/ Haluk Gerger
Kriz dönemlerinde egemenler kimi yakıcı sorunlar, ihtiyaçlar ve zorunluluklarla karşılaşırlar. Bunlar, ekonomik olduğu kadar, ideolojik, sosyal ve politik tepkileri kaçınılmaz yapar. Bu, ezilenler bakımından da böyledir. Krizin içinde barındırdığı bütünsellik de zaten böyle ortaya çıkar. Genellikle ve özellikle de başlarda, insiyatif örgütlü egemenlerde olduğundan, ilk tepkiler de onlardan gelir ve gündemi belirler.
Krizin daha başında, egemenler bakımından temel sorun, burjuva sosyal bilimlerinin terimleriyle ifade etmek gerekirse, iç disiplinin, sosyal örgünün, değerler hegemonyasının, toplumsal tutunum dinamiklerinin devamının sağlanmasıdır.
Bunun, öncelikle ideolojik müdahaleyi gerektirdiği açıktır. Medyadaki bombardıman tam da budur ve ezilenlerin beyinleri şimdiden ağır bir saldırının hedefi yapılmıştır. Burjuvazinin ideolojik saldırılarının gerçekleri çarpıtmanın üzerinde yükselmesi kaçınılmazdır. İşte bu nedenle, devletin sınıf niteliğini açığa çıkaran “kurtarma operasyonları”, yani halkın parasıyla tekellerin kurtarılmaya çalışılması, “ABD’de sosyalizm uygulaması” olarak manşetlere çıkartılır. Aynı nedenlerle, Obama’nın seçilmesi tüm dünyada kutlama vesilesi yapılır. Eskiden “girişimci ruhu” diye kutsanan şey, bugün “açgözlülük” olarak karalanır, düzeni korumanın adı “değişim” oluverir. Her savaşta olduğu gibi, düşmana uygulanacak karartma, emekçilere karşı “bilinç karartması” olarak uygulamaya böyle konulur, “düşman sınıf”ın mevzileri ideolojik topçu bombardımanına tutulur.
Tekeller, rekabetçi kapitalizmin doğal sonucudur ama rekabet yüceltilir, tekelleşme sapma olarak mahkûm edilir. Emperyalizm, kapitalizmin uzantısıdır ama onun bozulmuş hali olarak anlatılır. Finans da, köpük de, kriz de sermayenin deviminin doğal sonuçlarıdır ama dışsal ve “kötü yönetim”in ceremesi olarak nitelendirilirler. “Serbest ticaret barış ve herkes için zenginlik, serbest piyasa da refah ve demokrasi üretir” denirken, “müdahale ve kurallar gelişmeyi durdurur” diye dersler verilirken, birden, devlet ve denetim yeniden ısıtılıp çorak sofralara sürülür. Hatta, Türkiye’de olduğu gibi, IMF yeniden kurtarıcı olarak baş tacı yapılır.
Obama’nın seçilmesiyle başlayan ideolojik saldırı ortada. Ne diyorlar? Amerikalılar “gurur duymalı”ymış. Obama seçimi kazanınca Bush böyle demiş. Obama da aynı şeyi söylüyor, sıradan Amerikalılar da. Türkiye’nin boyalı basını da, rengârenk karanlık televizyon kanalları da aynı görüşteler. Aslında, neredeyse bütün dünya, bütün tüccarlar, kaçakçılar, silah tüccarları, uluslararası tefeciler, bankerler, tekeller, patronlar, savaş baronları, bilim kaçkını profesörler, onların peşlerindeki yığınlar, hemen herkes bugünlerde Obama ile, ABD ile gurur duyuyorlar. Tam da kriz zamanı, Irak’taki bataklıkta çırpınırken nasıl da ilaç gibi geldi Obama. Küreselleşmenin cilalı taş devrinde cümle ruhları kararmışların üzerine derisinin rengiyle parlak cilayı çekti Obama. Hayatı boyunca siyahların herhangi bir hak arama örgüt ya da hareketiyle herhangi bir bağ kurmamış olan Obama, bırakın sadece siyahların, dünyanın bütün lanetlilerinin temsilcisi olup çıkıverdi. On milyonlarca dolarlarla onu destekleyip temsilci seçtikleri finans-kapital ve tekellerse, karanlık kapılar ardına çekiliverdiler usulcacık, ajitasyonu medya ve akademiyadaki hizmetlilerine bırakarak. Jimmy Carter açıkça söylemiş işte: “Obama devletimize ve hükümetimize karşı varolan nefrete karşı otomatik bir iyileştirici olacaktır.“
Dünyanın en büyük ordusunun genelkurmay başkanının (General C. Powell), ya da, en büyük emperyalist devletin dışişleri bakanının (C. Rice) siyah olması, Amerika’ya onur ya da gurur getirmeye yetmedi. Sıra bu kez, “önemli olan ırk değil, milli birlik ve beraberlik” diyen, son 20-25 yıldır dünyadan gasp edilen kara paralarla beyazlatılmış siyah Başkanda.
Yine de, ideolojik manipülasyon yeterli çare değildir egemenlere. Toplum, “ideolojik saldırı-fiili saldırı” girdabına sokulur. Çünkü aslolan, iç disiplini dayatacak, hak aramayı donduracak, sınıf mücadelesini kontrol altında yönetmeye imkân verecek politik ortamı yaratmaktır. Ve elbette krizin faturasının emekçilere ödettirilmesi gerekecektir. Bu, sadece, ekonomik bedel değildir; kerhen verilmiş (daha doğrusu söke söke alınmış) hakların da olup-bittilerle geri alınması söz konusudur. “Krizin fırsata dönüşmesi” tam da budur. Tarih açıkça gösteriyor ki, böyle dönemlerde, yönetim krizinin kapıyı çaldığı zamanlarda, özellikle dışa yönelik saldırganlık stratejik ihtiyaç olmakta, ana yöntem olarak benimsenmektedir.
Birinci Dünya Savaşı, ABD’nin depresyondan çıkmasını ve ardından da hegemonyasının başlangıcını sağladı. Roosevelt’in Büyük Bunalım sonrası devletçi “New Deal”i krizin bütünüyle aşılmasını getiremedi. Önce İkinci Dünya Savaşı, ardından da, tarihin görmediği bir silahlanma hamlesiyle başlatılan Soğuk Savaş kurtardı Amerikan ekonomisini. Tekelci dönemin devlet kapitalizminde Savaş ve silahlanma türünden harcamalardır ekonomiyi yeniden harekete geçiren, çarkları döndüren ve ekonomik faaliyetlerle istihdamı arttıran.
Ayrıca, daralan pazarlar, elden kaçırılacak avantajlı stratejik pozisyonlar, kaynaklar, emperyalistler arasındaki çelişkiler, uluslararası sermayelerarası yıkıcı rekabet ve benzeri gelişmeler de saldırganlık eğilimlerini öznel tercihlere yer bırakmayacak biçimde zaten tetiklerler. Saldırganlık, emperyalist rekabette, var olan konumu savunmak için de olabilir, yeni fırsatlara yönelik hamleler biçimini de alabilir.
Krize ilişkin emperyalist dünyada ortaya çıkabilecek tepkilerin nasıl oluşacağını şimdiden bilemeyiz. Geçmişte, birbirlerini boğazladıklarını biliyoruz. “Ortak düşman” Sovyetler Birliği’nin artık var olmaması, boğazlaşma güdülerini serbest bırakan bir etmen elbette. Yine de, bugünkü yaygın paniğe baktığımızda, “ortak çıkar” duygusunun ve sermayeye özgü hayvani-vahşi korku-savunma güdüsünün önde olduğunu, bunun da, belirli bir süre için, birlikte hareket edileceği izlenimini güçlendirdiğini söyleyebiliriz.
Kuşkusuz onlar, birlikte hareket ederken de, birbirlerinin gözünü oyma fırsatlarını kollamaktan vazgeçmezler. Avrupa, şimdiden, krizin sorumluluğunu “Amerikan usulü finansal yönetim”e bağlarken, ABD de bir zamanların Avrupa usulü kriz yönetimini, yani faşizmi, gündemden düşürmüyor bir ideolojik baskı aracı olarak. Hitler ve Mussolini’ye karşı, Roosevelt (ve şimdi de Obama) ABD’nin ideolojik silahları. Yine de, yeni Amerikan yönetiminin, Avrupa’nın temel şikâyetine, emperyalistlerarası ortaklıkta yeterince dikkate alınmamaktan müşteki olmasına olumlu yanıtlar vereceğini düşünebiliriz. Buna karşılık, Obama’nın, bir zamanlar Reagan’ın yaptığı gibi, dünyanın ortaklaşa talan ve yönetiminde, Avrupa’nın da daha fazla katkısını isteyeceği kesindir. Bu durum, ortaklığı güçlendirdiği kadar, rekabeti, çelişki ve çatışmaları da körükleyecektir kuşkusuz. Külfeti ve nimetleri paylaşma mutlaka sorunlu olacaktır.
Bush’un Savaş Bakanı, Bayan Clinton ve eski NATO Komutanıyla birlikte Obama, vahşi “askeri güç kullanım”ına bir de ABD’nin “yumuşak gücü”nü, yani kültürel saldırısını, ideolojik manipülasyonunu, diplomasi gözbağcılığını, “cilalı taş devri” kandırmacalarını, Hollywood filmleriyle, rap müziğiyle, “Barış Gönüllüleri” tarzındaki faaliyetlerle, medya ve medyacı satınalmalarıyla, vb. kirli numaralarla “değerler hegemonyası”nın tesisini ekleyecek, bir başka ifadeyle, silah ve işkence kadar yaldızlı paranın gücüyle götürmeye çalışacak işini. “Güç artı hile ve desise”dir bunun adı ve Obamacılar “sürdürülebilir güvenlik” diye adlandırıyorlar şimdilerde.
ABD, krizin etkileriyle, her geri çekilme, ya da daha doğrusu arkada durma hamlesinde, mutlaka militarizm ihraç ederek, yani tetikçilerine ek görevler vererek stratejik pozisyon alacaktır. Emperyalist müttefiklerini karar alma süreçlerine daha fazla katacak, onların mali-askeri katkılarını daha fazla talep edecek, tetikçilerini de daha fazla sahaya sürecektir. Nixon-Kissinger ikilisinin “Vietnamlaştırma” geri çekilmesine benzeyecektir bu. O kadar savunmacı, o kadar da saldırgan. Kimi yerlerde bir adım geri atılırken, kimi yerlerde iki adım ileri gidilecektir. Militarizmin ihracı, özellikle stratejik alanlarda, iç savaşları, darbeleri, faşizan yönelimleri, çatışmaları tetikleyecektir. Kriz ortamında militarizmin ipine sarılmaya çok da muhtaç ve hevesli çıkacaktır “stratejik tetikçi”ler arasında.
İkinci olarak, emperyalist “ortaklık” uluslararası (emperyalist) kurumsallaşma çabalarına hız verebilecektir. Küreselleşme-Yeni Dünya Düzeni saldırısı, kendi kurumlarını yaratamadan, Birleşmiş Milletler ve hatta NATO gibi eski dünyanın örgütlenmelerinin ve uluslararası hukuk düzeninin temel norm ve kurallarının bozulup uyarlanmasıyla kendi kurumsal altyapısını inşa etmişti. Oysa kriz, belki de, kurumsallaşma saldırısı için de yeni hamlelere fırsat olabilecektir. İkinci Dünya Savaşı sonrası BM’sinin, Dünya Bankası’nın, IMF’sinin ve benzerlerinin yerini alacak yeni kurumlardan şimdiden söz edilmeye başlandı bile. Ham “ultra emperyalizm” hayallerinin yeni süper emperyalizm projeleri olacak bunlar.
ABD’nin koşulsuz hegemonyasına bağlı projenin konturlarını muhafazakâr Charles Krauthammer şöyle çizmişti bir zamanlar: “Amerika, soğuk savaşı kazandı, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’ni ödül olarak cebe attı, sonra da Sırbistan ve Afganistan’ı yakıp kül etti ve bu arada da muazzam askeri gücünü göstererek Avrupa’nın önemsizliğinin altını çizdi.” Şimdilerde “insancıl emperyalizm” projesi daha esnek olmalı. “Milletlerin işbirliği”ni Sebastian Mallaby şöyle anlatıyor Irak bataklığı sonrasında: “Amerika bombalar ve savaşır, Fransızlar, İngilizler ve Almanlar sınır bölgelerinde polis görevi yaparlar ve Hollandalılar, İsviçreliler ve İskandinavlar da insani yardım götürürler.” Eski başkanlardan Jimmy Carter’ın Ulusal güvenlik Danışmanı olan ve şimdilerde Obama’nın çevresinde bulunan Zbigniew Brzezinski’nin ötekilere dair kadim projesini de anmak gerekiyor bu bağlamda: “Vasallar arasındaki çatışmaları önleyip bağımlılığı sürdürmek…, haraca bağlanmışları uysal tutmak ve korumak ve barbarların biraraya gelmesini önlemek.“
Bakın yeni emperyalizmin ideologlarından Sebastian Mallaby, tam da Obama’ya uygun yeni emperyalist projeyi nasıl anlatıyor daha 2004 yılında: “Bush’un ekibi, güvenliğin, uygarlık değerlerini çevre ülkelere yaymaya bağlı olduğu yönündeki emperyalist bakışa yönelmiş durumda. Emperyalizm doğru teşhisi koydu -çöken devletler, kaos ve yoksulluk bizleri tehdit etmektedir- ancak yanlış reçeteyle: tek başına müdahale. Amerika’nın demokratik ve eşitlikçi ideallerinin zaferi Bush’un çıplak Amerikan Emperyalizmi’ni dünyanın geri kalan kısmında istenmez kılıyor; yumuşak gücümüz sert gücümüzü sınırlandırıyor. Gerekli olan şey, uluslararası kurumlar tarafından meşrulaştırılmış ve bir noktaya kadar onlar tarafından yürütülen yeni tarz bir emperyalizmdir. Bir dahaki sefer, Irak gibi bir başka yere girdiğimiz zaman, tartışılmaz bir uluslararası yetkiye sahip ve beynelmilel ulus inşa etme uzmanlarının desteğini arkamıza almış olduğumuzdan emin olmamız gerekiyor. Bu da yeni bir tartışmaya ihtiyacımız olduğunu gösteriyor: Enternasyonalist emperyalizm daha iyi uluslararası kurumlar olmaksızın iş göremez. Bu kısa sürecek bir tartışma olmayacaktır elbette. Ancak en azından önleyici savaşları meşrulaştıracak ve vetoya tutsak olmayacak bir imkâna ihtiyacımız var: BM Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Fransa gibi aktörlere her şeyi engelleme gücü vermeyen ama yine de önemli söz hakkı tanıyacak bir ağırlıklı oy mekanizmasına sahip olmalı. Ve ulus yapıcı (nation-building) uzmanları bir arada toplayacak uluslararası bir kuruma ihtiyacımız var. Mali bir kriz ortaya çıktığında Uluslararası Para Fonu var. Bir güvenlik krizi ulusal inşayı gerektirdiğinde de Uluslararası Yeniden İnşa Fonuna ihtiyacımız olacaktır.”
Bu işbirliğini ultra (süper) emperyalizmle karıştırmamak gerekir. Aksine, böylesi bir projenin olanaksızlığı çerçevesinde, bu, kısa vadeli ve büyük krizlere/hasmane ilişkilere gebe bir süreç olarak düşünülmeli, çeşitli düzlemlerde (emperyalistler arasında, emperyalistlerle sömürülenler arasında ve ezilenlerin kendi içlerinde ve aralarında) çok boyutlu çelişkiler ve çatışmalar yumağı içindeki ilişkiler olarak ele alınmalıdır.
“Kautsky düşü”nün bu kez de gerçekleşemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu ABD’nin gerçek niyetlerinden bağımsız olarak, sermayenin dinamiklerine, hayatın yasalarına bakarak rahatlıkla iddia edilebilir elbette.
Her şeyden önce, sermayeler ve emperyalistler arasındaki ilişkilerde egemen olan, ölümcül rekabettir. Kapitalizmin/sermayenin varoluş dinamiklerinde yatan bu “doğası gereği” hasmane rekabet olgusu, önce tekellerin doğuşuna, yani kapitalistin kapitalisti yok etmesine, mülksüzleştirmesine neden olur, ardından da, tekellerin doğası gereği, pazar ve kar maksimizasyonu kavgasını doğrudan ve tam “denetim altına alma” güdüsü ile daha da vahşileştirir, keskinleştirir, derinleştirir. (Bu konuda Mavi Defter‘deki Haluk Yurtsever‘in “Süper Emperyalizm mi” başlıklı yazısına bakılabilir).
Beynelmilel sermaye içindeki bu acımasız savaşım, aynı zamanda, milli husumetleri ve buna bağlı militer, yıkıcı ideoloji ve değerleri de, kurumları da yaygınlaştırır, güçlendirir.
“Ölüm kalım savaşımı” giderek devlet gücünün bütün ve en fazla da militer dayanaklarını seferber etmeyi getirir.
Bu arada, ezilenlerin direnişi de, emperyalist arasındaki ilişkilere “çelişki ve çatışma” tohumları olarak yansır. Kapitalizmin ve özellikle de finansal piyasaların istikrarsızlık barındıran naturası bir de bu “dışsal istikrarsızlık faktörü”nden beslenince bütün dengeler yerlerinden oynamaya başlar.
Artık doğası gereği paylaşma, dayanışma, kardeşlik gibi değerlere yabancı burjuva dünyası uygarlık değerlerini terk eden ekonomik, sosyal, kültürel, politik bunalım evresine doğru yol alır, ilkel ve vahşi insanlık dışı öz egemen olmaya başlar. Çelişkiler çatışmaya, hasmane rekabet savaş tamtamlarının çalınmasına dönüşür. Uygarlık görüntüsü hızla kazınır, altından burjuvazinin saldırgan yüzü ortaya çıkar. Çok değil, 1970-1980’li yılların bunalımlı yıllarında, rekabette öne çıkan Japonya’nın bombalanmasını öneren akademisyenler, gazeteciler, senatörler çıkmıştı ABD’de. Japonya’da ise, etkili çevreler Sovyetlerle ittifakı ciddi ciddi düşünmeye başlamışlardı. Sermayeler arası ilişkiler çetrefilli ilişkilerdir, her türden karanlık ve vahşi senaryoya açıktır.
Nihayet, unutmamak gerekir ki, kriz bir bütün olarak kapitalizmin ve emperyalizmin olduğu kadar, Liberalizm’indir de. Bu türden ideolojik krizlerde genellikle rakip ideolojik pozisyonlar kendi söylem, yaklaşım, reçete, kurum ve kişileriyle “çözüm yönetimleri” kurarlar. Oysa bu kez böyle olmadı. Şimdilik de olsa, krize çözümü, muhafazakârlar, sosyaldemokratlar ya da faşistler doğrudan kendi öz kimlikleriyle uygulamaya koyacak bir iktidar oluşturabilmiş değiller. Aksine, Kriz’in bütünselliği dolayısıyla, kapitalizmin bütün ideolojik konumlanışlarını kesen karma ve ortak çözümler aranmaktadır ama liberal politikalar sürdürülerek, doğrudan krizin sorumlularının idaresinde kriz yönetilmeye çalışılmaktadır. Devletleştirmeler dahi, arsız bir ikiyüzlülükle liberal ekonomiyi, serbest ticareti ve onun kurumlarını koruma/kollama/kurtarma amacıyla gerçekleştiriliyor. “Komünizm gerekirse onu da biz getiririz” anlayışına benzer bir yeni otoriteryanizm ve devletçilik, “Küreselleşme/YDD” yapılanması içinde “küresel liberalizm”in ne türden bir dine dönüşmüş olduğunu gösteriyor.
Bu, liberalizmin ve liberal demokratizmin de son çırpınışıdır. Günümüzde, Reagan ile Obama (ya da ondan önce Clinton) veya Thatcher ile Blair (ya da Brown) arasındaki bütünleşme, Almanya’daki sosyaldemokrat-muhafazakar işbirliği gibi, aynı zamanda, nihai başarısızlık durumunda artık Sermaye’nin şapkasından çıplak faşizm dışında çıkartacağı başka şeyin kalmamış olduğunu da gösteriyor. Liberal kapitalizmin çoktan ilan edilmiş utkusunun, kendi diyalektiği içinde, onun çöküşünü de bağrında taşıdığı ilerde daha iyi görülecektir. Bu durumda, liberal saldırının, hayatın her alan ve boyutunda, canhıraş bir yıkıcılık ve şiddetle birlikte yürütüleceğini göreceğiz. Bu tespit içine, hiç kuşkusuz, tetikçi ülkelerdeki küresel liberalizmin “kamuoyu oluşturucu”su tetikçileri de almak gerekmektedir. Onlar için Obama yönetiminin şimdiden gerekli fonları planlamakta olduğunu biliyoruz. “Yumuşak güç”ün en önemli bacağını bu fonlar oluşturmaktadır.
Neo-liberalizmin neo-barbarizme dönüşmeye doğru yol aldığı bir tarihsel momentteysek şayet, tarihin bu keskin virajında trenden düşenler çok olacaktır kuşkusuz. Marks’ın, “devrim tarihin lokomotifidir” tespitiyle yolculuğa devam edenlerse, son sözü söyleyeceklerdir.
Onlar güzel söyleyecek, güzel eyleyeceklerdir…
mavidefter.org / 15.12.08