Öcalan, kendisinden önceki Kürt ayaklanma önderlerinin tarihi hatalarını tekrarlıyordu: Kendi ve halkının devrimci özgücünü esas alacak yerde gözünü dışarıya dikmişti, çözümü onlarla uzlaşmada görüyordu. Bu, yenilgili bir çizgi ve ruh haliydi; sömürgeciler ve emperyalist güçler bu çizgiyi ve ruh halini çok iyi biliyorlardı. Öyle olduğu içindir ki, taleplerini özerkliğe kadar indiren Öcalan ve yedi maddelik “barış” planını hiç dinlemeyecek ve ciddiye almayacaklardı, mutlak teslimiyette ayak direteceklerdi… Öcalan, bu dayatmayı çok net görüyor ve tepkisini “Teslimiyetin gölgesini bile kabul etmem” biçiminde gösteriyordu. Avrupa’da mutlak teslimiyet dayatmalarına direnecek, ama en geri uzlaşma çizgisinden vazgeçmeyecektir. Bir yandan da 6. Kongreye savaş ve zafer perspektiflerini gönderiyor, bu doğrultuda kararlar alınmasını telkin ediyordu. Öcalan, kendisini devrimci savaş ve düzenle en geri noktada uzlaşma çizgileri, bu iki temel “araç” üzerinde var etmeye ve sürdürmeye çalışıyordu. Ama bu ikili sürdürüş tarzı artık ömrünün sonuna gelip dayanmıştı, 15 Şubat, “yeni” bir sayfa açacak, “yeni” bir mecrada yol aldıracaktı: Bu, artık, Tarihsel Yanılsamanın, Işık Yanılsamasının Sonuydu!…{
Geçmeden başka bir noktaya dokunmakta yarar var. Kimi sol gruplar, İmralı mutlak teslimiyet ve tasfiyeci çizginin 1993’le başlayan ateşkes sürecinin olgunlaşmış ve son şeklini almış bir biçimi olduğunu değerlendirmektedir. Görünüşte bu değerlendirme doğru gözüküyor. Ancak biraz daha yakından ve derinden bakıldığında öyle olmadığı anlaşılır. Elbette İmralı mutlak teslimiyet çizgisinin ateşkes süreçleriyle belli bağlantıları var; Öcalan’ı Avrupa’ya yönelten en temel etkenin sistem içinde kendine yer arama arayışı ve anlayışıdır. Bu, Kürdistan gerçekliğinin devrimci özüyle bağdaşmadığı gibi, genel devrimci sosyalist çizgiyle uzlaşmaz bir karşıtlık oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu girişim ve anlayışı sağ reformist, giderek teslimiyetçi bir eğilim olarak değerlendirmek mümkün. Yukarda da vurguladığımız gibi Öcalan’ın devrime alternatif olarak düzen içi bir arayışa yönelmesi ve bu doğrultuda gösterdiği çabalar, nesnel etkenler ve TC ve emperyalist güçlerin temel tutumlarından dolayı taktik düzeyde kaldı, gelişip olgunlaşma, son şeklini alarak programatik ve stratejik bir düzey kazanamadı. Bunun gerçekleşme olanağı, zamanı ve fırsatı olmadı. Bu nesnel bir olgudur. Koşulları ve gerekli zamanlaması olsaydı düzen içi arayışlar stratejik bir düzey de kazanabilirdi. Dünya devrim tarihinde bunun sayısız örneği var. Ancak İmralı mutlak teslimiyeti, normal bir sürecin, doğal bir evrimin sonucu ve ürünü değil, çok yoğun ve şiddetli karşı-devrimci darbenin sonucu ve onun ürünüdür. Burada yoğun şiddet Öcalan gerçeğini, onun yarattığı Güneş yanılsamasını da ortaya çıkarmış, netleştirmiş, gerçek ile yanılsamayı, devrimci değerler ile kişi kültünü bir birinden ayırmış, ayrıştırıcı bir işlev görmüştür. Kendini esas alan, her şeyi kendine bağlayan ve kendisini herkes için amaç haline getiren Öcalan, 15 Şubatla birlikte mutlak düzeyde teslim olmuş ve Türk özel savaş aygıtının hizmetinde bir partinin ve devrimin tasfiyesini adım adım yürüten bir tasfiyeci haline gelmiştir. Dolayısıyla bu durumda ve tutumda en geri ve reformist tarzda da olsa halka ait, ideolojik ve politik bir yan görmek yaşanan mutlak teslimiyeti görmemek olur. Kısacası İmralı çizgisi, PKK’nin sağ, reformist yorumu ya da herhangi bir versiyonu değil, uluslararası karşı-devrimci hareketinin bir sonucu ve ürünü, bu karşı-devrimci güçlerin ideolojik ve politik çizgilerinin kesin damgasını taşıyan, “barış” ve “Demokratik cumhuriyet” sosuna batırılmış mutlak teslimiyet ve tasfiye çizgisinden başka bir şey değildir. Bu görüşümüzü ilerleyen bölümlerde daha da ayrıntılı olarak açmaya çalışacağız…
III. Yunanistan ve Rusya Durakları
Kendisiyle yakın ilişkili ve Suriye istihbaratından olduğu söylenen Mervan Zeki, Suriye’nin “ülkeyi terk etsin” kesin kararını aktardığında, Öcalan, olayın ciddiyetinin ve yaşamsallığının farkındaydı. Kaçınılmaz zorunluluğunu da biliyordu. Buna hazırlık mıydı, bu kararı bekliyor muydu? Düşünsel planda evet, ama duygu ve ruhsal olarak hazırlıklı oluğu söylenemez. Şimdi dünya karşısına dikilmişti, bir bölgesel savaş tehlikesi belirmişti, çok yakıcı bir tarzda… Tedirgin, şaşkın, gergin ve belirgin bir ürperti içindeydi. Ne de olsa sonu belirsiz, büyük tehlikelerle dolu yeni bir serüvene başlamak zorundaydı. Kötülük tanrıları kararlarını vermiş, öncelikle dirisini istiyorlardı, o olmazsa ölüsünü… Artık işin sonuna mı gelmişti? Bu soru kendisini derinden sarsıyor, ürpertiyor, ürperti bazen titreten bir korkuya dönüşüyordu. Dağa çıkamazdı, bunu düşünmemişti. O farklıydı, her şeyin başı, bütün değerlerin bileşkesi, dahası İlahi bir güçtü, tüm bir ulusun önderiydi. Dağ ona göre değildi. Çünkü yıllardır, devrim ve devrimci savaşın sonuç getiremeyeceği, başarısızlığa mahkum olduğu düşüncesine varmıştı; devrimci savaş, ancak düzen içi çizgiye hizmet edecek bir temelde ve düzeyde yer tutulabilirdi; bunun dışında bir anlamı olmazdı. O nedenle dağ ona göre olamazdı. Dağa çıkmak, savaşı büyütmek, halkımızın bütün savaşçı yeteneklerini devreye sokmak ve bölge halklarının savaş potansiyelini tetiklemek anlamına gelirdi. Bu, uzlaşma, düzen içi arayışlara ve çabalara ters bir durum yaratacaktı. En önemlisi devrimci savaşa inanmıyordu artık. Gerçi 6. Kongreye sunduğu Politik Raporda kadrolarda oluşan savaşa ve zafere inançsızlık, iktidar perspektifinden yoksunluk anlayışını ve ruh halini yerden yere vuruyordu. Ama kendisi de bu eleştirilerin muhatabıydı. Savaşa yüklenilmesini istiyordu, ama bunu zafer için değil, “siyasal çözümün başarısı” için yapıyordu. Devrimci savaşa yaklaşımı böyle olduğu için onun için dağ yolu bir seçenek değildi. Daha sonra 7. Kongreye gönderdiği Politik Raporda Öcalan, savaşı bir çıkmaz olarak gördüğünü açıkladıktan sonra “biraz sorumsuzca da olsa Avrupa çıkışı bu nedenleydi” demektedir. Avrupa çıkışını “sorumsuzluk” olarak değerlendiren Öcalan, gerillayı ise bir çıkmaz olarak görüyor. Bu, tam bir şaşkınlık, düşünsel ve ruhsal çıkmaz değilse nedir? Gerçi Roma’dan çıkmak durumunda kaldıktan sonra dağa, gerillaya gitmediği için çok hayıflanacak, ama artık çok geçti, büyük ölçüde iş işten geçmişti.
Suriye’yi terk etmek zorundadır. Tarifeli bir uçakla Atina’ya uçacak, ama bu uçuş kendisi için meçhule yelken açmaktan başka bir şey değildir. İçi buruktur, bulutların üstünde süzülen çelik kanatlı kuşun içinde alın yazısının çizdiği yola mahkumlara oynamaktadır. İpler artık kendisinde değil, İlahi bir güç olarak sıradan bir insana dönüşüvermiştir. Büyü bozulur gibi olmuştur, daha çok bir güçsüzlük duygusunu yaşamaktadır. Yanılsamanın sonuna geldiğini bilmenin ötesinde bunu derinden derine hissetmekte ve yaşamaktadır…
Yanılsamanın sonuna adım atarken inisiyatifi yitirmişti. Attığı her adım hükümetlerin, istihbarat örgütlerinin bilgisi dahilindeydi. Bundan sonra kendisinin kaderini, ABD-TC-İsrail ekseni ile Avrupa merkezleri belirleyecekti. Kendisinin hükmedeceği bir zemin ve rota kalmamıştı, yoktu. Daha önce “dost” olarak bilinen kimi çevre ve kişilerin varlığı ve daveti pek bir politik değer ifade etmezdi, bunların “Kutsal İttifak” oluşturmuş emperyalist ve gerici dünya karşısında yapacak bir şeyleri yoktu. O nedenle Öcalan’ın “Avrupa çıkışı” meçhule yol almaktı. Bu, gerçekten trajik bir durumdur, ama aynı zamanda tarihsel bir sorumsuzluk örneğidir. Kürt tarihinden, çözümü yabancı merkezlerde arayan Kürt liderlerinden bir şeyler öğrenilmemiş miydi? Aynı uğursuz ve trajik tarihi tekrarlamak bir kader miydi, kaçınılmaz mıydı? Hayır, bu bir kader değildi, kaçınılmaz değildi. Sorun, bilmeme ve tarihsel deneyimleri öğrenmeme, gerekli dersleri bilince çıkarmama sorunu değildi. Sorun, Öcalan’ın kendini algılayış ve ulusal dava karşısındaki konumlanışında düğümleniyordu. 1990’ların başından sonra çözümü düzen içi politikada arama anlayışı onu bu uğursuz yola yöneltmişti.
Kararı kendisi vermişti, hiç kimseye danışmamıştı, partinin diğer yetkili organlarının onun karşısında zaten hiçbir anlamı ve önemi yoktu. Onlar ne anlarlardı, “yanlış doğmuş, yanlış büyütülmüş ve başarısızlığa mahkum kişilikler” değil miydi? Onlara karşı öfke içindeydi, öfkesinden deliye dönüyordu. “Ah şu yetersiz yoldaşlar”, işte bu tehlikeli maceranın esas sorumluları onlardı! Onlara danışmak mı, hareket rotasını ve bundan sonraki yönelimlerini onlarla birlikte tartışmak ve birlikte kararlaştırmak mı? Bu, olmazdı, bu olanaksızdı. Bu, kendi konumuna ve kurduğu o mükemmel sistemine aykırı bir davranış olacaktı. Kendisi her şeyi bilir, en doğru kararları kendisi verirdi, bunda bir kuşku yoktu. Gerçi şimdi çok zordaydı, aldığı kararın hiçbir güvencesi yoktu, dahası tarihsel bir hataydı, ama öyle de olsa kararları tek başına kendisi verecekti!..
Öyle yaptı, kararını verdi, Atina’da konaklayacak, hemen iltica işlemlerine başlayacaktı. Ancak işler sarpa sarıyordu. Yunanistan hükümeti Öcalan’ı kabule hazır olmadığını, kendisini barındırmayacağını, siyasal sığınma hakkı tanımayacağını ve bu nedenlerden dolayı bir an önce ülkelerini terk etmesini kesin bir dille ifade eder. Öcalan, bilinen “dostları”nı devreye sokar, ama sonuç almaz. Yunanistan hükümeti kesin kararlıdır, Öclan’ı kendi ülkesinde barındırmayacaktır. Bunun üzerine yeniden Suriye’ye dönemeyecek olan Öcalan, rotayı zorunlu olarak Rusya’ya çizmek durumunda kalır. Ancak geçmeden önce Yunanistan hükümetinin durumu üzerinde kısaca durmamız gerekiyor.
“Bizim” tasfiyeciler, 9 Ekim uluslararası karşı-devrimci hareketinde Yunanistan hükümetine abartılı bir rol atfederler. Öcalan, 9 Ekim ile ilgili yaptığı TV konuşmasında Yunanistan Başbakanı Simitis’i de komplo içinde değerlendirdi. Ama bu değerlendirmesinde Simitis’e biçilen rol, NATO planlaması çerçevesindedir. Yoksa bunu Yunanistan hükümetinin kendi bağımsız politikası olarak değerlendirmemektedir. Ancak daha sonra gerek Öcalan ve gerekse İmralı Partisi Başkanlık Konseyi, Yunanistan’ı komployu tezgahlayan başaktör olarak değerlendirmektedir. Oysa gerçekler daha farklıdır. Yunanistan hükümetinin bu karşı-devrim komplosunda belli bir rol oynadığı bir olgudur. Ama kendisinin bağımsız inisiyatifinden çok, ABD-İsrail-TC planlaması çerçevesinde oynatılan bir roldür. Öcalan Yunanistan’ı tercih ettiğinde Yunanistan hükümetinden bir davet ve güvence almış mıdır? Gelişmeler ve olgular göstermiştir ki, Öcalan, 9 Ekimde Atina’ya yöneldiğinde ortada ne hükümet düzeyinde bir davet var, ne de herhangi bir güvence… Öcalan zorunluluktan ve çaresizlikten Yunanistan’a yönelmek durumunda kalmıştır. Zaten Suriye’den ayrıldıktan sonra uluslararası kapanın içine düşmüştür, başta çember biraz daha geniş gözükmektedir, ama giderek daralacaktır.