Öcalan, Özgür Politika ile yaptığı ilk röportajda Avrupa’ya çıkışının gerekçelerini anlatırken TC’nin durumuna, niteliğine Kürtlere yönelik tutumuna ve komplo içindeki yerine de değinmektedir. Daha sonra bunların tam tersini söylese de o dönemde gerçeklere dokunmaktadır. Daha sonra komplonun hedefleri ve TC hakkında yaratılan yanılsamayı daha net ve açık görebilmek için bir alıntı daha yapmak yararlı olacaktır. Kasım 1998’ın ortalarında Öcalan şöyle diyordu:
“Aslında buraya, giderek Avrupa’nın tümüne uzanmak istememin bir nedeni de insanlık uygarlığına beşiklik etmiş, Mezopotamya ve Anadolu’nun kültür, halklar ve özgürlükler değerlerine dayatılan çok acımasız ve insanlık dışı bir terörün neler yaptığını buranın sistemine anlatmak ve demokratik değerlerine, sistemini 75 yıldır bin bir hile, demagoji ile kullanan bir rejimin iç yüzünü açıklamak. Bunda hem Avrupa’nın payını ve sorumluluğunu göstermek, rolünü olumlu anlamda işletmek içindir. Unutmayın ki tarihte en eski halklardan olan Ermeni, Asuri, Grek (İlk Hıristiyanlar) halklarını tüm kültürel zenginlikleriyle yok eden Türk barbarizmidir. Kürtler ise başarılı olamazsak, uzatmaları acıyla oynanan ve kaybedecek son eski halklar kervanına katılıp, tarihin yitik halklarından olacaktır.” İmralı’da “sorgulanırken kendisini sorgulayan” Öcalan, tersine dönüyor, Türk barbarizmine övgüler dizmekten kendini alamıyor, kendi teslimiyetini meşrulaştırmak için soykırımcı bir devleti, barbar bir egemenlik sistemini bağlı olması gereken “Yüce devlet”imiz olarak selamlıyor…
Tasfiyeciler salt en sıradan mantık kurallarını ayaklar altına almakla yetinmemekte, aynı zamanda nesnel gerçekleri gözlerden kaçırmak için özel bir çaba göstermektedirler. TC’yi temize çıkarmak, TC’nin tarihi ve güncel düşmanı Yunanistan’ı ise komplonun baş sorumlusu göstermek için gerçekleri bile çarpıtmakta, gerçekleri başka türlü göstermekte bir sakınca görmemişlerdir. Burada birkaç soru ile konuya biraz daha açıklık getirmeye çalışalım: Suriye’ye savaş tehdidinde bulanan kim, hangi güçtü? Suriye neden savaş tehdidine muhatap olmuştu? Sınıra askeri yığınak yapan, askeri tatbikat yapacağını ilan eden hangi devletti? “Öcalan’ı bir hafta içinde sınır dışı etmezseniz Türkiye ile bir savaşı göze almak durumundasınız” ültimatomunu Suriye yönetimine veren ABD ile TC arasında yapılan uluslararası karşı-devrimci hareket planında nasıl bir ilişki vardı? Bu aşamada Yunanistan’ın hangi somut rolünden söz edilebilir? Bu soruların yanıtı çok açık değil mi? Buna rağmen TC’nin bütün bu somut politikalarını ve uygulamalarını gözlerden kaçırmak, gerçekleri tahrif etmek, en sıradan ve basit mantık saçmalıklarına baş vurmak hangi ideolojik, politik ve ruhsal gerekçenin ve dürtünün ürünüdür? Gelişmeler bölgesel bir savaşa doğru tırmanıyordu. Türkiye bunu ABD ve İsrail ile birlikte yapıyordu. Bunlar çok açık. Tek hedefleri de Öcalan şahsında Kürdistan devrimini ezmek, gerillayı ve PKK’yi tasfiye ederek kendi stratejik hedeflerinin önünü düzlemekti. Bunlar en sıradan insanımızın bile bildiği gerçeklerdir. Ama “İmralı Partisi”nin merkezi ve yetkilileri, 9 Ekim öncesinde yaşanan bölgesel savaş tehlikesini sanki hiç olmamış gibi göstermeye ve tasfiyeciliklerini teorileştirmeye çalışmaktadırlar. “Türkiye’yi böyle bir komploda değerlendirmek fazla doğru ve gerçekçi değil”miş! Neden? “Çünkü, savaş yürüten bir güçtür, bir taraftır.” Gerçekten de saçmalık ancak bu kadar olur! Yıllardır TC için tek bir hedef var, PKK’yi, gerillayı ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Devrimi’ni tasfiye etmek, bitirmek ve bunun üzerinde Kürt ulusal imhasını nihai olarak gerçekleştirmek! Bu uluslararası komplodaki hedefi de budur ve rolü birinci plandadır. Öcalan, bugün tersi şeyler söylese de 9 Ekim komplosu ile ilgili yaptığı ilk değerlendirmede TC’nin rolünü ve hedefini çok net ortaya koymuştu. 6. Kongreye sunduğu Politik Rapora da yansıyan bu değerlendirmesinde şöyle demişti: “Şimdi dikkat edilirse, bu -gerçekten çok çirkin- uluslararası boyutlarıyla çok önceden planlanmış ve TC’nin yürüttüğü bir kirli savaşla çok bağlantılıdır. Yine onun İsrail’le birlikte bölgeye dayattığı muazzam bir savaşla bağlantılıdır. Zincirleme olarak bölge savaşına kadar gidebilecek çok çılgınca bir plandır.” Dün TC’yi böyle değerlendirenler bugün ise onu “kurban” göstermektedirler. Neden, ne değişti, ne bekliyorlar, gerçeklerle oynamanın devrimci ahlakla bir ilgisi var mı? Bu yaptıkları en azından gerçeklere, halkımıza ve bölge halkalarına büyük bir saygısızlıktır. Tasfiyeciler, TC ile bütünleşmek için her şeylerini verdiler, bu tarihsel teslimiyetlerini meşrulaştırmak için her yolu deniyorlar; burada yaptıkları da budur…
Neden Avrupa? Neye dayanarak Avrupa? Hangi ilişki ve siyasal zemin esas alındı? Neye güvenildi, hangi ilişkilere ve dostluklara, hangi güçlere?.. Soruları uzatmak mümkün, ama bu kadarı bile “Avrupa’ya çıkış”, ya da “Dünyaya açılım” olarak tanımlanan trajik serüvenin siyasal nitelikleri ve boyutları hakkında önemli bir fikir verir kanısındayız.
Tasfiyecilerin kendisi de itiraf etmek durumunda kaldıkları gibi Avrupa’ya çıkış, ciddi bir hazırlığa ve güvenli bir ilişki ve siyasal zemine dayanmamaktadır. “Bizim” tasfiyecilerimizin itirafları şöyle: “Zaten o zamana kadar var olan örgüt çalışmalarının, özellikle siyasi çalışmalar ve diplomasi çalışmalarının nasıl bir çalışma olduğu ve siyasi gerçekliği ne kadar etkilediği daha 9 Ekimde Atina’ya gidişte açıkça görüldü. Çok abartılmış, siyasi gerçeklikten uzak, ciddi bir ilişkiye dayanmayan ve Partiden çok başkalarının siyasetini yürütmeye açık bir çalışmanın var olduğu, Partinin bu alan faaliyetlerinin bu konumda olduğu bu süreçte daha iyi anlaşıldı.” (Mahsum Şafak, age. Sayfa: 70) Avrupa’daki durum bu, üzerine gidilen siyasal ilişkiler zemini bu. Peki bu kadar güvensiz bir alana neye dayanılarak, neye güvenilerek gidildi? Hem de dünyanın dört bir yanının tutulduğunun söylendiği ve değerlendirildiği bir süreçte!.. Öcalan, neyi düşünüyordu, neyi hesaplıyordu? Bu soruların yanıtı önemlidir. Kısaca da olsa yanıtlarını özetlemekte yarar var.
Belli ki, Öcalan tercihini Avrupa’dan yana yaparken esas olarak özgücüne ve bu kapsamdaki dostluk ve ittifak ilişkilerine dayanmıyordu. İşin içinde başka bir hesap vardı, ama bu hesap yanlıştı, Atina’dan, Moskova’dan, Roma’dan, daha da kötüsü Kenya’dan dönecekti. Öcalan, aslında emperyalist kapitalist sistemin merkezine yürüyor, çözümü onlarla uzlaşma politikasında arıyordu, kendinden çok şey vererek bunu yapmayı düşünüyordu. Biraz da ABD ve AB çelişkisi de bu yönelişinde ek bir etken olmuştur, ama bu, pek önemli düzeyde bir etken değildir. Emperyalist sistemle uzlaşma, hem de sistemin savaşı en üst düzeye çıkardığı ve başarısından son derece emin olduğu bir dönemde, bir siyasal anlam ve değer ifade edebilir miydi? Yılların mevzisini yitirmiş, koca dünyada barınabilmek için bir avuç yer arayan bir “önderliğin” uzlaşma arayışlarının ne anlamı olabilir? Bu uzlaşma arayışının mutlak teslimiyet dayatmasıyla yanıtlanacağı kesin değil mi? Evet, siyaset ve askerliğin en basit kuralı bunu gerektiriyordu. Öyle ama, Öcalan bunun dışında bir seçenek düşünmüyordu. Devrim ve savaş, artık kendisi için tek başına bir güvence oluşturmazdı. Bu yargıya yeni varmamıştı. 1990’ların başından itibaren devrim ve sosyalizme alternatif bir arayış içindeydi. Öyle ki zamanla devrim ve sosyalizmi bu “yeni” “çözümün” hizmetine sunacaktı. Reel sosyalizmin çözülüşü ve tarih sahnesini terk etmesiyle birlikte Öcalan’da, devrim ve sosyalizm, devrimci savaşın tek başına kendi amaçlarına hizmet edemeyeceği düşüncesi gelişmeye başladı. Bir kez daha vurgulamalıyız ki, ideoloji, ilkeler ve devrim değerleri Öcalan için bağlanması gereken temel değerler değil, kullanılması gereken araçlardır. Bu “araçlara” güvensizlik süreç içinde gelişir ve 1993 ateşkes kararında taktik bir ifadeye ulaşır. Bu tarihten sonra çok daha netleşir ki, Öcalan’ın yönü düzene doğrudur, sistem içinde kendine bir yer edinme anlayışı devrime ve devrimci savaşa alternatif bir çizgi olarak geliştirilir. Fakat Kürdistan devriminin dinamikleri, ortaya çıkış özellikleri, devrimin çok güçlü ve tartışmasız değerleri, Kürdistan’ın objektif gerçekliği, TC’nin esnemez yapısı ve daha bir dizi etken Öcalan’ın bu arayışlarının taktik düzeyde kalmasına yol açmıştır. Öcalan, daha sonra İmralı duruşmalarında bu durumu önemli bir “hata ve eksiklik” olarak ifade edecektir. Bu düzen içi çözüm arayışını programatik ve stratejik düzeye çıkaramadığı için hayıflanmaktadır.
Pratikte ve nesnel olarak 1993 ve daha sonraki ateşkes süreçleri taktik düzeyde kalsa da arka planında Öcalan’ın düzen içinde kendine yer arama anlayışı var. Bu arayış, 1 Eylül 1998 ateşkes sürecinde daha tutkulu bir hal alır. 9 Ekimle birlikte gerçekleşen çok kapsamlı saldırıya rağmen ateşkes sürecini ısrarla sürdürmesinin temelinde, sistem içinde kendine yer edinme anlayışı vardır. Bu anlayışını Roma’da geliştirdiği yedi maddelik planla daha da somutlaştırır. İşte, Öcalan’ı 9 Ekim zorunluluğu karşısında Avrupa’ya yönelten en temel etken bu düzen içinde kendine bir yer arama arayışı ve anlayışıdır. Ama çaresizce bir arayış ve anlayıştır. Çünkü, nesnel gerçeklerin doğru bir değerlendirmesine dayanmıyor. Emperyalist sistem ve Kürdistan, Yeni Düzen ve PKK ile devrim gerçeklikleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı kavramayan bir anlayıştır. O nedenle trajik bir yenilgiye mahkumdu, hem de ta işin başında…
Öcalan’ı düzen içi çözüm arayışlarına yönelten başka bir etken daha var, kısaca şöyle: Yeni Düzenin kendisini oturtma sürecinde ihtilaflı tarafları “barıştırma” yöntemi de etkince kullanıldı. Bu, belli bir sonuç da aldı. İsrail-Filistin sorununda, daha önce El Salvador ve Afganistan’da bu yöntem denenmiş ve kendileri açısından başarılı bir sonuç doğurmuştur. Güncel planda da bu yönteme başvuruluyordu. Emperyalist şiddet ve saldırganlık ve onun etkisiyle “barışçı çözüm” yöntemi de kullanılıyordu. Ayrıca demokrasi ve İnsan hakları kavramları da önemli bir ideolojik hegemonya ve diplomasi aracı olarak kullanılıyordu. Bunlar da Öcalan’ı düzen içi arayışlarda motive eden birer etkendi.
Ama hesaba katmadığı bir şey vardı: PKK devrimci sosyalist bir partiydi ve bölge düzenini alt üst edebilecek yeni bir Ekim Devrimi potansiyeline sahip Kürdistan devrimine önderlik ediyordu, kendisi de böyle bir partiye ve devrime öndelik ediyordu. Bu devrimin ve ifadesi olduğu temel talepler, bu düzenle uzlaşmaz bir çatışma içindeydi. O nedenle dünyanın başka alanlarında denen “barışçı çözüm” yöntemleri Kürdistan için geçerli olmayacaktı. Dolayısıyla bu yönteme bel bağlamak kendi kendini kandırmaktan, geleneksel Kürt isyan önderliklerinin hatalarını tekrarlamaktan başka bir anlama gelmeyecekti.
Şu soru çok önemli: Alınan bunca ateşkes kararlarına, yapılan barış ve siyasal çözüm çağrılarına rağmen başta TC olmak üzere Kürt sorunuyla şu veya bu düzeyde ilgilenen hiçbir devlet neden kılını bile kıpırdatmadı? Bu soruyu bir çok açıdan yanıtlamak mümkündür. Her şeyden önce devletler arası sömürge Kürdistan sorunu, Ortadoğu statükosunun göbeğini, kilit noktasını, Gordionu’nu oluşturmaktadır. Bu temel özelliklerinden dolayı emperyalist ve gerici dünya ile, onun bölgesel statükosuyla tam bir uzlaşmaz karşıtlık içindedir. Başka bir ifade ile bu gerici dünya düzeninde Kürtlere yer yok, onlara tanınan inkar ve imhadan başka bir şey değildir. Dolayısıyla her defasında uluslararası güçler tarafından kolektif bir hareketle mücadeleleri ve istemleri bastırılmıştır. PKK devrimci sosyalist çizgisiyle bu gerici dünyanın korkulu rüyası olan bir sorunu bütün devrimci dinamikleriyle açığa çıkarmıştır. Dolayısıyla emperyalist, sömürgeci ve gerici güçlerin buna güç verebilecek hiçbir girişime izin vermeyecekleri açıktır. Yine bu gerçekle birlikte TC, esnemez bir biçimde kurumlaşan bir devlet. Bu yapısı Kürtleri inkar ve imha siyasetinden kaynaklanmaktadır. Kürt sorununda verebileceği en sıradan bir tavizi bile kendisi için bir çözülme ve sonun başlangıcı olarak değerlendirmektedir. Bunlar ateşkes süreçlerini ciddiye almamalarının ve görmezlikten gelmelerinin temel nedenleridir. Ama bunun yanı sıra başka nedenler de var bunları da kısaca not etmemiz gerekir.
TC ve emperyalist güç odakları, Öcalan’ın ateşkes ve “siyasal çözüm” konusundaki ısrarının ideolojik ve ruhsal arka planını yakalamışlar, bunun büyük bir zaaf ve yenilgi potansiyeli olduğunu anlamışlardı. Devrime güç verebilecek adımlar atmak yerine, devrimi bastıracak hareketlere ağırlık verecek, zaaf ve yenilgi potansiyellerine oynayacaklardır. 9 Ekim uluslararası karşı-devrim hareketinin planlamasında ateşkes süreçleriyle kendini belli eden zaaf ve yenilgi potansiyelinin de önemli etken olduğunu düşünüyoruz.