0 0
Read Time:75 Minute, 52 Second

‘VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ!’

Türkiye’de kaç Kürt yaşadığını tam olarak bilmiyoruz çünkü 1965 sayımından beri etnik kökene ve dile dair sorular sorulmuyor. Tahminler, toplam nüfusun yüzde 7’si ile 12’si arasında oldukları yönünde. Sayılarını bilmiyoruz ama Kürtlerin yıllarca gizli ya da açık Kürtçe konuşma yasağı ile boğuştuğunu biliyoruz. Bu yasakları delmeyi kafasına koyan Turgut Özal ne yazık ki, projelerini yaşama geçirme fırsatı bulamadan vefat etti. 1991’de DYP ve SHP’nin kurduğu koalisyon hükümeti, SHP içindeki HEP’lilerin etkisiyle, Kürt adına doğrudan değinmeden ‘Türkiye’de kendi kültürel kimliklerini ifade etme ve geliştirme durumunda olması gereken farklı etnik grupların’ varlığından söz ediyordu.

KÜRTÇE YEMİN KRİZİ . 6 Kasım 1991’de, milletvekillerinin yemin töreni sırasında yaşanan Kürtçe yemin krizi, yedisi DEP’li, biri bağımsız, sekiz milletvekilinin ağır hapis cezalarına çarptırılmaları ile sonuçlandı. 1993’de Tansu Çiller, Kürtçe yayın ve eğitim konusunda olumlu düşündüğünü açıkladı, ancak partisindeki ve ordudaki sertlik yanlılarının muhalefeti yüzünden bundan vazgeçti. Alparslan Türkeş Kürtlerin büyük çoğunluğunun Türk soyundan olduğunu söylerken, köy korucu sistemine büyük destek veren Kürt aşiretleri de bu politikaya uyum göstermişler ve MHP’ye büyük ölçüde oy vermişlerdi. SHP ve CHP’nin tavrı ise Kürtlerin kültürel haklarını desteklemekle birlikte Türkçenin resmî dil ve bütün ülkede ortak eğitim dili kalması yönünde olmuştu. RP, Kürtleri İslam ümmetinin bir parçası gördükleri için konuya gayet sıcak yaklaşmıştı. ANAP ise, bazı Kürt kökenli milletvekillerinin zorlaması ile Kürtçe eğitim hakkı dahil, Kürtlerin kültürel hakları konusunda bazı girişimlerde bulunmuş ama nedense 1995’te Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki oyları ciddi bir gerilemeye uğramıştı.

ANADİLE GEÇİT YOK . Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından günümüze kadarki dönemde, Avrupa Birliği’nin zorlamaları ile bazı olumlu gelişmeler olmakla birlikte Türkiye ‘anadil’ konusunda son derece muhafazakar davranmaya devam etti. Örneğin sadece bir bildirge olduğu için herhangi bir bağlayıcılığı olmayan BM Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi’ne (1992) konsensüs yoluyla katıldı ama bir ‘yorum beyanı’ ekledi. Aynı şekilde 1 Mart 1998’de yürürlüğe giren Bölgesel ya da Azınlık Dilleri Avrupa Şartı (1992) ile Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ni de (1995) imzalamadı. Türkiye’nin ancak 15 Ağustos 2000’de imzaladığı 1966 tarihli BM Uluslararası Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27. Maddesi, “Etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların bulunduğu bir devlette böyle bir azınlığa mensup bulunan kişilerin gurubun diğer üyeleriyle birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadeti etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenemez” dediği halde, Türkiye bunun gereklerini yerine getirmemekte direniyor. Üstelik şimdi bir de, ilkelerini sürekli çiğnediği BM’nin Güvenlik Konseyi üyesi oldu!

GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Altı gündür özetlemeye çalıştığım tarihçe, Kürtlerin kimliklerinin tanınmasıyla ilgili taleplerinin PKK ile başlamadığını, dolayısıyla, PKK’yı veya onun uzantısı sandığımız oluşumları yok sayarak veya yok ederek içine kısıldığımız kapandan kurtulamayacağımızı, aynı şekilde, her ne kadar, tarihsel ve güncel nedenlerle uluslar arası boyutları olsa da, sorunun köklerinin bu topraklarda, bizim tarihimizde olduğunu göstermiştir diye umuyorum.

Bundan birkaç yıl öncesine kadar, Kürtler, haklı taleplerine meşruiyet sağlamak için Türk ulusçuluğunun doğuş anına gönderme yapıyorlardı. Milli Mücadele’de ‘Kürtler’ olarak yer aldıklarını, bunun karşılığında kendilerine bazı sözler verildiğini, ama bu sözlerin tutulmadığını söylüyorlardı. Bu iddialarında da büyük ölçüde haklıydılar. Ancak, Kürtlerin unuttuğu bir şey vardı. O da her milliyetçiliğin diğer milliyetçilikleri dışlayarak var olabileceğiydi. Öte yandan bu tarihçe, başından beri devletin sıkı sansürü altında yaşayan Türk tarafınca çok iyi bilinmediği için, Kürt taleplerinin PKK ile başladığını iddia eden resmi söylem genel olarak kabul görüyordu. Osmanlı’dan beri ‘millet-i hâkime’ olarak hüküm sürmeye alışmış Türklerin idrak etmesi gereken husus ise, eğer milliyetçilik denilen şey meşru ise Kürt milliyetçiliğinin de en az Türk milliyetçiliği kadar meşru olduğuydu. (Milliyetçilik hakkındaki düşüncelerimi ilerde yazacağım.)

1920’lerde, Wilson’un 14 İlkesi uyarınca ulus-devletini kurmayı başaramayan, ya da buna destek verilmeyen tek halk Kürt halkıydı. Ancak bunun çeşitli nedenleri vardı. Bilindiği gibi ulus-devlet kapitalist gelişmenin belli bir aşamasına tekabül ediyordu. Halbuki Kürtler o tarihte sosyo-ekonomik açıdan o aşamaya henüz gelmemişlerdi. Nitekim, erken dönem Kürt milliyetçiliğinin kanaat önderleri, Osmanlıcılık ile bağımsızlık arasında değişik bölünmeler yaşadılar.

FARKLI EĞİLİMLER . Örneğin Türklerle Kürtlerin din kardeşi olduğunu söyleyen Seyit Abdülkadir ve yandaşları Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı kalırken, bir grup Kürt seçkini Anadolu’daki direniş hareketine katıldılar. Ancak bunların da bir bölümü, Ermenilerin Anadolu’ya dönemeyeceği kesinleştikten sonra Türklerle kurdukları ittifakı gözden geçirdiler ve özerklik veya bağımsızlık için uğraşmaya başladılar. Ama bu süreçte, Cibranlı Halit Bey ve Bitlisli Yusuf Ziya Bey örneklerinde olduğu gibi, Hamidiye Alayları’na asker veren Sünni aşiretlerin mensupları, bir zamanlar ezdikleri ve zulmettikleri Alevi aşiretlerin desteğini alamadılar. Nitekim, Koçgiri, Alevi isyanı sayıldığı için Sünni Kürtlerin/Zazaların desteğini; Şeyh Said isyanı ise Alevi (Kızılbaş) Kürtlerin/Dersimlilerin desteğini sağlayamadı.

Hiçbir zaman yürürlüğe girmeyen Sevr Antlaşması’nda öngörülen bağımsız bir Kürdistan uğruna Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devletini bile kabul eden Şerif Paşa veya Kürt Teali Cemiyeti’ni kuran Bedirhaniler Batı’yla işbirliğine yöneldi. Bir ayağını İngilizlerde bir ayağını Türklerde tutan, hatta İngilizlere karşı Ankara ile askeri ittifaka bile yanaşan Şeyh Mahmud Berzenci veya 1922’de İranlılara yenildikten sonra Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Batı İran’daki Şekak aşiretinin reisi Simko İsmail Ağa gibi unsurlar ise Kürt ulus-devletinden çok kendi feodal beyliklerini kurmayı hedefliyordu.

HÜKMEN YENİK . Buna, İngilizlerin önceliğinin Arap coğrafyası olmasını, tarihi boyunca önceliği Hıristiyan azınlıkların hamiliğine vermiş olan Fransızların İngiltere’ye karşı güçlü bir Türkiye uğruna zaten pek ilgili olmadıkları bu Müslüman grubun kaderine ilgisiz kalmalarını, Sovyet Rusya’nın kaypak politikalarını eklersek, Birinci Dünya Savası sonrasında Kürtlerin neden Wilsoncu ‘kendi kaderini tayin hakkı’ndan yararlanamadığını/yararlandırılmadığını anlarız.

Aslında bu değerlendirmeyi Kürtler de büyük ölçüde kabul etmişlerdi. Kürtlerin kabul edemediği, yeni kurulan devletin giderek katı bir Türkçülüğe yönelmesiydi. Buna tepkilerini esas olarak 1925 Şeyh Said ve 1930 Ağrı isyanlarıyla göstermişlerdi. Ancak, devletin Kürtlere tepkisi çok daha sert oldu. Modernleşme sürecine Kürtleri dahil edecek projeler geliştirmek yerine onları zorla asimile etmeyi, ezmeyi, hatta imha etmeyi tercih ettiler. Bu da doğal olarak aslında yeni rejime uyum sağlamaya hazır kesimlerin bile etnik kimliklerine, bölgelerine, aşiretlerine, mirlerine, şeyhlerine, seyitlerine daha çok bağlanmalarına neden oldu.

SÖMÜRGECİLİK SONRASI . Tarihçesini anlatmayı ileriye bıraktığım 1937-1938 ‘Dersim Tedip Harekâtı’ndan sonra Kürt milliyetçiliği uzun süre sesini çıkaramadı. 1950’lerden itibaren, Türkiye’deki modernleşme ve görece demokratikleşme süreciyle uyumlu olarak Kürtler de kendilerini daha rahat ifade etmeye başladılar. Modernleşme sürecinin ivme kazandığı 1960’larda, ağırlıklı olarak öğrenci ve aydınlardan oluşan bir kesim, 1920’lerin, 1930’ların milliyetçi söylemlerini popüler bir tarzda da olsa yeniden canlandırmaya çalıştılar. Bu dönem, dünyada sömürgeciliğin tasfiye olduğu, eski ‘sömürge halkları’na ‘kendi kaderini tayin hakkı’nın tanındığı yıllardı. Kürtler sömürge halkı olmadığı için bu haktan yararlanamazlardı ama, ‘sömürge olmayan halklar’a tanınan azınlık haklarından yararlanabilirlerdi. Ancak bunu sağlayacak projeleri hem iç sorunları hem de devletin göz açtırmaması yüzünden geliştiremediler.

ÜÇÜNCÜ DENEME . 1980’lerden itibaren, Kemalist ideoloji ile göbek bağını koparamamış Türk soluyla yolunu ayıran Kürt solu, Türk radikal solunun 1960 ve 1970’lerde savunduğu ‘ulusal demokratik devrim’ tezinden esinlenen, ‘Kürt ulusal demokratik devrimi’ teziyle gerilla mücadelesine yöneldi. Bu örgütlerin en güçlüsü PKK’ydı. PKK, uluslar arası hukukun ‘sömürge olmayan’ halklara tanıdığı azınlık haklarına (ve genel olarak üçüncü kuşak haklara) atıfta bulunularak ‘kendi kaderini tayin hakkı’ söylemini tekrar gündeme getirmeye kalkıştı. Meşruiyetini de şiddete dayanarak sağlamaya çalıştı. Bir süre sonra, uluslar arası arenada tanınmayı başardı. PKK, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye tesliminden sonraki altı yılda şiddete ara verdiyse de, esas olarak devletin hiçbir adım atmamasından, tali olarak da ‘Irak ve İran faktörü’ yüzünden iki yıl önce silahlı mücadeleye tekrar döndü/döndürüldü.

LEGAL SİYASETE İZİN YOK . PKK’nın hala nihai şeklini almadığı görülen politikaları, legal Kürt partileri tarafından belli ölçülerde desteklenmekle birlikte bu partilerin PKK’dan farklılaşan yönleri de vardı. Ancak devlet bu farkları görmezden gelerek, legal Kürt partilerini sürekli siyasetin dışına itti. HEP, DEP, DEHAP, HADEP devletin uzlaşmaz tavrının kurbanı oldu ve kapandı/kapatıldı. Legal siyasi partilerin boşalttığı alanı da illegal örgütler doldurdu. Sıra DTP mi, göreceğiz. Eğer DTP’de ise, onun yerini neyin dolduracağını da hep birlikte göreceğiz.

Peki, bu tehlikeli sarmaldan nasıl çıkabiliriz? Esas alanı tarih olan biri için, çözüm önerileri sunmaya kalkmak haddini aşmak olur. Üstelik bu konuda son günlerde Taraf‘ta çok güzel yazılar yayımlandı. Örneğin 22 Ekim 2008’te yayımlanan Emekli Büyükelçi Akın Özçer’in ‘Türkiye terörle mücadelede ne kadar samimi’ başlıklı yazısını, hem Türk, hem de Kürt milliyetçilerinin tekrar tekrar okumasında büyük fayda var.

NİYETİMİZ NE? Ama yazıda anlatılan ‘İspanyol modeli’nin başarılı olabilmesi için öncelikle her iki tarafın da, ‘aslında’ ne istediğine karar vermesi gerekiyor. Türk milliyetçiliği 85 yıldır ‘etkisiz hale getirmeyi başaramadığı’ bir başka milliyetçilikle sürekli çatışma halinde yaşamaya, hatta ülkesinin ortasından bölünmesine hazır mı? Yoksa diğer etnik, dinsel veya dilsel gruplarla birlikte, uluslar arası hukukun ve insan haklarının vardığı çağdaş düzeye uygun demokratik bir ülkede yaşamayı mı tercih eder? Aynı şekilde Kürt milliyetçiliği de karar vermeli. Kötülüğü, çirkinliği defalarca ispatlanmış 19. yüzyıl paradigmalarına sarılarak, büyük ihtimalle eleştirdiği Türk ulus devletine benzeyecek kendi ulus-devletini kurmak uğruna (ki kullandığı yöntemler bunu düşündürüyor), sonu belli olmayan kanlı bir savaşta hem kendi halkını hem Türk halkını yıkıma götürmeyi ahlaki buluyor mu? Yoksa daha kozmopolit, daha demokratik, daha gelişmiş bir ülkenin oluşturulmasına katkıda bulunarak, her iki halka da mutluluk vermeyi mi tercih eder?

Eğer niyetler ikincilerse öncelikle karşılıklı silah bırakma, ardından, özgürlükleri, çoğulculuğu ve anayasal vatandaşlık anlayışını hedefleyen bir demokratikleşme paketiyle; Suriye, İran, Irak ve özellikle Irak’taki Kürdistan Bölge Yönetimi’yle sağlıklı ilişkileri hedefleyen bir dış politika anlayışıyla işe başlayabiliriz. Yok, birincilerse her iki tarafa da geçmiş ola…

Yazarın Notu: Yazı dizisinin web sayfasına aktarımında bazı sorunlar yaşadık. Bunlar esas olarak her zaman olduğu gibi, gazete sayfasında çerçeve olarak verilen bölümlerin ana metne yedirilmesinin zorluğuyla ilgiliydi. Yani, çerçeve içinde verildiği zaman bağlam veya kronolojik açıdan sorun yaratmayan bazı bölümler, web nüshalarında ana yazıdan kopuk görünebiliyordu. Ancak, dizinin 3. yazısının web nüshasında ‘Şeyh Said İsyanı’nın mahiyeti neydi?’ başlıklı bölüm, isyanın anlatıldığı yerin hemen altına konabilecekken, yanlışlıkla Ağrı İsyanı ve Dersim’le ile ilgili bölümün altına yazılmıştı. Nedenini çözemediğimiz bir teknik engel yüzünden bu karışıklığı web sayfamızda hala düzeltemedik. Kronolojik olarak dönemle ilgili olmayan Rıza Nur-Ziya Gökalp çerçevesi de yukarıda anlattığım ‘çerçeve’ sorunlarına bir örnekti. Bunlar ve farkına varmamış olabileceğim başka hatalar için özür diliyorum.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8
News Reporter