0 0
Read Time:72 Minute, 37 Second

1998 başlarında İtalya kıyılarına vuran Kürt göçmenler, ilticacılar Kürt sorununu daha yoğun bir biçimde İtalya’nın gündemine soktu. Konu günlerce tartışıldı, belli ölçülerde kamuoyuna mal oldu, “Uluslararası Kürt Konferansı” önerisi dillendirildi. İtalya’nın Kürt sorununda bu gözle görülür hareketliliği, AB’nin tutumundan bağımsız değildi. İtalya’nın üzerinden Avrupa Birliği Kürt sorununa el mi atıyor, Kürtler üzerinden de Ortadoğu’da inisiyatif mi kazanmak istiyor soruları ilgili kafalara takıldı ve tartışma konusu oldu. Henüz kesinleşmiş bir politikaya dönüşmese de AB’nin bu yönlü bir eğilimi belirmişti. Bu, Öcalan’ı ve kimi Kürt çevrelerin gözünden kaçmamıştı. Anılan eğilimi güçlendiren başka gelişmeler de oldu. Sürgünde Kürdistan Parlamentosu İtalya senatosunda toplanmış ve bu olay Türkiye tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Öte yandan iş başında olan hükümet parçalı ve “sol” partilerin koalisyonundan oluşuyordu, bu partilerden bazıları PKK ile yakın ve sıcak bir ilişki içindeydi. Bunların yanı sıra Türkiye’den kaynaklanabilecek baskılara belli ölçüde direnebilecek güçteydi. Öcalan bütün bu etkenleri değerlendirerek başka bir Avrupa ülkesine değil de İtalya’ya uçtu. Yukarda sayılan etkenler belli bir hareket yeteneği veriyor gibi, ancak bunların kendi başına pek bir anlam ifade etmediği, hele bir güvence anlamına gelmediği açıktı, bu, biliniyordu. Ama yapacak başka bir şey yoktu, yine de en uygun ülke İtalya idi.

Öcalan, Roma havaalanında Almanya’nın tutuklama kararı gereği gözaltına alındı. Üzerinde bir sahte kimliği olmasına rağmen kendi gerçek kimliğini gizlememişti. Öcalan’ın Roma’da gözaltına alındığı haberi duyulur duyulmaz başta Avrupa’daki Kürtler olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki Kürtler Roma yoluna düştüler, bu yürüyüşte salt PKK’yi destekleyen Kürtler değil, diğerleri de harekete geçti. Kısa sürede Roma on binlerle dolup taştı. Dünyanın diğer alanlarında da çeşitli eylemler çığ gibi büyüdü. Türkiye sosyalist, devrimci ve demokrat grupları, İtalya ve Avrupa’daki demokrat ve ilerici çevreler de Öcalan’ın şahsında Kürtlerle ve onların ulusal davalarıyla dayanışma örneklerini sergiledi. Böylece Kürt sorunu ve Kürdistan ulusal kurtuluş devriminin uluslararası boyutları görülmemiş düzeye çıktı, sorun, günlerce uluslararası gündemin ilk sıralarını işgal etti. Bu, Kürt sorunu açısından yakalanan önemli bir düzeydi. Aynı zamanda Kürdistan devriminin uluslararası etkilerinin açığa çıkması bakımından önemliydi. Devrimimiz uluslararası ölçekte yankı yaratmış, devrimci ve ilerici çevreleri hareketlendirmiş, geniş bir direniş dalgasının yükselmesine yol açmıştı. Bu olgu emperyalist ve gerici dünyayı ürkütmüş, karşı-devrimci hareketi düzenlemekle isabetli davrandıklarına bir kez daha vesile olmuştur.

Halkımızın ve dostlarının görkemli Roma Yürüyüşünü Öcalan, kendisinin Roma’ya gelişiyle açıkladı, ama bu doğru bir değerlendirme değildir. Öcalan önceden belirlenmiş bir plan dahilinde ve kendi bağımsız inisiyatifi ile Roma’ya gelmiş değildir, tamamen kaçınılmaz zorunluluklar sonucunda Roma’ya gelmiştir. Başka bir ifade ile gelişmeler tarafından sürüklenmiştir. Roma Yürüyüşü ise halkımızın kendi ulusal bilinci ve direniş ruhu, değerlerini koruma ve geleceğine sahip çıkma duygularıyla Öcalan’a ve bu temelde kendi davasına sahip çıkma eyleminin kendisidir. Bu ayrımı yapmakta yarar var. Elbette halkımız Öcalan’ı kendi önderi ve ulusal davasının temsilcisi olarak gördüğü ve değerlendirdiği için yönünü Roma’ya çevirmiş, kar, kış, yağmur, soğuk ve başka engeller demeden Roma’ya akmış ve uluslararası karşı-devrim hareketi karşısında alınması gereken tavrın ne olması gerektiğini tartışmasız bir biçimde göstermiştir.

Halkımızın ve dostlarının bu Roma Yürüyüşü, komplo karşısında önemli bir siyasal ağırlık oluşturmuştur. Suriye’den çıktıktan sonra inisiyatifi tümden yitiren ve gelişmeler tarafından sürüklenen Öcalan, halkımızın ve dostlarının Roma Yürüyüşü ve ortaya çıkardığı siyasal sonuçları yüzünden belli bir inisiyatif kazanmıştır. Bu noktadan sonra halk eylemliliğine dayanan bu inisiyatifle uluslararası karşı-devrimci güçlerle daha sonuç alıcı bir direniş sergilenebilirdi. Halkımızın Roma eylemliliği ve gösterdiği duyarlılık çok önemli bir direniş mevzisiydi, bu mevziîye dayanarak karşı-devrimin saldırıları boşa çıkarılabilir, 15 Şubat önlenebilirdi. Ama Öcalan, halkın eylemliğinin ortaya çıkardığı tarihsel olanağı ve mevziîyi esas almak yerine baskılara boyun eğdi, Roma Yürüyüşünün yarattığı mevziîyi ve direniş olanaklarını kendi elleriyle havaya uçurdu. Burada yine tarihsel ve yaşamsal bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı. Tercihini hangisinden yapacaktı, halkı, onun özgücünü ve eylemliliğini mi, yoksa yabancı güçlerin insafını mı? Kendimize mi, düşmanlarımız arasındaki çelişki ve çıkar çatışmalarına mi güvenecektik? Bu soruların yanıtı tarihimizde sayısız kez verilmişti, güncelde nasıl verilmesi gerektiği çok netti, tartışılmayacak kadar açıktı.

Öcalan, tercihini Roma Yürüyüşünde açığa çıkan halkımızın gücüne ve eylemliliğine güven, dostlarımızın enternasyonalist dayanışmasına önem verme anlayışı ve çizgisine değil, umutsuz emperyalist merkezlerle uzlaşma çizgisine devam yönünde yaptı, böylece kendisini biraz daha sona yakınlaştırdı, bu son, aynı zamanda tarihimizin en büyük Yanılsamasının da sonu olacaktı.

Uluslararası karşı-devrim hareketinin Roma etabı çok zorlu ve yoğun mücadelelere sahne oldu. Halkımız ve dostları Roma’ya akarak devrimci direnişlerini zirveye çıkarırken ABD ve TC ile diğer gerici güçler de boş durmadılar, bütün olanaklarını, güçlerini, ilişkilerini kullandılar, sonuca gitmek için her yolu ve yöntemi mubah gördüler. Her şeyden önce ABD, uluslararası karşı-devrim hareketini kendisi için stratejik önemde görüyor ve mutlaka başarıya gitmek istiyordu. Bu nedenle başta Avrupa ülkelerinde, İtalya, Almanya ve diğerlerinde beliren belirsizlik, hatta Kürt soruna el atma eğilimi ABD’yi açıkça rahatsız etti. Hemen ağırlığını koydu. İtalya ve AB ülkelerine verdiği mesaj çok net ve açıktı: “Bu sorunda sizin bir inisiyatif kullanmanıza, gelişmeleri başka türlü etkilemenize izin vermeyeceğim. Yapmanız gereken tek şey var, yürürlükteki karşı-devrim planına güç ve destek vermek!” AB ülkeleri bir kez daha ABD karşısındaki zaaflarını ve etkisizliklerini gördüler. Başta Kürt sorununa el atma eğilimleri vardı, bu doğrultuda kimi çabalar da sergilemişlerdi. Ancak ABD kesin tavır alınca bunlardan vazgeçtiler, komployu her yönüyle desteklemeye başladılar. Elbette AB’nin Kürt sorununa el atma eğilimi, uluslararası ve bölgesel bir politikaya oturmadığı, Avrupa’nın henüz böyle bir plandan yoksun olduğu için sadece değeri olmayan birkaç sözden öte bir anlam ifade etmedi, edemezdi. Açık ki, AB, henüz kendi başına, ABD’ye rağmen ve ona karşı bağımsız bir uluslararası ve Ortadoğu politikası geliştirmekten uzaktı. Bu, Kürt sorununda ve Öcalan’ın Avrupa’ya yönelişinde de bir kez daha açığa çıkmıştı. 15 Şubat bir bakıma AB’nin ABD karşısındaki güçsüzlüğünü belgeledi, gücünün sınırlarının ne olduğunu bir kez daha gösterdi. AB’nin bir kez daha açığa çıkan zayıflığı, TC için de önemli bir avantaj anlamına geliyordu. Hemen yanlış bir anlamayı önlemek için şu noktanın altını çizelim: AB’nin bir ara başlayan ilgisi, Kürtlere olan asmpatilerinden kaynaklanmıyor. Tersine kendi çıkarları bu ilginin belirleyici nedenidir. PKK ve devrim karşısındaki tutumu ise ABD ve TC’den farklı değildir. AB, Kürtler üzerinden Ortadoğu denkleminde kendine bir yer aramış, ancak bu arayışı kararlı bir stratejiye oturmadığı ve ABD karşısında buna gücü yetmediği için ta başta fiyaskoyla sonuçlanmıştır.

Öcalan’ın İtalya’da gözaltına alınmasından sonra TC bütün güç ve ilişkilerini, iç ve dış olanaklarını harekete geçirdi. Özel savaş kurmaylığı, başta MHP’li faşistler olmak üzere bütün şoven ve gerici çevreleri harekete geçirdi, İtalya’ya karşı yoğun ve etkili bir teşhir ve İtalyan olan her şeye karşı bir boykot kampanyası açtı. PKK ve Öcalan şahsında Kürtleri linç histerilerine varan ırkçı-şoven bir hareket örgütlendi. Bu iki hareket tam bir “milli seferberlik ruhu” ile iç içe yürütüldü. Devlet yönetiminde ve tam bir şoven-ırkçı histeri ile yürütülen bu anti-Kürt ve anti-İtalyan kampanya ile İtalya’yı dize getirmek, başka ülkelerin de kapılarını Öcalan’a kapattırmak ve Kürtleri baskı altıda tutarak etkisizleştirmek, hareketsiz bırakmak, Türkiye’de demokrat ve devrimci çevreleri sessiz kalmaya yöneltmek istiyorlardı. Çok örgütlü, planlı bir kampanya yürüttüler ve bunda etkili olduklarını da kabul etmek gerekir. İtalya tekellerinin kendi hükümetleri üzerinde baskı kurmalarında bu boykot ve psikolojik terör kampanyası önemli ölçüde etkili oldu. Başka ülkelerin hükümetleri üzerinde de etkili oldu. Kısacası Türkiye’de geliştirilen ırkçı-şoven ve psikolojik terör kampanyası yürütülen uluslararası karşı-devrim hareketine hatırı sayılır bir destek vermiş, TC ve ABD’nin siyasal ve diplomatik baskı çabalarına önemli olanaklar sunmuştur. Başka bir ifadeyle Roma’da kazanılan inisiyatifin korunamamasında, Öcalan’ın bunalmasında Türkiye’de geliştirilen kampanyanın önemli bir katkısı oldu.

Bu noktada durarak TC’nin uluslararası karşı-devrim hareketi içindeki rolünü yeniden hatırlatma gereğini duyuyoruz. TC’yi “kurban” olarak gösteren İmralı tasfiyecileri, 13 Kasından sonra Türkiye’de geliştirilen zincirlerinden boşanmış ırkçı-şoven histeri kampanyasını, linç gösterilerini neyle açıklayacaklar? Bu kampanyanın komploya katkısının ne olup olmadığını halkımıza anlatmak durumundadırlar. Ama açık ki, tasfiyecilerin 13 Kasımdan sonra Türkiye’de yürütülen kampanya ile ilgili söyleyecekleri bir sözleri yoktur. Yoktur çünkü, gerçeklere bağlı söylenecek her söz, Türkiye’nin de komplonun “kurban” olduğu demagojisini yerle bir eder…

Bu süreçte ABD emperyalizmi de hiç boş durmadı, bütün siyasal ve diplomatik baskı mekanizmalarını harekete geçirdi, İtalya ve AB hükümetleri üzerinde baskı kurdu, Öcalan’ı barındırmamaları yönünde kesin uyardı, bu uyarıları da sonuç verdi. Almanya Öcalan’la ilgili aldığı tutuklama kararını iptal etti. AB nezdinde kararlaştırılan “Uluslararası Mahkeme” tasarısının da içi boş ve karşı-devrim hareketinin bir parçası olduğu anlaşıldı.

İç ve dış baskılar arttı, kendisi de emperyalist bir ülkenin hükümeti olan İtalya hükümeti Öcalan’ı ülkesinden çıkarmak için baskılarını yoğunlaştırdı. Öcalan’ı kendi ülkesinde tutmak, siyasi sığınma hakkı tanımak için de herhangi bir nedenleri yoktu. İtalya hükümetinin PKK ve devrim karşısındaki politikası özünde AB ve ABD’nin politikasından farklı değildi. Bu bağlamda bir boyutuyla uluslararası karşı-devrim hareketi içinde yer alıyordu; ayrıca oluşan “Kutsal İttifak”ın bir unsuru durumundaydı. Olayın özü böyleydi, ama hükümet bunu biraz kitabına uydurarak yapmaya, açıktan açığa sorumluluk altına girmemeye çalışıyordu. Öcalan ülkelerinden ayrılmak durumunda kaldığında kendisine “kendi isteği ile İtalya’dan ayrıldığına dair” bir belgenin imzalatılması bu gerçekliği kanıtlayan bir olgudur. İtalya hükümeti adım adım sona doğru gidildiğini, bundan sonraki aşamaları biliyordu. Bunun için bir yandan Öcalan üzerindeki tutuklamayı kaldırıyor, “özgürsün” diyor, kamuoyuna “demokratlık” mesajını veriyor, bir yandan da Öcalan’ın ülkelerini terk etmesi için her türlü baskıyı yoğunlaştırıyordu. Öyle ki başka bir çıkış bulamayan Öcalan, İtalya’da kalarak yakalanan direniş mevziinde sonuna kadar direnme kararı yerine sonu belli sürüklenişte kendini “kaderciliğe” teslim ediyordu. Bu durumu İmralı’da yaptığı bir açıklamasında şöyle değerlendirmektedir: “İtalya’da kalmakta ısrar etseydim kalabilirdim. İnsanın onuru üzerinde oynama tehlikesini görünce oradan ayrıldım. Bundan sonra Kenya sürecini de bir çeşit kadercilik olarak değerlendiriyorum” (T. Özkan, Operasyon) İtalya’dan çıkışını böyle açıklayan Öcalan 16 Ocakta İtalya’dan ayrılır. Rota, daha önce komplonun içinde olduğunu söylediği Primakov ve Simitis’in ülkelerine yöneliktir. Ancak Avrupa serüvenin bu aşamasının ayrıntılarına geçmeden önce Öcalan’ın Roma’daki girişimlerine ve uzlaşma çabalarına kısaca değinmek istiyoruz. Bunun gerekli olduğuna düşünüyoruz.

Öcalan, Roma’da uluslararası karşı-devrimci hareketin baskısını çok daha derin ve yakıcı tarzda yaşamaktadır. Kendisini fiziki bir boşluğa düşmüş gibi hissetmektedir. Yaşadığı duygular karmakarışık, çelişkili ve acılıdır. Beklemediği, hayal etmediği, etmek istemediği, hazır olmadığı bir durumla karşı karşıyadır. “Yaşadığım bu sürecin (9 Ekim-18 Kasım) der Öcalan Özgür Politika gazetesiyle yaptığı mülakatta, duygusal yüklenimlerinin çok derin ve trajik karakterde olduğunu belirtmem pek izah edici olmayabilir. (…) Öyle bir durum ki kırk yıl büyük , üstün, akıl ve güzellik dolu bir emekle geliştirdiğim bir bahçeden, birden bire, anlaşılmayan, hiç istenilmeyen, hazır olunamayan fiziki boşluğa düşüş oluyor. Burada kahramanın mutlak trajik ölüm denemesi yapması gerekir. Benim buna da ne şansım var, ne de yapım elverişli. Tragedyadan daha farklı bir durum var.” Aynı mülakatta zaferin her zamankinden daha yakın olduğunu söylerken Öcalan, çelişkili bir ruh hali içindedir, aslında kendisinin yaptığı istemeyerek de olsa “kahramanın mutlak trajik ölüm denemesi”dir, ama bunu mantıki sonucuna götürmeyecektir. “Yapım elverişli” değil derken bir gerçeği dile getirmektedir. Bu, o günlerde pek anlaşılmasa da İmralı’da ne anlama geldiği bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8
News Reporter