Milli Devlet, Modernleşme ve Kürt Sorunu / Haluk Gerger
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, özetle, “Mübadele ve Ermeni Tehciri olmasaydı milli devleti kuramazdık” demiş Brüksel’deki bir konuşmasında. Söyleyen kişiden çok, zihniyeti göstermesi ve sadece düne ya da bugüne değil, yarınlara da ışık tutması bakımından önemli bu sözler. Bu zihniyet -tedhişci Türkçülük- yakın tarihimizde İttihatçılıktan Kemalizme, oralardan da günümüze, düzenin şovenizm ve militarizm kıskacına uzanıyor. Ermeni Soykırımı’ndan Mübadele’ye, Varlık Vergisi’nden 6-7 Eylül’e, Kürt bastırmalarından Kirli Savaş’a uzanan bir acılı tarihi yaratan zihniyet bu. “Ya sev ya terk et”in Erdoğancasının “pompalı” tercümesi de buna eklenince, söz konusu Zihniyetin egemenliğinin bütün ağırlığıyla toplumun ve geleceğin üzerinde yerleşmiş olduğunu bir kez daha görüyoruz. Şimdilerde de o “Milli Devlet”in elde silah Kürtlere karşı savunulduğu söylenmiyor mu?
Savunma Bakanı ile Başbakan’ın söylediklerinin içsel bağlantısını da o malum zihniyette ve tarihsel süreç içinde bulmak mümkün. Kürt Sorunu bakımından da hayati önemde bu Zihniyetin ve onun yarattığı “Milli Devlet” projesinin kavranması.
Bugün Türkiye’de iki olgu birbirleriyle bağlantılı biçimde ele alınıyor. Buna göre, “Kürt Sorunu”, “Kemalist modernleşme”deki aksaklık ve eksikliklerden kaynaklıdır esas olarak. İddia edilen şu: Şayet, Kemalist “modernleşme ve aydınlanma”nın gerekleri tam anlamıyla yerine getirilebilseydi, bugün “Kürt Sorunu” da olmazdı. Bir başka ifadeyle, Kürt Sorunu, feodalizmin tasfiye edilememesi nedeniyle bugünkü boyutlarına varmıştır. Sadece bu bile, “kapitalist modernleşme”nin ve “Kemalist Aydınlanma”nın ardındaki politik-stratejik saikleri göstermeye yeter.
Oysa “Kemalist modernleşme” diye anılan ve sadece milli burjuvazi yetiştirmeye, kapitalist ilişkilerin inşasına, çağdaş yaşam projesine bağlanan sürecin “Türkçü-tekçi” stratejik yönelimi genellikle göz ardı ediliyor, özünde, baskın yanının bu olduğu dikkate alınmıyor. “Kapitalist modernleşme”de kaçınılmaz bir aşama olması gereken “feodalizmin tasfiyesi”nin bile, özünde, ekonomik-sosyal-kültürel değil, politik-ideolojik bir anlayışla ele alındığı, ırkçı-şoven-militarist tasarımın bir parçası olduğu ortada. Sözde aydınlanmacı zihniyetin milliyetçi-militarist karanlıklara tekabül ettiği buradan rahatlıkla görülebilir.
Kısacası, “kapitalist modernleşme”deki feodalizmi tasfiye çabaları, şoven-militarist projeye bağlı olarak ve bu kendine özgü karakterinden dolayı, burjuva düzeninin nesnel sosyo-ekonomik çıkar ve zaruretlerinden daha fazla, politik/ideolojik ihtiyaçlara, tedhişci Türk milliyetçiliğinin gereklerine göre değerlendirilmiştir.
Örneğin, “Kemalist Inkılab”ın ideologlarından Şevket Süreyya Aydemir, Marksist döneminden kalma yöntem kırıntılarını da kullanarak, o dönemde şöyle yazmıştır:
“Osmanlı İmparatorluğu devrinde Van ve Diyarbakır eyaletlerinin tarihi, bu yerlerde Türk nüfusunun, Türk dilinin ve Türk harsının ezilmesi, temsil olunması [teslim alınması?] ve yabancılaşması tarihi oldu. Osmanlı tarihinin bütün devirleri, Van ve Diyarbekir eyaletlerinde, iktisaden ve hukuken serbest Türk köylü ve şehirlisiyle, ferdin iktisadi ve hukuki esaretine ve sıkı bir toprak bentliğe istinat eden Kürt feodalizmi arasındaki cidal ile geçer. Bu mücadelede Osmanlı sarayını biz, daima Türkün aleyhine cephe almış görürüz…
“[İran’a karşı önlem alma saikiyle, Doğu Anadolu’da] kalabalık ve ileri bir Türk nüfusu, uzak yaylalarda yaşayan iptidai bir Kürt ekalliyetinin iptidai rejimine, geri ve siyal bir toprak köleliğine kurban verildi. İstanbul’da mevzi alan Osmanlı sarayının bütün nameleri ve fermanları, bu yerlerde Türk kanının, Türk hukuk ve nizamının bozulması ve dağılması için yazıldı.
“Türk serbest iktisat ve cemiyet nizamıyla Kürt feodalizminin mücadele ettiği yerlerde, tekke, bu feodalizmin bir vahşi teşkilatıdır ve bu teşkilatın hedefi, Türk nüfusunun dilini, dinini ve serbest tefekkürünü izale etmektir… Fakat tekkenin ve şeyhin manevi silahları olmasa, Kürt toprakbentliği derhal müttekasız ve mukavemetsiz kalır…
“Türk köylüsünün Kürtleşmesi, Türk köyünde küçük çiftçiliğin serbest toprak mülkiyetinin tasfiyesiyle başlar. Eski hükümetlerin her türlü himayeleriyle etraflarındaki Türk nüfusu aleyhine her gün biraz daha silahlanan ve azan Kürt aşiretinin tasallutu karşısında bir gün, ya canından, ya toprağından geçmek ızdıratında kalan Türk köylüsü toprağını bu Kürt beyine terkedince, derhal, bu beyin arazisinde çalışan bir canlı ‘meta’, bir ‘toprak kölesi’ haline düşer. Artık onun hem malı, hem canı, hem namusu Kürt beyinin malıdır. Artık onun kendini Kürt sayması, Kürtçe konuşması ve beyin adamlarının ardında derhal köye gelip yerleşen ızbandut gibi bir tarikat şeyhinin, her gösterdiğine tapması, her dediğine inanması lazımdır. Fakat bu da kifayet etmez. Kürt beyi her zaman asidir. Yeni tebaanın da beyinin isyanına iştirak etmesi, onun cinayetlerine şerik olması lazımdır… Dininden, milliyetinden ve mülkiyetinden tecrit olunan bu zavallı mahlûk, artık bir vergi kaçağı, bir asker kaçağı, bir sabıkalı, bir vahşi unsurdur. Kürt beyi tahakkümünü, Kürtleştirilmiş Türkün, toprağı, kanı, milliyeti, dini ve namusu pahasına yaşatır…
“Toprak, yurt ve istihsal vasıtaları sahibi kılınacak Kürtleşmiş Türkün kendi diline ve öz iktisat nizamına dönmesi, oralarda serbest mübadele usullerini ve Pazar münasebetlerini genişlettirecek ve bu genişleyen münasebetler Türk milletinin siyasi ve iktisadi tecanüs ve vahdetini temin edecektir…
“Ağrıdağ’ı gerilerinde pusuda bekleyenlerin sinsi kasitleri, toprağından, milletinden ve mülkiyetinden tecrit edilip iktisaden bir canlı meta, ruhan bir kara çamur ve hukuken bir mücrim haline getirilen Türk vatandaşının, toprağı, hürriyeti ve hakkı tamamlandığı gün kendiliğinden akim kalacaktır…”[1]
Kemalist aydınlanmanın bir başka ideologu İsmail Hüsrev de “müstakil Kürt hükümetçikleri” olarak tanımladığı feodal toprak mülkiyetinin tasfiyesini şöyle savunmuştur: “…vakıa olarak şunu da tesbit etmek lazımdır ki, bu Kürtçe konuşan aşiretlerin, Şark vilayetlerinde bir çok Türkleri de cebirle Kürtleştirdikleri yeni Kürtçe konuşan aşiretlerin anasırı haline getirdikleri görülmektedir….Milli inkılabın burada derebeyliği tasfiye ederek kurtaracağı ve milli mikyastaki iş birliğine alacağı iki unsur vardır: bir köle haline getirilmiş iş kuvvetleri, diğeri de Kürt aşiretleri içinde eriyen Türk unsurudur… Şarkta derebeylik nizamile yapılacak mücadele ancak inkılapçı bir tasfiye hareketi olabilir. Bu nizam, nizam olarak kül halinde ortadan kaldırıldığı takdirde Türk inkılâbı daima yanı başında cerahat fışkıran ve harici müdahalelerle takviye edilen bir irtica kaynağını kökünden temizlemiş olacaktır.” Hüsrev, yaklaşık bir yıl sonra yazdığı bir yazıda, “feodal tasfiye”nin politik amacını daha net bir biçimde ifade etmiştir: “Mıntıkalara göre ıslahata gelince; böyle bir reformun şekli Şark vilayetlerine göre başka, Anadolunun diğer kısımlarına göre başkadır. Birincisinde daha ziyade içtimai-siyasi (social-politisch), ikincisinde içtimai-iktisadi (social-ekonomisch) bir mahiyeti haizdir. Şark vilayetlerinde derebeyliğin kül halinde tasfiyesi ve toprağın bila bedel köylüye tevzii, milli bütünlüğün temini bakımından bilhassa zaruridir. Orada bilhassa Kürtçe konuşulan sahalarda için için kaynayan gayrı milli hareketlerin, irticai cereyanların gıda aldığı içtimai zümreler, köylüsü ile beraber geniş topraklara tahasup etmiş beylerdir. Toprağın köylüye doğrudan doğruya tevzii demek bey ismini taşıyan irtica kaynağı bir sınıfın ve bu sınıfla beraber Kürt meselesinin kökünden tasfiyesi demektir… İstihsal tekniğinin rasyonelleşmesi davası ilah… buralarda şimdilik ikinci hedef olarak kalacaktır.”[2]
İlerici “feodalizmin tasfiyesi” olgusunun böylesine gerici-şoven saiklerle harmanlanması, özünün boşaltılıp anlamının saptırılması, “modernleşme,” “kuruluş felsefesi,” “sistemin mayası” konularında çok öğretici sayılmalıdır.
Bu anlayış, İsmet İnönü’nün, yeni yönetimin görevini, “Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip alacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır…”[3] biçimindeki formülasyonunda en veciz ifadesini bulmuştur. Ne var ki, bu ideolojik formülasyon eksiktir. Eksiği, “kesip alınamayanlar”la ilgili olarak söyledikleriyle, adalet bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt tamamlamıştır: “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”[4]
Bütün bu alıntılar, “Türkiye modernleşmesi”nin iktisadi (kapitalizm) boyutu ile Türk şovenizminin devlet yapısı, ideolojik/politik/hukuki üstyapısı arasındaki organik bağı vurgulamanın gereğini; bu “modernleşme” hamlesinin, salt modern kapitalizmin inşası, burjuvazi yaratılması ve Batılılaşma hareketine indirgenemeyeceğini göstermiş olmalıdır. Sürecin böyle, “şovenist-militarist” boyutuyla kavranması, “Kürt Sorunu” bakımından hayati önemdedir.[5]
Sonuçta, Ziya Gökalp’in deyişiyle, pek çok farklı etnik unsurdan oluşan “suni topluluklar”ın idamesi yerine, Anadolu Türkü’ne dayalı yeni bir kuruluşa geçmek iradesi hâkim kılınmıştır. Bu amaç ile, elbette uluslararası ekonomiye eklemlenmek ve beynelmilel sermaye ile çok yönlü ilişkilenmek üzere, “milli” kapitalizmi kurmak ve bir “Türk burjuvazisi” yaratmak hedefi iç içe geçmiş, birlikte yürütülmüştür.
Önce piyasa mekanizmalarına (liberalizme), sonra, iktisadi koşullar dayattığında, İttihatçı kökene, ardından da, kurulan yapıya ve kurucu ideolojiye daha uygun bürokratik müdahaleye (devletçilik) dayandırılan “milli” kapitalizmi ve burjuvaziyi geliştirme projesi, “Türkçülük”le beraber gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. “Ulusal Pazar” ve “yerli müteşebbis,” tek bayrak, tek dil, tek millet anlayışıyla birlikte kotarılmış, sonrası da beynelmilel sermaye ve Batı potası içinde doğal mecrasına akmaya bırakılmıştır.
Bu anlayış, Lozan’da resmiyet kazanmış azınlıklar (Ermeniler ve Rumlar) açısından farklı bir formül geliştirmiştir. Bunu, Burhan Asaf (Belge) öz ve nezih bir biçimde şöyle ifade ediyor 1933 yılında: “Almanya’daki Yahudi aleyhtarlığı, umarız ki, bizimkilere bir ders olur. Türk kadar misafirperver olmak için, Türk kadar tarih içinde efendi millet olmuş olmak lazımdır. Fakat, her misafirliğin sonu, ya evdekilere karışmak yahut misafirliği uzatmamak değil midir? Bizim azlıklar, evdekilere karışmasını, şimdiye kadar hiç bilmediler. Fakat bundan sonrası için bunun samimi yollarını, biz göstermeden kendilerinin arayıp bulmaları, şüphe yok ki, hem onların hem de bizim lehimizedir.” [6]
Bu milliyetçilik, Avrupa’da, toprağa bağlı ve emeğe dayalı, yurtsever-hümanist-romantik duyguyla başlayıp, daha sonra, gelişmekte olan kapitalizmin ulusal pazar ve yasal-politik-ideolojik gereksinimine bağlı bir “milli irade” uğrağında genç burjuvazinin gereksinimlerine uyarlanan, ardından da, sanayileşme, tekelleşme, emperyalizm süreçleriyle yıkıcı, şoven, saldırgan doğal uzantısıyla sonlanan süreçten farklılık göstermiştir. Avrupa dışında ortaya çıktığı pek çok yerde ithal geç milliyetçilik, özellikle kurucu seçkinlerin toplumsal mühendislik ve devlet kurma süreçlerinde, daha baştan tepkici, şoven, gerici, yıkıcı, ötekine düşmanca muhalif, kuşkucu, özgüvensiz, dışlayıcı, bölücü, zorba, militarist ve benzeri niteliklerle malul, evrensel-hümanist değerlere hasım bir duygusallıkla doğmuştur. Aynı zamanda Batıcılık ile çelişmeyen, bağrında, kozmopolit işbirlikçiliği, uluslararası sermaye ile organik bağların kurulmasını ve emperyalizm ile ittifakı barındıran bir bünyeyi de yaratmıştır.
Tabii hemen eklemek gerekir ki, “Batılılaşma” kavramı, Batı’yı Batı yapan pek çok öğeyi dışlayan, reddeden, yer yer düşman sayan bir “Türkçülük” ile içiçe geçmiştir. Bu anlayışta, her şeyden önce, sınıflar mücadelesi çerçevesinde oluşmuş toplumsal yapı ve onunla hayat bulan ilerleme, özgürleşme, ilerici-hümanist-demokratik gelişme ve bireysel/toplumsal kurtuluş (emancipation-liberte) dinamikleri hasım alınmıştır. Kapitalizmin kutsal hedef olarak kabulü, onun doğal dinamiklerinin reddiyle birleşince, hayatla inatlaşan bir çelişkiler yumağı değerler kargaşası yaratmıştır. “Sınıfsız kaynaşmış toplum” ve “milli birlik ve beraberlik” fetişizmi, “iç ve dış düşman”la beslenen yapı içinde toplumu peşini bırakmayan bir perspektif çarpıklığına mahkûm etmiş, etkileri bugüne gelen bir deformasyon etkisi ile “modernleşme”yi şirazesinden çıkartmıştır. Yukarıda belirtilen süreklilik, sistemin yapısal-ideolojik özünden kaynaklanan üstbelirleyici öğe, bu noktada da karşımıza çıkmaktadır. Bu makalenin yazarı, 141–142. madde tartışmaları çerçevesinde Süleyman Demirel’e, “ülkenin sanayileşmesinin mimarı” savını anımsatarak, bunun doğal sonucu olan işçi sınıfının gelişimini izleyen politik/ideolojik/örgütsel olguların önünü tıkama gayretlerindeki garabeti ve çelişkiyi sorduğunda, aldığı yanıt, ancak ve sadece “böyle bir demokrasiye ve özgürlük anlayışına inanmıyorum” sığlığında olabilmiştir.[7] Ne var ki, bu düşüncenin sığlığın ötesindeki “gelenek” ve kaynakları, ancak burada anlatmaya çalıştığımız sistemik süreklilik faktörüyle anlaşılabilir.
Bu zihniyetin yarattığı insan tipi ve toplum ortada. Sivas’ta diri diri insan yakanlar, linç kültürüne tutsak olanlar hep bu zihniyetin kurbanları. Şiddete müptela, şiddete tapınan bir toplum oluşturuldu sonunda. Şairi (Arif Nihat Asya), hem de “milleti temsil ettiği” TBMM’de, şöyle diyordu 1950’li yıllarda: "Şu memlekette idam cezası mademki vardır, sorarım, idamı kime saklıyoruz? İdam gömleği maddedeki mükerirler için biçilmiş kaftandır. Yalnız dış cemiyetleri değil, hapishanenin iç cemiyetini de bu adamların şerrinden kurtarmanın tek çaresi vardır: Sehpa. Yahut iki çaresi vardır. Sehpa ve kurşun… Gençlik ve halk mitinglerinde ‘komünistlere ölüm’ levhaları taşıdı. Onları kimsenin yalancı çıkarmaya hakkı yoktur. Gençlik, bunun böyle olacağını bilseydi komünistlere perhiz, komünistlere diyet, komünistlere göz hapsi derdi… Zaten imkân olsa da birkaç kızıl sallandırılmış olsa idi, kızıllar bu kadar şımarmazdı. Milletin hiç olmazsa asmbolik olarak iki komünisti asılmış olarak görmek hakkıydı. Bu biçarelerden birini olsun, asılmış görmeden giderasm gözüm arkada kalır. Hapis cezası vereceğiz. Kafeste kuş besleyeceğiz. Ne güzel!.."
Sonra Devlet Başkanı, “asmayalım da besleyelim mi” diye sordu 1980’de, Başbakanı “vatan-millet için tetik çekenler”i kutsadı. O’nun ağababası da milliyetçilerin cinayetlerini bana cinayetten saydıramazsınız diyordu. Bir başka Başbakan adına da soruşturma yapan kişi, öldürülen Kürtlerle ilgili olarak yazdığı Susurluk Raporu’nda, devletin cinayet işleyebileceğini, önemli olanın bunu yüzüne gözüne bulaştırmadan yapmasıdır diye yazmamış mıydı?
Şimdi Erdoğan’ın “sabrının tükenmesi”ne ya da milletvekilinin “devletine ve milletine karşı gelenleri vurmaktan hoşlanma”sına neden şaşırıyoruz ki?..
Unutmayın, bu zihniyet, “zo diyenler gitti şimdi sıra lo diyenlerde” anlayışı ile gelmiştir bugünlere…
Aydınlanma ve modernleşme öyle mi?..
Bu karanlıktan ancak Kürtlerle el ele çıkabiliriz. Ermeniler ve Rumlar gitti. Neyse ki, Kürtler var…
14 Kasım 2008
[1]Şevket Süreyya, “Derebeyi ve Dersim”, Kadro, No.6, Haziran 1932, s. 42-45 (Kadro, 1932 tıpkıbasım, c.1, Yayına Hazırlayan Cem Alpar, Ankara Iktisadi ve Ticari Ilimler Akademisi, Ankara, 1978).
[2] İsmail Hüsrev, “Türk Köylüsünü Topraklandırmalı: Fakat Nasıl?”, Kadro, No. 23, İkinci Teşrin (Kasım), 1933, s. 36 (Kadro, c.2, Age.).
[3] Vakit, 27 Nisan 1925.
[4] Aktaran Mete Tuncay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, Ankara, Yurt yayınları, 1981, s. 301. Elbette ideolojik yaklaşım her koşulda hükmünü bu denli açıklıkla icra etmez. Nitekin Bozkurt da bu gaf ölçüsündeki açıklığıyla tecziye ve takbih edilmiştir.
[5] Tabii belirtmek gerekir ki, daha sonraları, sınıfsal zorunluluk ve ittifaklar “milli” hassasiyetlerin önüne geçmiş ve asimilasyon-şiddet sarmalının da güvencesinde, “feodalizmin tasfiyesi” düşüncesi yerini toprak ağalarıyla işbirliğine bırakmıştır.
[6] Burhan Asaf, “Bizdeki Azlıklar”, Kadro, No.17, Mayıs 1933, s. 52 (Kadro, (Tıpkıbasım), c.2, Yayına Hazırlayan Cem Alpar, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Ankara, 1979). Kemalist ideolog Burhan Asaf Belge daha sonra “liberal” Demokrat Parti’nin kurucularından olmuştur. Kemalist dönemdeki yazıda dile getirilen görüş, daha önce 1923’te Mübadele ile, Demokrat Parti iktidarında 6-7 Eylül’le, 1964’de “Kıbrıs Olayları” ardından İsmet İnönü başbakanlığındaki “küçük mübadele” ile yaşamda karşılığını bulmuş, nihayet faşizmin “Ya sev, ya terk et” sloganıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Bu durum, söz konusu düşüncenin “ideolojiler üstü” bir sistemik üstbelirleyiciliğe sahip olduğunu göstermektedir.
[7] Aziz Nesin ve Uğur Mumcu ile birlikte gerçekleştirilen bu söyleşinin özeti daha sonra yayınlanmıştır: Yeni Gündem, No. 46, 1824, Ocak 1987.