Öcalan, karmaşık duygular içinde, kaygıları çok daha derinleşmiş bulunmaktadır. İmha olasılığını neredeyse kesine yakın görmektedir. Bunu ,”Ya imha, ya teslimiyet (teslimiyet mümkün olmayacağına göre), dolayısıyla imhayı kaçınılmaz kılıyordu” sözleriyle özetlemektedir. Karşı-devrimci güçlerin hedeflerinin böyle olduğu kesindi. “Ya imha, ya teslimiyet”! İşte Öcalan’a ve onun şahsında PKK, Kürdistan devrimine ve halklarımıza dayatılan ölümcül ikilem buydu. Dayatılan teslimiyetin sıradan bir teslimiyet olmadığı, topyekün tasfiyeyi hedefleyen tarihimizin en büyük ihanet hareketi olacağı açıktı. Bunu en iyi bilme ve yaşama durumunda olan Öcalan’ın kendisiydi. Teslim olmayı düşünmüyordu, öyle diyordu, aynı şekilde imha olmak da istemiyordu. Bunun kadar doğal ve kaçınılmaz olan başka bir şey olamaz. Öcalan’ın da dayatılan bu ölümcül ikileme karşı direnmesi ve kendini koruması, kendi şahsında yürütülen karşı-devrimci komployu boşa çıkarmak için yoğun bir çaba içinde olması kaçınılmazdı. Ancak karşı-devrimci ittifak, bu ikilemde kararlı ve tavizsiz sonuna kadar gitmek istiyor, bütün olanak ve ilişkilerini bunun için seferber ediyordu. Öcalan’ın yapacağı tek şey vardı: Roma Yürüyüşü ile açığa çıkan halk eylemliliğine ve enternasyonal dayanışmaya dayanarak yakalanan mevziiyi ne pahasına olursa olsun korumaktı. Bunun dışında başka bir yol, dayatılan ikilemden birinin hükmünü icra etmesine bütün kapıları sonuna kadar açacaktı. Öcalan, hala uzlaşma, düzen içi “çözüm” arayışlarında umutlu görünüyordu. Bu nedenle 1 Eylül ateşkesini sürdürüyordu. Uzlaşmaya, düzen içi “çözüm”e ne kadar açık olduğunu kanıtlamak için Roma’da yedi maddelik bir öneri paketi sundu. Bu öneri paketinin en belirgin özelliği ve öncekilerden farkı ileri sürülen taleplerin en geri noktaya çekilmiş olması, daha önce ileri sürülen federasyon düşüncesinden vazgeçilmesi, onun yerine otonomi (özerklik) isteminin ileri sürülmesidir. İlk çıkışından bu yana her defasında otonomiyi en ağır ifadelerle eleştiren ve mahkum eden Öcalan’ın Roma’da otonomiyi bir uzlaşma platformu olarak ileri sürmesi başta yadırgandı, ama sonra içinden geçilen ölümcül sürecin kendine özgü koşulları göz önüne getirildiğinde belli ölçülerde anlaşılmaya çalışıldı.
Öcalan, sistemle uzlaşmak istiyor, bunun için taleplerini en geri noktaya çekiyordu, ama emperyalizm ve Türk sömürgeciliği bunları duymak bile istemiyordu, kesin imha, ideolojik, politik, askeri ve moral tasfiye istiyordu. Bu emperyalist ve gerici dünyada onurlu Kürde, özgür Kürde, onun özgürlük istemlerine ve mücadelesine yer olmadığı, kesinlikle bütün kapıların kendilerine kapalı olduğu bütün çıplaklığı ile her gün kanıtlanıyordu. Ama Öcalan hala umutsuz bir düzen içi arayış içindeydi. Hatta Roma’dan ayrıldıktan sonra uçakta eski CIA ajanı Grham Fuller’e mektup yazması, bu mektupta bu ilişkiden belli bir beklenti içinde olması ilginçtir. Eski CIA ajanının istemi nettir: “Silahlı mücadeleden vazgeç, o zaman ABD Kürt sorununun çözümüne yardımcı olabilir.” Böyle bir görüşme gerçekleşmeyecektir. Bunun kendisi pek önemli değil, bizim burada anlatmaya çalıştığımız, Öcalan’ın uzlaşma çizgisinin boyutlarının geldiği düzeydir, içerdiği umutsuzluk öğeleridir.
V. Kenya: Sona Doğru
Uluslararası karşı-devrim kapanı hızla kapanmakta, Öcalan, her gün biraz daha sona yaklaşmaktadır. Roma’da direnmez, Roma’da yakalanan inisiyatifi doğru değerlendirmez. Roma’dan çıkışın bir daha çıkmamak üzere uluslararası karşı-devrim tuzağının orta yerine düşmek olduğunu kestiremez, ya da kestirse de çaresiz kendisini “kaderciliğin” kollarına atmaktan başka bir şey düşünemez. O güne dek çalınan bütün kapılar tek tek yüzlerine kapanır, kimse kabul etmek istemez, hiçbir hükümet, ABD ve TC’nin baskısını göze almaz, almak için de bir neden görmez, tersine 20. yüzyılın en son devrimini bastırmada kendi üzerlerine düşen rolü oynamaktan kaçınmaz. Bunlar çok çıplak gerçeklerdir ve kendisini her an hissettirir. Bu durumda güvenceyi, ayakta kalma ve yaşamayı emperyalist ve gerici hükümetlerin insafında aramak, insanın kendi kendisini cellâdına teslim etmesi değilse nedir? Bu, özgücünü ve halkın devrimci yaratıcılığını esas alan siyasal çizgiden kesin bir kopuş ve geleneksel Kürt liderlerinin siyaset anlayışını esas almak değilse nedir? Oysa halkın eylemli gücünü ve olanaklarını esas alan bir yaklaşım Roma Yürüyüşünün ortaya çıkardığı direnme mevzilerinde sonuna kadar direnmeyi gerektiriyordu. Kazandıracak olan buydu, ama “Ulusal Önder” Öcalan, tercihini düzen içi siyasetten yana yapmıştı, kararını bu doğrultuda vermişti. Daha sonra Roma’dan çıkışını Mahir Welat’la ve başkalarının tutumuyla açıklamaya çalışan Öcalan, bu noktada kendi tarihsel hatasını örtbas etme ve sorumluluktan kaçma tavrını sergilemektedir. Tarihsel hata, çözümün arandığı merkez ve hat konusundaki anlayış ve kararın kendisidir. Diğerleri sadece tarihsel hatayı büyüten, kolaylaştıran ve çabuklaştıran etkenler olabilir.
Dikkat edilirse, Öcalan, Avrupa serüvenini, Roma’dan çıkışı, Kenya’ya kadar savruluşu ile ilgili kendi sorumluluğu hakkında tek bir söz söylememektedir. Bütün kararları kendi başına almasına ve bunların tümü düzen içi çözüm, uzlaşma çizgisi temelinde olmasına, bu da özgüç yerine yabancı güçlere dayanma geleneksel yanılgının tekrarından başka bir şey olmamasına rağmen, Öcalan, sorumluluğu üstlenmek, partimize ve halkımıza hesap vermek yerine sorumluluğu üstünden atmakta, “yetersiz yoldaşlık ve güvenilmez dostluk”la açıklamaktadır. Peki, dünyanın dört bir yanında tuzak kuran emperyalist ve gerici dünya içinde ille de uzlaşma ve bu dünya içinde ısrarla yer arama çizgisinin “yetersiz yoldaşlık”la ne ilgisi var, “güvenilmez dostluk”la ne ilişkisi var? Yüzünü gerilla ve halka değil de sistemin merkezine yöneltmesini sağlayan “yetersiz yoldaşlar” mı oldu? Gerçekte, Öcalan, o “yetersiz” dediği “yoldaşlarını” gerçek anlamda yoldaş gördü mü, onlara çok sıradan bir değer verdi mi? Hayır, Öcalan’ın kurduğu “sistem”de ona “yoldaş” olan yoktur, sadece kullanılan siyaset ve savaş nesneleri vardır. Evet, Öcalan, yaşananların tek sorumlusuydu, ama bunu üstlenme yürekliliğini göstermiyordu; kurduğu “sistem” yenilmez, yanılmaz, her şeyi öngören ve yaratan “Yüce İrade” kültü bunu gerektiriyordu. Yoksa büyü bozulur, her şey tersine dönebilirdi!..
Öcalan, 16 Ocak 1998 tarihinde, İtalyan hükümetinin yardımıyla sağlanan özel bir uçakla Roma’dan gizlice ayrılır. İlginçtir, İtalya hükümeti, Roma’dan ayrılan Öcalan’dan bütün sorumluluğun kendisinden olduğunu belirten imzalı bir belge almayı ihmal etmez. Nedeni açıktır, olup bitenleri biliyorlardı çünkü. Karanlık tuzak bu kadar açıkken Öcalan Roma’dan çıkar. Rota Rusya’ya doğrudur. Mahir Welat, Rusya’dan en az altı aylık bir izin kopardığını, her şeyin ayarlandığını, bir tehlikenin söz konusu olmadığını söyler, bu düşüncesini döne döne vurgular. Anlatılanlar böyle. Mahir Welat’ın bu konuda ısrarlı olduğu anlaşılıyor, Öcalan’ı Roma’dan çıkarmak için kasıtlı bir çaba içinde de olmuş olabilir. Hatta komplonun içimizdeki ayağı olduğu da kesin bir olgu olsun. Bu noktada şu soruyu soralım: Gerçekten Öcalan’ın Roma’dan çıkışını bununla açıklamak mümkün mü? Öcalan’ı tanıyan, onun ne kadar kuşkulu ve kendisi söz konusu olduğunda kılı kırk yaran bir titizlik içinde olduğunu bilenler, Öcalan’ın Mahir Welat’a inandığına inanabilirler mi? Açıkça belirtmek gerekir ki, Öcalan, bütünüyle Mahir Welat’a inanmamıştır, hatta ısrarlı tutumundan kuşkulanmıştır bile. Ama çaresizdir, kendisini “kör kaderin” kollarına atmaktan başka yapacağı bir şey olmadığını düşünmekte ve bir kez daha şansını Rusya üzerinde denemektedir. “Bizim” tasfiyeciler de bunu, “Önderliğin Roma’dan çıkışı, artık kendi inisiyatifini ve denetimini kaybediştir” (M. Şafak, age.) diyerek itiraf etmekte, ancak bu gerçekliğin sorumluluğunu Öcalan’la, onun tarihsel yanılgısıyla açıklamak yerine, başkalarının üstüne yıkmaya çalışmaktadır.
Roma’dan çıkış gizlidir. Ama bu gizlilik kamuoyundan ve halklarımızdandır. Yoksa nereye gitmek üzere olduğu yola çıktığı anda İtalyan hükümeti tarafından bilinmektedir. Bu, en azından ABD ve CIA’nin bilmesi anlamına geliyor. Bu halktan gizli, ama hükümetlere ve istihbarat örgütlerine açık hareket, karşı-devrimcilerin işini son derece kolaylaştırır, tam da istihbarat örgütlerinin istediği bir şeydir. Onlar gizliliği sever, karanlıktan hoşlanırlar. Çünkü halkın ve kamuoyunun olup bitenleri bilmesi demek, aynı zamanda eylemli müdahalede bulunması olasılığının belirmesi, dolayısıyla işlerini zorlaştırması anlamına gelir. Öcalan, bu noktada da bilerek veya bilmeyerek kendi cellâtlarının işini kolaylaştırmıştır.
Rusya hükümeti Öcalan’ı kabul etmez, hemen ülkelerini terk etmesini kesin bir biçimde ister. Öcalan, çaresizdir, sona doğru gittiğinin bilincindedir. Ölüm kapanı hızla kapanmaktadır. Aklına gerillaya, Kürdistan’a dönüş gelir, bunun yollarını araştırır. Ama çok geçtir. Karabağ, Ermenistan üzerinden Kürdistan’a geçmeyi tasarlar, “El kapılarının” kapalı olduğunu, “Dünyaya açılmanın devletleşme” değil, tuzağa yelken açmak olduğunu içi yanarak, yaşayarak görür. Dün imha olarak gördüğü “dağ”a bir an önce ulaşmanın özlemi içindedir, imha tehlikesi tepesindedir çünkü. Peki dönüş yolu ve olanağı var mıdır? Kapanın ağlarını bu kadar sıkı ören komplocular, bu “saatten” sonra ona “dağ”a dönüş olanağı tanırlar mı, yakalamak üzere oldukları “avları”nı kaçırmak isterler mi?
Rusya hükümeti, Öcalan’ın Karabağ, Ermenistan üzerinden Kürdistan’a gitme önerisini olumlu karşılar görünür, hazırlanmasını söyler. Ama planı farklıdır. Askeri bir uçakla Tacikistan’da bir askeri kışlaya götürür, birkaç gün burada zorunlu ikamete tabi tutar, Öcalan’ın bu dönemde Moskova’da görünmesini istemez. Öcalan yalnız ve bir tür tutsaktır, ne kadar sona yaklaştığını bir kez daha derinden yaşar. Rusya üzerinden Kürdistan’a dönüşün olanaklı olmadığını, tersine Rusya’nın da tehlikeli oynadığına bir kez daha tanık olur. Aslında 9 Ekimden sonra da Primakov’un komplonun içinde olduğunu kamuoyuna açıklamıştı, ama çaresizlikten yeniden komplocu dediği güçlerin merhametine sığınmak durumunda kalmıştı. Öcalan’ı Moskova’ya geri getirirler, ama en kısa sürede ülkeyi terk etmesini de isterler. Yoksa olacaklardan Öcalan’ın kendisini sorumlu tutacaklarını kesin bir biçimde bildirmeyi de ihmal etmezler. Bir kez daha yol göründü. Her taraf tutulmuş, bütün kapılar sıkı sıkı kapatılmıştır. Tehlike çok yakındadır, tehlikenin soğuk esintileri adeta suratını yalamaktadır.
Rota bir kez daha Yunanistan’a çizilir. Aslında Yunanistan’ın tavrı bellidir, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık ve nettir. Ama Öcalan çaresiz bir biçimde kendisini Yunanistan üzerine atar. Daha sonra İmralı’da Yunanistan’ı komplonun başaktörü olarak değerlendirse de bunun gerçeklikle bir ilişkisi yoktur. Bu değerlendirme tamamen TC devletinin resmi tezinin tekrarından, özel savaş kurmaylığının Yunanistan politikasının dillendirilmesinden başka bir anlam ifade etmemektedir. Evet, Yunanistan uluslararası karşı-devrim hareketinde masum değildir, önemli bir rol almış ve oynamıştır, ama bu, tamamen ABD ve TC’nin çizdiği plan ve çerçeve içerisindedir. Şu soru gerçekliğin ne olduğunu daha iyi anlatır: Rusya’nın “terk et” dayatması karşısında Yunanistan formülünü ortaya atan kimdi, rotayı Yunanistan’a çizen kimdi? Yunan hükümeti mi istedi, yoksa Öcalan çaresizlikten başka bir seçenek bulamadığı için mı Yunanistan seçeneğini denemek zorunda kaldı? Kaldı ki 9 Ekimde Atina’ya inen Öcalan, Yunanistan hükümetinin tutumunu net bir biçimde görmüş ve TV’den yaptığı açıklamada Simitis’in komplonun içinde olduğunu açıkça vurgulamıştı. Peki dün komplonun içinde olduğu açıklanan, tavrı net olarak bilinen bir ülkeye ne değişti de yeniden gitme gereğini duydu? Yeniden neden Yunanistan’ın kapısı çalındı, zorlandı, evet, neden? Öcalan ve İmralı Partisi Başkanlı Konseyinin bu sorulara bir yanıtı olmak zorundadır, ama yok!