0 0
Read Time:72 Minute, 37 Second

Her şeyden önce Öcalan’ın Avrupa’ya yönelme kararı tarihsel bir hatadır. Suriye’den ayrılış, aynı zamanda bütün inisiyatifin yitirilmesi ve tezgahlanan uluslararası kapanın içine düşmesi anlamına gelirdi. Ama hatalar salt bunlarla sınırlı kalmaz, zincirleme olarak devam eder ve İmralı’da doruğa çıkar, tarihimizin en büyük suçuna dönüşür… Avrupa ayağında en zayıf halka Yunanistan’dır, kendisine siyasal sığınma hakkını vermesi, TC ve ABD’den kaynaklanabilecek baskılara dayanması mümkün değildi; dahası, savaş tehdidi boyutlarına çıkan, çıkabilecek baskılara direnmesi için de herhangi bir ciddi neden yoktu. Açık ki, Yunanistan PKK ve Kürtler için TC ile bir savaşı, hatta herhangi bir siyasal-diplomatik gerginliği göze alamazdı, alması için de önemli bir neden yoktu. Evet, Yunanistan ile Türkiye arasında kökleri tarihe uzanan çelişkiler ve sorunlar vardır. Bu çelişkiler stratejik konumdadır. Bu nedenle Kürtlerden yararlanmayı, onların mücadelelerini bir taktik olarak kullanmayı düşünmüş ve denemişlerdir. Ama bu yaklaşım hiçbir zaman Kürtler için güvenilir bir ittifak ilişkisinin zemini olamaz, Türkiye ve Yunanistan çelişkisine dayanılarak stratejik kararlar alınamazdı. Bu gerçekliğin görülmesi gerekiyordu. Ama görülmedi, ya da bile bile tehlikenin ortasına atlanıldı. Yunanistan’da hangi parti ve kişi hükümette olursa olsun TC’den gelecek Öcalan eksenli baskılara direnemezdi, bu, nesnel bir olgudur. TC ve ABD baskı kuruyor. TC daha ileri giderek Öcalan’ı barındırmayı bir savaş nedeni sayıyor. Bu durum karşısında hangi Yunan hükümeti dayanabilirdi? Kaldı ki neden dirensin ki?

Gerçekliğin en önemli boyutu bu. Ancak başka boyutları da var. 9 Ekim karşı-devrim hareketi bir NATO planı, bir Gladio yapımıdır. Yunanistan başbakanı ve dışişleri bakanının bu planlama içinde doğrudan veya dolaylı yer alması, ya da baskıyla planın bir figüranı haline getirilmesi mümkündür. Ancak bunların hiç biri bizim açımızdan pek bir anlam ifade etmez. Daha önemlisi ise şu: Bu uluslararası saldırı planında Yunanistan hükümeti kendi çıkarları açısından yararlanmayı ihmal etmemiştir. Kenya aşamasında ABD ve TC ile ne gibi pazarlıklar yapıldı, neler kotarıldı, bu soruların yanıtlarını bilmiyoruz. Ama bilinen bir gerçek varsa o da, Yunanistan hükümetinin bu karşı-devrim hareketinde belli bir rol oynadığı ve bundan yararlanmaya çalışmasıdır. Ancak unutmamak gerekiyor ki, Yunanistan hükümetinin bu uğursuz rolü oynamasına zemin sunan Öcalan’dan başkası değildir. Hem 9 Ekimde, hem de Kenya aşamasından önce Yunanistan’a giden ve onların komploda aktifleşmelerine yol açan Öcalan’dır. Şimdi bu gerçekleri açık yüreklilikle teslim etmek yerine, TC’nin resmi tezleriyle Yunanistan’ı suçlamak, figüran rolünü abartarak başaktörlük biçiminden göstermek, aslında, içine girilen teslimiyetçi ve tasfiyeci çizgiyi meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir.

Yunanistan hükümeti Öcalan’ı kabul etmez ve hemen ülkeyi terk etmesini ister. Çaresiz olarak Atina’dan ayrılır, bu kez rota Rusya’ya dönüktür. “Çıkış” belli bir plana ve sağlam değerlendirmelere dayanmamaktadır, Öcalan, kör zorunluluklar tarafından sürüklenmektedir. Rusya’da Jirinovski’nin evine yerleşir ve orada 33 gün kalma olanağı bulur. Bir çok ülkede milletvekilleri ve bazı kuruluş temsilcileri Öcalan’la dayanışma tavırlarında bulunurlar, kendi ülkelerine davet ederler, hükümetlerinden kendisi için iltica talebinde bulunurlar. Aynı gelişmeler Rusya’da daha etkin ve ses getirici tarzda yapılır. Duma’ya sunulan bir karar tasarısıyla hükümetten Öcalan’a siyasal sığınma hakkının verilmesi istenir, yapılan oylamada bu karar tasarısı ezici çoğunlukla kabul edilir. Öcalan, biraz rahatlamış gibidir, ama tehlikenin geçmediğinin de bilincindedir, “amansız takip”in soğuk soluğunu ensesinde hissetmektedir.

Aradan birkaç gün geçmiştir. Henüz olup bitenler kamuoyuna yansımış değildir. 9 Ekim günü Med-tv’ye yapılan sinyal saldırılarının nedeni ve hedefi tam olarak çözümlenmiş değildir. Sinyal saldırıları devam ediyor, ekranlar kararıyor. Bunlar, TC’nin herhangi bir saldırısı olarak değerlendirilir. Ancak plan daha kapsamlıdır, Med-tv’ye yapılan sinyal saldırısı, Öcalan şahsında yürütülen uluslararası karşı-devrim hareketinin bir parçasıdır. Bir akşam vakti Öcalan, bulunduğu Rusya’dan telefonla televizyonda önemli bir konuşma yapar. Bu değerlendirmesinde uluslararası komployu geniş boyutlarıyla açar, planlarını deşifre eder, tehlikenin kısmen atlatılmakla birlikte devam ettiğini belirtir ve konuşmasını “Ankara’dan çıkmakla partileştik, Ortadoğu’ya çıkmakla ordulaştık, dünyaya açılmakla devletleşeceğiz” sloganıyla bitirir. İmralı teslimiyetinden sonra bu konuşmanın özü, komplonun hedefleri ve yöntemleriyle ilgili yaptığı önemli ve doğru açıklamalar, devletleşme sözü unutulur, bir daha dile alınmaz.

Neden?

Nedeni çok açık Öcalan’ın o konuşmasında deşifre ettiği planın ve kullanılacak yöntemlerin bir figüranı haline gelecek, kendisine dikte ettirilen rolünü şaşmadan ve harfiyen oynayacaktır.

CIA, MOSAD ve MİT Öcalan’ın yerini tespit etmekte zorlanmazlar. Aslında Yunanistan hükümeti ta başında Öcalan’ın nerede olduğunu bilmektedir. Bu nedenle diğer hükümet ve istihbarat örgütlerinin durumdan haberdar olmamaları mümkün değildir. Kısa bir zaman geçmeden baskılar Rusya hükümeti üzerinde yoğunlaşır. Aslında Rusya, ABD ile Avrasya politikası, NATO’nun genişlemesi ve diğer önemli konularda önemli çelişkiler yaşamaktadır. Yine TC ile de Kafkasya, Orta Asya ülkeleri, Baku-Ceyhan boru hattı konusunda önemli çelişkileri var. Tam da bu noktada Kürt sorunu kendileri için bir koz işlevi oynayabilir. Bu kozu anılan çelişkileri kendi lehine çevirmede kullanmayı düşünür. Ama içinde bulunduğu derin ekonomik kriz, toplumsal huzursuzluklar Rusya hükümetini ABD ve Batı sermayesine bağımlı kılmaktadır. Acil IMF kredilerine muhtaçtır, yoksa çok daha büyük ekonomik çöküşü önlemek olanaksızlaşır. ABD de tam da Rusya’nın bu zaafını kullanır ve bastırmaya başlar. IMF kredilerinin kesileceği şantajı yapılır ve bu etkisini kısa bir süre sonra gösterir. TC de diğer yandan ekonomik ve diplomatik ilişkilerini kullanır, Rusya’yı bunaltır. Daha fazla direnemeyeceğini anlayan Rusya hükümeti ve başındaki Primakov, her gün dozu biraz daha artan baskılara boğun eğer, dahası daha fazla kredi almada Öcalan kozunu kullanır. Açığa çıkanlar bunlar, ancak Rusya ile TC ve ABD arasında başka gizli anlaşmalar olmuş mudur, bilmiyoruz. Ancak gizli anlaşmaların olma olasılığı çok güçlüdür. Bu yıl yaşanan Çeçen savaşında TC, daha geri duran, Rusya’nın toprak birliğine vurgu yapan bir tutum takındı. Acaba bu durum, Öcalan üzerine yapılan pazarlıklar ve karşılıklı varılan gizli anlaşmaların bir ürünü müdür? Mümkündür…

Hangi gerekçeyle olursa olsun Rus hükümetinin tutumu, uluslararası karşı-devrim hareketi kapsamındadır. Rusya, bu saldırıda yer almış, dünya karşı-devrimci güçlerinin amaçlarına ulaşmalarında büyük bir katkıda bulunmuştur. Öcalan’ı kendi evinde barındıran Jirinovski, çok kısa bir süre sonra Türkiye’ye “turistik” bir gezi düzenledi. Gezinin amacı neydi, neyi pazarlamak için gelmişti, sonuçta neler yaptı, neler kotardı; bu soruların yanıtları belirsizdir. Şunu anlatmaya çalışıyoruz. Rusya, ta işin başında saldırının ve bu konudaki kararlılığın bilincindedir. O nedenle Öcalan ve Kürt kozunu elinde tutmak yerine, kısa vadeli yararlar elde etmeyi yeğlemiştir. Bundan daha fazlasını yapamayacağını biliyordu çünkü.

Rusya’da politik dengeler karışıktır. Duma Öcalan’a siyasal sığınma hakkının verilmesini ezici bir çoğunlukla isterken, bu karar hükümetin masasına bile gelmez. Rusya ABD ve TC’ye söz vermiştir, Öcalan’ı barındırmayacak ve mümkün olan en kısa zamanda sınır dışı edecektir. Baskılar yoğunlaşır. Öcalan’a yol görünmektedir. Ama nereye? Kimi yoklamalar yapar, kimi dostlara başvurur ve sonuçta en uygun yer olarak İtalya’yı, Roma’yı tercih eder.

IV. “Roma Yürüyüşü”!

Takvim yaprakları 13 Kasım 1998 tarihini gösterdiğinde, hemen hemen tüm haber ajansları, Abdullah Öcalan’ın Roma’da gözaltına alındığı haberini geçiyordu. Türkiye’de, Kürdistan’da, Avrupa’nın bütün ülkelerinde yoğun bir hareketlilik başladı. PKK’liler şaşkındı, Kürtler şaşkın ve öfkeliydi. 9 Ekim komplosu olarak tanımlanan uluslararası karşı-devrim hareketinin ciddiyetini şimdi daha yakıcı ve sıcak yaşıyorlardı. PKK Avrupa örgütü, PKK merkezi sözcüğün tam anlamıyla şaşkındı, ne yapacağını bilmiyordu, politikasızdı. Başka türlüsü de pek mümkün değildi. Mümkün değildi çünkü, Öcalan’ın kurduğu “önderlik sistemi”, onları hareketsizliğe mahkum etmişti; ama onlar bunun bilincinde değillerdi. Liderlerinin ağzından çıkan söze göre davranmaya şartlanmışlardı, bunun dışında kendilerini yetkisiz görüyorlardı. 9 Ekim komplosunun yaşandığı ilk günlerde PKK Avrupa örgütü, o kadar rahat davranmıştı ki, günlerce süren altı aylık toplantısını sürdürmekte, kendini günlerce gelişmelerin dışında tutmakta bir sakınca görmemişti. Aynı durum PKK merkezi için de geçerlidir. Onlara göre, “nasıl olsa Önderlik her şeye kadirdi, çözemeyeceği bir sorun, aşamayacağı bir engel olmazdı. Bu badireyi de yüksek öngörüsü ve olağanüstü yetenekleri sayesinde atlatırdı. Bu konuda önderlik yerine düşünmek, hele onun önüne bir hareket planı koymak mümkün değildi, dahası ahlaki de olmazdı. En iyisi mi, beklemek ve görmekti, önderliğin önlerine koyduğu görevleri yapmaktı, şimdi yapmaları gereken, gelişmeleri izlemenin yanı sıra kendi gündemleri üzerinde yoğunlaşmaktı…” Öyle yaptılar, beklediler, pasif bir izleyici konumunda kaldılar.

Ama halk tehlikeyi sezmişti, PKK’liler gibi elini kolunu, bilinçlerini bağlayan bir “sistem”leri yoktu, daha özgürdü, hiç kimseden emir beklemeden harekete geçebilirdi. Hemen vurgulamalıyız ki, PKK’lilerin hareketsizliği onların düşünce yetersizliğinden, yeteneksizliklerinden, ya da gelişmelerin ciddiyetini görmemelerinden kaynaklanmıyordu. Hayır, esas belirleyici neden Öcalan’ın kurduğu “sistem”in kendisi, bunun yarattığı siyasal duruş ve ruhsal şekilleniştir. Devrim ve parti sorunlarında kendisini birinci derecede sorumlu ve yetkili görmeyen bir merkezin ve kişilerin, bu konuları önderliklerinin sorunu, sorumluluğu olarak değerlendirenlerin, bunu ruhsal bir duruşa dönüştürenlerin, en ciddi ve tehlikeli konularda siyasal ve örgütsel bir refleks geliştirmeleri, siyasal kararlar alıp eyleme geçmeleri mümkün mü? Mümkün olmadığı Roma sürecinde çok net bir biçimde ortaya çıktı. Dikkat edilsin, Kürt halkı ve dostları Roma’ya akıyor, kendi iradeleri ve inisiyatifleriyle bunu yapıyor. Ama PKK merkezinin henüz ortada bir kararı yok. Neden? Çok yakıcı bir gelişme daha yaşanıyor, üzerinde yoğunca düşünmemizi ve sonuçlar çıkarmamızı gerektiriyor.

9 Ekimden sonra “Güneşimizi Karartamazsınız” sloganı altında yüze yakın arkadaşımız, kendi bedenini ateşe verme eylemini gerçekleştirdi. İstisnasız bunların tümü, bireysel karar ve inisiyatifle gerçekleşen eylemlerdir. Bu eylemler PKK’lilerin yakaladığı fedakarlık ve cesaret düzeyini çok yakıcı bir tarzda gösteriyor. Ama öyle de olsa “bireysel” olarak açığa çıkan kahramanlık örnekleridir. Neden örgüt kararıyla ve daha sonuç alıcı eylemlere dönüştürülemedi? Başka türlü de sorabiliriz: Neden bu eylemlerin tümü “bireysel” kararla gerçekleşti, bireysel biçimde gerçekleşti, neden örgüt kararına, örgüt eylemine dönüştürme ihtiyacı duyulmadı ve neden bu zorlanmadı? Bu sorular çok önemli. Bu soruların yanıtı açıktır: Kurulan kişi kültüne dayalı “sistem”, karar organlarının, kurumların hareket yeteneğini, karar alma reflekslerini ortadan kaldırmıştır. Bu durum örgütü hareketsiz kılmaya ve örgütlü hareketi olanaksızlaştırmaya götürmüştür. Tehlikeyi gören kadro kendini katmak ister, kendisini vermek ister, ama bunun örgüt kararı ve kanalı ile olanaksız olduğunu görünce yapacağı tek şey kalıyor: Bireysel kararla kendini en üst düzeyde feda etmek! Örgütlü kanalda akmayan enerji ve en soylu duygular bireysel kalmaya mahkum oluyor. Bir de bu kahramanlık eylemlerinin Öcalan tarafından kendi “sistemi”ni ruhlara yedirmede ustaca kullanılması gerçeğini eklediğimizde tablo aşağı yukarı tamamlanmış oluyor. Bütün bunlardan sonra bu tür eylemlerle ilgili alınan “yasak” kararlarının işlevsizliğinin temel nedeni de anlaşılmış oluyor.

Devam ediyoruz. Öcalan, Rusya’da barınma olanaklarını tüketir. Artık ayrılmak zorundadır. Avrupa’ya çıkış kararı geçerlidir, çözümü burada uzlaşma politikasında, sistem içi çözümde arayacaktır. Ama etrafında görülen görülmeyen sayısız bağla, engelle kapan kurulmuştur ve gün geçtikçe bu kapan daralmaktadır. Bu kez yönünü Roma’ya çeviriyor. Ancak inisiyatifi yoktur, bağımsız karar alma olanaklarını yitirmiştir, gelişmeler ve koşullar kendisini bir bilinmeze, daha doğrusu Tarihsel Yanılsamanın sonuna doğru sürüklemektedir. Attığı her adım hükümetlerin ve istihbarat örgütlerinin bilgisi içindedir. “Yasallaşmayı” esas alan biri için başka türlü olması mümkün değildir. Ortada çok ciddi bir paradoks var. Şöyle: Tüm emperyalist ve gerici güç ve odaklar kendi aralarında kurdukları “Kutsal İttifak”la uluslararası çapta bir karşı-devrim tuzağını kurmuşlar. Bu tuzağın baş hedefi konumundaki kişi ise, “kurtuluşu” tuzağı kuranların ya da bunlarla şu veya bu düzeyde ilişki içinde olan, destekleyen güçlerin merkezinde arıyor. İşte paradoks budur; halkımız açısından ise tarihsel trajedinin kendisi bu paradoksta düğümlenmiştir.

Uluslararası karşı-devrim hareketinin belirlediği koşullar ve olanaklar çerçevesinde hareket etmek zorunda kalan Öcalan, Avrupa’nın başka bir ülkesini değil de İtalya’yı tercih etmesinin bazı nedenleri vardır. Bunlara da kısaca değinmekte yarar var. İtalya’yı tercih etmesi Öcalan’ın bağımsız bir inisiyatifle hareket ettiği anlamına gelmez, bu, ancak, kurulan tuzak içinde bir hareket “serbestisi”dir. Hepsi o kadar! Öcalan “çözümü” sistem içinde arıyordu. O günün İtalya’sı buna en uygun ve yanıt vermeye elverişli ülkesi konumundaydı. Kısacası şöyle:

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8
News Reporter