9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, PKK’nın 1984’te Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlayan süreci 29. Kürt İsyanı olarak adlandırmıştı. Halbuki, 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Said ve 1939 Ağrı isyanları dışındakiler, devletin Kürtlere yönelik ‘tedip’, ‘tenkil’ ve ‘harekat’larıydı.
‘29. KÜRT İSYANI’ MI?
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, PKK’nın 1984’te Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlayan süreci 29. Kürt İsyanı olarak adlandırmıştı. Halbuki, 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Said ve 1939 Ağrı isyanları dışındakiler, devletin Kürtlere yönelik ‘tedip’, ‘tenkil’ ve ‘harekat’larıydı.
1993’te Süleyman Demirel’in ifşa ettiğine göre, bir gün Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendisine gizli bir yazı göndermiş ve şöyle demişti: “Sorunlu bölgeler, köyler ve dağlık bölgelerdeki mezralardan başlamak üzere bölge kademeli olarak boşaltılmalıdır. En fazla 150-200.000 kişi arasında olduğu tahmin edilen PKK destekçilerinin ülkenin Batı bölgelerine dikkatli bir şekilde yerleştirilmesinden sonra, PKK’nın lojistik desteği kesilecek, göç ettirilenlerin de yaşam standartları yükselecek. Bu gruba iş vermede öncelik tanımak lazım. Dağlık bölgelerin boşaltılması ile terörist örgüt izole olacak. Güvenlik güçleri derhal harekete geçmeli ve bu bölgeleri kontrol altına almalı. Bu kişilerin bölgeye dönüşlerinin önlenmesi için, bölgeye büyük barajların yapılması bir diğer alternatiftir…” deniyordu. (Turkish Daily News&Turkish Probe, 16 Kasım 1993) Zamanın Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, köylerin boşaltılması kararını doğrulamış ve bunu PKK’ya karşı bir askeri strateji olarak tanımlamıştı. (Reuters, 30 Temmuz 1994) Anlaşılan ‘pragmatik’ Özal, Osmanlı’dan beri her başı sıkışan yöneticimizin başvurduğu tehcirde büyük hikmet görmüştü. Hele de, bu kişilere gittikleri yerlerde belli avantajlar sağlanırsa, entegrasyon (hadi olmadı asimilasyon) mümkün olamaz mıydı? Olurdu belki ama, bakın neler oldu.
NEO HAMİDİYELER . 1984’te PKK’nın Şemdinli ve Eruh baskınlarından sonra, devlet Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki köyleri önce ‘güvenilir’ ve ‘güvenilmez’ diye ikiye ayrılmıştı. (İkibine Doğru, 13-19 Aralık 1987) ‘Güvenilir’ köyler, Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’na asker veren aşiretlerdi. (Bu aşiretlerin mensupları, 1950’li yıllara kadar eşleri aracılığıyla devletten maaşlarını almaya devam etmişlerdi. Bir okurumun söylediğine göre bunlar arasında Şeyh Said İsyanı’nı planlayan Azadi örgütünün başı olduğu için idam edilen Cibranlı Halit Bey’in eşi de vardı.) İlk korucular, Beytüşşebaplı Jirki Aşireti’nden seçildi. Aşiret reisi Tahir Adıyaman, bir savcıyı ve yedi askeri öldürmekten dolayı idam istemiyle yargılanırken devletle koruculuk anlaşması yaptı ve aşiretine mensup 336 cinayet sanığıyla birlikte takipten kurtuldu. Onu diğer ‘Hamidiye aşiretleri’ izledi. 4 Nisan 1985’te 3175 sayılı Köy Kanunu’na yapılan bir ekleme ile 57 bin korucuya asgari ücretten maaş bağlandı, bunlara daha sonra 12 bin civarında da ‘gönüllü korucu’ eklendi.
ZORUNLU GÖÇ BAŞLIYOR . ‘Güvenilmez’ aşiretler ise bazen açık şiddet, bazen tehdit, bazen yıldırma, bazen de ikna yoluyla köylerinden çıkarıldılar ve önce Batman, Diyarbakır, Hakkari, Şanlıurfa ve Van gibi en yakın şehir merkezlerine göç ettiler. Bazıları OHAL dışında kalan Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Mersin’e göçtüler. Daha gözü kara olanlar Ankara, Antalya, Bursa, İstanbul ve İzmir’de şanslarını denediler. Devletin en son araştırmasına göre zorunlu göç mağdurlarının sayısı 953.680 ila 1.201.200 arasına idi. (Ayrıntılı bilgi için Dilek Kurban’ın 31.12.2006 ve 7.1.2007 tarihli Radikal 2‘lerdeki yazılarına bakılabilir.)
Bu gariban nüfus, hem şehirlerin çeperlerinde, hem de merkezlerdeki çöküntü bölgelerinde, onlardan gayri kimsenin razı olmayacağı, mutfağı ve banyosu olmayan, yarı harabe konutlarda, naylon çadırlarda, bidon evlerde 9-10 kişi sığışarak yaşamaya çalıştılar. Bu ‘zorunlu göçmenler’ hayata tutunmak için meşru, gayri meşru bulabildikleri her işte bütün fertleriyle çalışmak zorunda kaldılar. Çocuklarını okula gönderemediler. Zaten onları kabul edecek okul bulmaları da zordu. Hal böyleyken, hastalıklar, bunalımlar, intiharlar, şiddete başvurmalar, suça karışmalar hiç şaşırtıcı değildi. Zorunlu göçün bir diğer sonucu, radikal milliyetçiliğin artık Türkiye’nin her köşesine yayılması oldu.
GERİ DÖNEBİLDİLER Mİ? Türkiye uzun bir süre problemi reddetti. 2002 yılında BM Yerinden Edilmiş Kişiler Temsilcisi Francis Deng’in raporu üzerine ilk diyalog başladı.Avrupa Birliği bu sorunla 2003 yılında ilgilenmeye başladı. Peki devlet bu sorunu çözmek için ne yaptı? Dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun Haziran 2005’te yaptığı açıklamaya göre resmi rakam olan 355,803 kişiden 125,539’ü ‘güvenli’ biçimde köylerine dönmüştü. Ancak, 18 Kasım 2005’te durumu yerinde görmek isteyen İnsan Hakları Örgütü, Diyarbakır’ın Hazro ilçesinin Koçbaba köyüne bir ziyaret yaptı. Devlet listesine göre 27 hane, 278 kişi geri dönmüş iken, köyde 13 hane ve 69 kişi yaşıyordu. Yakındaki Çiftlibahçe’de ise hükümete göre 49 hane dönmüştü ve rakam doğruydu. Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Duru köyünde devletin listesine göre 207 hane ve 346 kişi varken, örgüt 10 hane buldu. Yine Lice’ye bağlı Dibek köyünde 16 hane değil, kimse yoktu. Bingöl’e bağlı Esmataş ve Kırık köyleri hiç boşaltılmamıştı ancak devletin listesinde geriye dönenler arasında sayılmışlardı. Bazı durumlarda köyler geri dönmüş olarak gösteriliyordu ancak köyü iskan edenler koruculardı. Bunun gibi daha nice örnek vardı. (Human Rights Watch (HRW) Report, 7 March 2005, Vol.17, No.2/D)
ZARARLARI TAZMİN EDİLDİ Mİ? Devletin uygun bulduğu terminoloji ile ‘Terörden doğan zararların giderilmesi için’ çıkarılan 5233 sayılı yasa, sadece ‘terör’ yüzünden zarar görenleri kapsadığı, buna karşılık yaygın şiddet yüzünden kaçmak zorunda kapsamadığı, giderilecek zararların ne olduğu tarif edilmediği, şikayetlerin iletileceği komisyonlar devletçe oluşturulduğu, izlenecek prosedür çok karmaşık olduğu, etkili bir temyiz mekanizması olmadığı için ve daha onlarca neden yüzünden yaralara merhem olmadı.TBMM raporuna göre, Temmuz 2005 itibariyle örneğin Diyarbakır’da yapılan 18.240 başvurudan sadece 369’u, Batman’da 5.847 başvurudan 328’i, Bingöl’de ise 14.105 başvurudan sadece 124’ü kabul edilmişti. Talepleri kabul edilenlere ödenen tazminatlar ise komik düzeydeydi. (Zarar Tespit Komisyonları’nın sorunları nasıl çözdüğünü (!) merak edenlere: Human Rights Watch 2006 Türkiye Raporu,hrw.org/turkish/backgrounder/2006/turkey1206/turkey1206tuweb.pdf).
GÜVENLİKLERİ SAĞLANDI MI? Ama geriye dönenleri bekleyen sadece yokluk, işsizlik, açlık değil, sayıları 70 bine varan korucular da bekliyordu. Bunlar öyle bir gruptu ki, resmi rakamlara göre 1985-2006 tarihleri arasında 5.129 korucu çoğu terör, cinayet, kaçakçılık, ırza geçme gibi ağır suçlar işlemişti. (http://www2.tbmm.gov.tr/d22/7/7-6226c.pdf)
Bir de her yıl onlarca kişinin canını alan kara mayınları sorunu vardı. Çünkü, Türkiye’nin sahip olduğu 3 milyon kara mayınından 920 bini sınır boylarındaki Ardahan, Batman, Diyarbakır, Doğubeyazıt, Gaziantep, Hakkari, İskenderun, Kağızman, Kars, Mardin, Şanlıurfa, Şırnak ve Van’da, sınır ili olmayan (acaba neden?) Tunceli ve Siirt’e yerleştirilmişti ve bunların temizlenmesi için somut bir adım atılmıyordu. (Landmine Monitor Report, 2005-Turkey. www.icbl.org)
Daha pek çok dertleri olan bu insanlar büyük bir sabırla devletçe ve Türk halkı tarafından fark edilmeyi ve elbette sorunlarının çözülmesini bekliyorlar. İnsan sormadan edemiyor: Acaba PKK ile mücadeleye ayrılan 400 milyar, daha işin başında bölgenin ve ülkenin refahı için harcansaydı bütün bunları yaşar mıydık?