Her kimlikten ve ideolojik bakıştan aydını bir araya getiren ‘özür bildirisi’ bir anda Türkiye’nin gündemini alabora etti. Metnin internet sitesine konmasıyla gelen imza dalgası ise meselenin bir avuç hayalci veya münafık muhalifle açıklanamayacağını gösterdi. Çünkü bu jest iki önemli zemin üzerine oturuyor… Bunlardan biri Hrant’ın katledilmesiyle daha da bariz hale gelen, yüreklere işleyen vicdani boşluktur. Kendilerini Türkiye’nin doğal sahibi olarak hisseden, ‘Türk’ kimliğine sahip insanların bir bölümü, artık bunca yıldır devam eden sessizliğin parçası olmayı reddediyorlar. Bu sessizliğin utanç verici eziciliğini bir yük olarak taşımak istemiyorlar. Belki bu nedenle 1915’i tam da o dönemde Ermenilerin adlandırdığı gibi ‘büyük felaket’ olarak zikretmekteler. Çünkü mesele 1915’in bir ‘soykırım’ olup olmaması değil. Adı ne olursa olsun ortada bir geçmiş var ve asıl görmezlikten gelinen, utancı yaratan bu…
Nitekim ‘özür bildirisinin’ dayandığı ikinci zemin bu görmezden gelinen tarihle ilgili. Türkiye Cumhuriyeti’ne meşruiyet kazandıracağı umulan unsurlardan biri de, yeni ve büyük çapta fiktif bir tarih söylemiydi. Bu tarih söylemi Türk kimliğini üretmede epeyce etkili oldu ve sonuçta Türklüğü belirli bir tarih bakışıyla özdeşleştirdi. Ne var ki bu tarih söylemi yaşanan gerçeklikle uyumlu değildi. Geçmişe bilimsel bir nesnellik içinde yaklaşmaktansa, tarihi bir savunma kalesi olarak tasarlıyor ve milli menfaatin dar ve yüzeysel bakışı içinde yeniden yazıyordu. Sonuç kendilerini bilgili sanan, hayali olduğunu fark bile etmedikleri birtakım varsayımlardan hareketle tarihe ilişkin genellemelere soyunan, ama temelde epeyce cahil kalmış bir toplumdur. Devletin bir vatandaşlık stratejisi olarak yalan yanlış pompaladığı hamaset, bugün ne yazık ki birçok sıradan insan için tabu niteliği kazanmış bir ‘bilgi’ türü…
Böyle bir ortamda Başbakan’dan Dışişleri Bakanı’na, askerden yargıya ve üniversitelere uzanan bir ‘tarihi sahiplenme’ tepkisi şaşırtıcı mı? Onlar bildiklerini savunuyorlar. Bildiklerinin ‘bilmeleri gereken’ olduğunu bilmeden… Hepsi de ‘biz tarihimizle barışığız’ diyor. Asıl sorunun bu barışıklık hali olduğunu fark etmeden… Çünkü bu tarih öyle kolayca barışık olunacak bir tarih değil.
Kürtleri, Alevileri bir kenara koyup Hıristiyan gayrimüslimleri ele alırsak, bu tarih 1860’dan itibaren vicdanlı birinin barışık olamayacağı bir serencam çiziyor. 19. yüzyılın ortaları aynen bugünkü gibi yeni hak ve özgürlüklerin tanımlandığı, bu zihniyet farklılaşmasının küreselleştiği yıllardı. Aynen bugünkü gibi cemaatler bu hakları talep etmeye başlarken, devlet ise reform sözü verip yapmamak gibi bir strateji benimsedi. Böylece devletle cemaatler arasında doğan gerilim ortamında, her cemaat içinde şiddete meyleden gruplar çıktı. Bunların sayısı hiçbir dönemde Ermeni cemaatinin yüzde 1’ini aşmadı… Devlet ise aynen bugünkü gibi, cemaatler üzerinde baskı uygulamaya başladı. Şiddete eğilimli grupların varlığı, tüm hakların gasp edilmesi için bir gerekçe olarak kullanıldı.
Bu arka plan önünde Ermeniler 1880’lerden itibaren çifte vergi uygulamasıyla, açık şiddet ve zulüm olaylarıyla karşılaştılar. Devlete yapılan sayısız adalet müracaatının hiçbiri yanıt bulmadı. 1894’de kurulan Hamidiye alayları ile sıradan, sade insanların binlercesi öldürüldü, mallarına el kondu.
1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra Adana yöresinde çıkan gerilimde Ermenilere hücum edildi, ablukaya alındılar. Devlet araya girip silahsızlanma girişiminde bulundu. Ermeniler silahlarını teslim ettiler… Ve sonraki birkaç hafta içinde otuz bine varan ölü verdiler.
1915’i geçelim… Ama tehcirin sadece çocuklar, kadınlar ve yaşlıları kapsadığını, çünkü eli silah tutan erkeklerin 1914 yazından itibaren askere alınıp, silahsızlandırıldıklarını ve birçoğunun öldürüldüğünü de unutmayarak. 1918 sonrası dönen Ermeniler baskı altında tutuldular, bu topraklarda kalmamaları için devlet gözetimi altında hemen her şey yapıldı. El konan malların iade edilmesi istenmiyordu çünkü…
Cumhuriyet rejimi ise daha ilk yıllarda üç yasa çıkardı. Bunlardan biri yurtdışındaki Ermenilerin gelmelerini engelliyordu. İkincisi belirli bir süre yurtiçinde olmayanların vatandaşlık hakkını iptal ediyordu. Üçüncüsü ise vatandaş olmayanların mallarına devletçe el koymayı mümkün kılıyordu. Aynı dönemde Ermeni tüccarların şehir değiştirmesi yasaklandı, Ermeniler evlerini devletin göstereceği başka ailelerle paylaşmak zorunda bırakıldı.
Derken herkesin bildiği Varlık Vergisi geldi. Devlet gayrimüslimleri tüm servetlerini kaybetmelerine neden olacak şekilde vergilendirirken, her Ermeni vatandaş asgari 500 lira vermek zorunda bırakıldı. Bu paraları 15 gün içinde bulamayanlar da toplama kamplarına gönderildi. 1955 yılının 6/7 Eylül’ünde ise Özel Harp Dairesi Başkanı’nın sonradan övünerek sahiplendiği bir pogrom yaşandı…
Artık modernleşmiş olan Türkiye’de, 1970’lerden sonra 36 Beyannamesi’ne dayanılarak yüzlerce gayrimüslim malına yasalar alet edilerek, gayrı meşru bir biçimde el kondu. Devlet muhtemel her mülkü eline geçirip üçüncü şahıslara sattı.
20. yüzyılın başında bu topraklarda Ermeni cemaatinin yaklaşık 2500 kilisesi, 1800 okulu vardı. Şimdi 40 kilise 15 okul var…
Eğer bu tarihle gerçekten barışıksanız diyecek lafımız yok. Konuşmadan yüzleşmeden barışık olmak ‘yapılanı beğeniyoruz’ demektir. Bir de ‘barışarak’ barışık olmak var. Yaşananları görerek, hissederek, ona vicdanınızı açarak… Ermeniler Türklerle böylesine barışmak, ortak tarihimizle barışık olmak istiyor. Peki, ya Türkler?