daha açılmıştı. (Bu dönemde coğrafi ve yerleşim yeri isimlerinin Türkçeleştirilmesi de tüy dikmişti.)
23’LER DAVASI • 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde Talat Aydemir ve arkadaşlarının başarısız darbe girişimlerinden sonra ülkedeki tüm ‘aşırı uçların törpülenmesi’ politikası uyarınca, 1963 yılında, Kürt milliyetçileriyle kişisel ilişkisi olan Hamewendi adlı Arap emlakçinin üzerinde adı bulunan Musa Anter’le ilişkide olan 23 Kürt, ‘Müstakil bir Kürdistan Devleti’ kurma yolunda faaliyette bulunmak suçuyla tutuklanmışlardı. Tutuklular 1964’te salındı, dava çok sonra sonuçlandı ancak ağır cezalandırma olmadı. Bu 23 kişi, Talat Aydemir ve ekibiyle aynı hapishaneye konulmuştu. İddialara göre darbeci subayların çoğu iyi eğitimli olduğu halde Kürt sorunu ile ilgili bilgili değillerdi, ancak Talat Aydemir, Kürtlerin ‘Ey Raqip’ adlı milli marşlarını söylerken koğuşa girmiş, marşı duyunca hazır ola geçmişti.
SOL VE KÜRTLER • Musa Anter, Yaşar Kaya, Medet Serhat, Naci Kutlay, Kemal Burkay, Methi Zena, Tarık Ziya Ekinci ve Canip Yıldırım’ın başını çektiği bir grup Kürt aydını ise 13 Şubat 1961 tarihinde 12 sendikacı tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katıldılar. Bu grubun oluşturduğu ‘Doğulular’ kanadının etkisiyle, TİP literatüründeki adıyla ‘Doğu Meselesi’ Türkiye’nin gündemine taşındı. İlk kez Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’ın, 1963’te Gaziantep’te yapılan Genel Yönetim Kurulu’ndaki açış konuşması ile getirilen ‘Doğu Meselesi’ 1966’da Malatya Kongresi’nde parti kararlarına girdi.
Buna paralel olarak yayın hayatında da Kürtlerin sesi duyulmaya başlamıştı. Ancak Medet Serhat’ın 1963’te çıkardığı Deng dergisi ancak üç sayı yayımlanabildi. 1966’da yayımlanan Roja Newe (Yeni Akış) ve Dicle-Fırat gibi dergiler de çok dayanamadı. Halbuki bunlar Kürtçe şiirlere ve radikal olmayan fikir yazılarına yer veriyorlardı. TİP çizgisine yakın Sosyal Adalet ve Ant, Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisindeki Türk Solu gibi dergilerde Kürt aydınları seslerini duyurmaya başlamışlardı. Mısır’daki Cemal Abdülnassır hareketinden esinlenen devrimci çizgideki Yön dergisinde Kürt Meselesi ‘Doğu Sorunu’ olarak dile getiriliyordu ama bu sorunun hallini ‘devrimin arkasına’ koyuyordu. Atatürk dönemi aydınlarından Ahmet Hamdi Başar’ın liberal eğilimli Barış Dünyası’nda da Kürtlerin kültürel haklarına yer veriliyordu. Yön’de yazan Dr. Sait Kırmızıtoprak’la Barış Dünyası’nda yazan Musa Anter arasındaki polemikler Kürtleri çok heyecanlandırıyordu. Kürt edebiyatının baş eseri Mem û Zin’in Mehmet Emin Bozarslan tarafından Latin alfabesiyle yeniden yayımlanması da bu dönemde oldu.
DOĞU MİTİNGLERİ • ‘Doğu meselesi’ni kamuoyuna mal etmek için, T-KDP’li muhafazakârlarla ve TİP’li solcular elbirliği yaptılar ve 1967’de çeşitli il ve ilçelerde ‘Doğu Mitingleri’ düzenlendiler. Mitinglerde, Doğu’nun ihmal edilmişliği, jandarma ve polis baskısı, fırsat eşitliğinin olmayışı gibi konular işleniyordu. TİP’i pasif bularak ayrılan Kürt gençlerinin kurduğu Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO), ile Dev-Genç ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) gibi Marksist örgütlerde sol söylemlerle Kürt milliyetçisi söylemler el ele gidiyordu. Bu oluşumlara, Kürt feodallerinin, ağalarının, Cumhuriyet döneminin sürgünlerinin çocukları da katılınca rejimin muhafızlarında alarm zilleri çalmaya başladı.
TÜRKİYE KDP’Sİ • DP ve 27 Mayısçıların dışlayıcı politikalarının yarattığı hayal kırıklığı içinde yeni arayışlara giren dinsel-muhafazakâr eğilimli Kürtler ve küçük bir aydın grubu ise 1965’te Barzani’nin etkisiyle illegal olarak Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni (T-KDP) kurdular. Partiyi kuranlar 1925’te Şeyh Said’in yardımcısı olan Liceli Fehmiye Bilal’ın etkisindeki kişilerdi. İlk başkan Faik Bucak’ın Urfa’da bir eşkıya tarafından öldürülmesi üzerine yerini Sait Elçi aldı. (Kürtler bu olayın arkasında Türk istihbaratının olduğunu düşündüler.) Partinin Kürt kimliğinin kabullenmesi ve kültürel haklarla yetinen ılımlı yapısı bazı Kürt aşiret reislerini etkilemişti. T-KDP legal siyasette, Kürt asıllı Yusuf Azizoğlu’nun içinde bulunduğu Yeni Türkiye Partisi’ni (YTP) destekliyordu.
‘BALYOZ HAREKATI’ • 12 Mart 1971’de askerlerimizin adet olduğu üzere siyasete müdahalesi gerçekleştiğinde T-KDP illegal olduğu için sadece üyelerinin yargılanması ile cezalandırıldı ama ‘Doğu Meselesi’ TİP’in sonunu getirdi. Mahkemenin TİP’i ‘oybirliği’ ile kapatan 20 Temmuz 1971 tarihli gerekçeli kararında, “okuryazar olan belki de olmayan fakat çevresinde geçen olaylar üzerinde ortalama bilgisi bulunan kişilerce, anayasal vatandaşlık haklarından anlayacağı, anayasada Kürt vatandaşlara tanınan hakların dışında kalan konulara ilişkin bir takım özlem ve istekler olabileceği” gibi ilginç bir endişe yer alıyordu. Kapatma kararından sonra TİP liderleri 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Bir kez daha anlaşılmıştı ki, devletin en mutedil biçime de olsa Kürt meselesinin dile getirilmesine tahammülü yoktu!