0 0
Read Time:72 Minute, 37 Second

CIA ve MOSSAD ajanları rollerini oynamış, Öcalan’ı etkisizleştirip uçakta bekleyen Türk özel savaş elemanlarına teslim etmişlerdi. Artık bundan sonrası onlara aitti. Öcalan artık neyin ne olduğunu biliyordu, uluslararası komplo başarıyla sonuca doğru gidiyordu. Artık düşmanlarının elindeydi. Ne yapmalı sorusunu daha önce düşünmüştü. Avrupa’dayken gerektiğinde kahramanlık eylemini gerçekleştireceğini, ama teslimiyetin gölgesini dahi kabul etmeyeceğini açıkça dile getirmiş ve bunu kamuoyuna bir söz olarak deklere etmişti. Aslında olması gereken buydu, ezilenlerin temsilcileri tarih boyunca böyle davranmışlardı, dolayısıyla direnme kararında bir olağanüstülük yok, tartışmasız olması gerekendir!

Uçağa ayak basar basmaz Türk özel savaş elemanları tarafından bayıltıcı bir ilaçla bayıltıldı, elleri kolları bağlandı, gözleri ve ağzı bantlandı. Kendine geldiğinde özel savaş timinin komutanının “Memleketine hoş geldin Abdullah Öcalan” sözleriyle karşılaştı. Yaşadığı dehşetli gerçeklik bütün çıplaklığı ile ortadaydı, yakalanmıştı, uluslararası hukuk, ahlak çiğnenerek korsanca kaçırılmış ve Türk özel savaş elemanlarına teslim edilmiş, şu anda onların elindeydi. Kendi değerlendirmesine göre, önünde iki yol vardı, ya teslimiyet ya imha! Karşı-devrimci güçler bu ikilemi dayatıyorlardı, Öcalan da onların dayatmalarını aynen böyle okuyordu. Daha Avrupa’dayken denklemi böyle kurmuştu. Direnmeyi imha ile özdeşleştirmişti. Yine kendisinin yazdığına göre, önce tarihsel direnme çizgisinde ser verip sır vermemeyi düşünmüş ve kararlaştırmıştı. Ama çok kısa bir süre sonra ise, bunu çok tehlikeli buluyor ve gerisini kendisinden dinleyelim: “Önce hiç konuşmamayı ve açlığa yatmayı düşündüm. Ama baktım iyi olmayacak. Konuştum.” “Hala da konuşmaya devam ediyorum.” Peki, Öcalan ne konuşuyor? Kimse de bunu sormuyor. Sorgucularına, kurulan Soruşturma Komisyonuna ne konuşuyor, masal mı anlatıyor? Konuştuğu şeyler nedir? Polis, MİT veya asker sorgusunda konuşulduğunda bu, literatürde nasıl tanımlanır? Sorguda konuşan kişilerin bu davranışı nasıl değerlendirilir? Sorguda konuşanların taktir edildiği görülmüş müdür, tarihte ve günümüzde böyle davrananlara nasıl yaklaşılmıştır? Bu soruların yanıtlarına geleceğiz. Ancak şimdi kaldığımız yerden devam edelim. Öcalan kararını vermiştir.

Konuşacaktır!

Direnmeyi, tarihsel direniş çizgisinin bir savaşçısı gibi savaşmayı, her türlü özveriyi göze alarak Mazlumların, Hayrilerin, Kemallerin yolunda yürümeyi “çok tehlikeli”, “basit ve kolay yol” olarak değerlendiriyor. Öcalan, daha sonra yaptığı bir değerlendirmede içine girdiği durumu şöyle anlatmaya çalışır: “Benim buraya alınmam tahlil edilemedi. Buraya alınmam, uluslararası sistemin oluşturduğu bir plandır. Sadece imha mıdır? Hayır! Mantığı şu: Eğer bu adam eski kafasıyla ısrar ediyorsa, hep isyan, hep savaş diyorsa sonuç zaten tasfiyedir. Öyle de olurdu. Çünkü biz güçlüyüz diyorlardı. Anlayışsızsa, kafası çalışmıyorsa imha ederiz. Biz ne yaptık? Kafamız çalışıyordu, bir de bilimsel olarak da 1993’ten beri arayış içindeyiz. Demokratik çözüm arayışı önemlidir. Israr ettik.” (Özgür Halk, Nisan 2000) Öcalan, “akıllı” davranıyor, uluslararası karşı-devrimci güçlerin istediği doğrultuya giriyor, bunu imha olmamanın biricik yolu olarak görüyor.

Direnişi, “akılsızlık”, “imha”,”komploya düşme” ile özdeş görüyor, “basit ve kolay yol” olarak değerlendiriyor. Kendine göre daha zor olanı, “uzlaşmacılık” yolunu seçiyor. Neyin uzlaşması, ne verildi, ne alındı ki yapılana uzlaşmacılık denilsin, hangi zemin üzerinde yapılan bir uzlaşmadır bu? Temel ilkeler, ölçüler ve doğrular Öcalan söz konusu olduğunda anlamsızlaşıyorlar mı, geçerliliklerini yitiriyorlar mı? Neden? Yanıtı da hazır:

“Ben başkayım, her şeyin üstünde, tek ve biriciğim! Tarihsel ve toplumsal hareket yasaları ben söz konusu olduğunda anlamını yitirir, geçerliliğini kaybeder! Önemli ve esas olan benim, tek ve mutlak bağlanması gereken biricik yasa budur! Bütün yaklaşımlar ve davranışlar bu yasaya göre belirlenmeli ve düzenlemeli, yoksa, her şey mahvolur, imha olup gider. Önemli olan ve her şeyin üstünde olan BEN yaşamalıyım! Şimdi bunu ‘Barış için yaşamalıyım’ biçiminde formüle ediyorum. Artık herkesin yaşam ve mücadele parolası, varoluş gerekçesi bu olmalıdır! Daha önce ‘Her gün öl ve öldür’ diyordum, şimdi bunun yerine, ‘Kendin yaşa ve yaşat’ ilkesini koyuyorum! ‘Bu bana daha doğru geldi.’ Siz bakmayın bu kadar savaş teorisi yaptığıma, savaş yönettiğime, bana ‘karınca ezmez’ derlerdi! Bunu herkes biliyor, en iyisini de arkadaşlarım biliyor! Bizim ARGK Komutanlığı da bildiri yayınlamadı mı, Başkanımızın askeri eylemlerden dolayı hiçbir sorumluluğu yoktur diye? Ben artık bir barış savaşçısıyım! Barış savaşçısı olmak, savaş savaşçısı olmaktan daha zordur! Ben zoru seçiyorum! Gerçi 9 Ekim komplosuyla ilgili yaptığım ilk açıklamada başka şeyler söylemiştim, ama olsundu, önemli olan ben ve bugündür!”

Öcalan, 9 Ekim komplosundan birkaç gün önce söylediklerini çok iyi hatırlıyordu. Uzun bir aktarma yapmak istiyoruz. O günkü Öcalan, aslında bugünkü, İmralı’daki Öcalan’ı anlatıyordu. O nedenle bu uzun alıntının her cümlesi üzerinde önemle durulmalıdır. Şöyle diyordu:

“Şemdin Sakık’ın 3 Ekimde çok ilginç bir tavrı vardı. Sözde mahkemeye çıkaracaklardı, ama fazla mahkeme yapmadılar. sanırım işin öneminden ötürüydü. Bu adam üç kelimelik bir şey söyledi, ‘Gerillacılık yapmayacağım, itirafçılık yapmayacağım, köy koruculuğu yapmayacağım, ama barış savaşçısı olacağım.’ Bu sözler önemli; komplonun diğer bir yönünü görmek açısından ve özellikle aydınlarımız açısından çok önemli. Çünkü zindan artık PKK’nin yüzde onudur, ama PKK’nin yüzde sekseni gerilla demektir. Dolayısıyla Genelkurmayın tüm dikkati gerillayı çözmeye ayrıldı.”

“’95’e gelindiğinde bunlara göre, işin askeri yönü bitti, geriye bu marjinalleşmiş, yani nefes alamaz duruma gelmiş gruplar kaldı. Şemdin’in sahte bir operasyonla tutuklanması, içeriye alınması, PKK’nin yarı kontra bir örgüte dönüştürülmeye çalışılması planın bir parçasıydı. Nitekim bugün çeteleri görüyoruz.”

“Ve bizim de muazzam örgütsel çalışma yaparak, partinin çizgisine bağlı kadroları çok eğitmekten başka bir yolumuz olamazdı. Çünkü devletin yönlendirdiği bir çalışma, inançlı örgütsel çalışmalardan başka hiçbir yöntemle aşılamaz.”

“Gerillanın çeteleşmemesi, gerillanın marjinalleşmemesi için aşama kaydettik.”

“Şimdi orada bu ‘barış savaşçısı’ olmuş. Bu, komplonun çok önemli bir ayağıdır.”

“Şimdi şu noktaya geliyorum, bunun çok iyi bilinmesi lazım: O, yarın mahkemeye çıkıp büyük bir barış savaşçısı kesilebilir. Benim hakiki barış savaşçılarına büyük saygım var. Biz de nitekim barış için ateşkes yaptık. Bunlar yanlış şeyler değildir, gerektiğinde yine yapılır. Ama bir de çok sahte, tehlikeli bir ‘sahte barış cephesi’ var. Tıpkı Şemdin’in teslimiyeti temelinde veya tüm direnen insanların teslimiyetini sağlama temelinde bir politika yürütülüyor. Yine düzende çok parti var, örneğin bir Refah’ı sürdürme gibi bir politika izleniyor. Şimdi Türkiye’de bu temelde bir de barışçılık yapılıyor. Yani direniş kesilecek, kontrol altına alınmamış hiç kimse bırakılmayacak. Tamamen teslim olanların İslamcılığı, tamamen teslim olanların Kürtçülüğü gibi bir politika gündemde var. Şimdi bu komplonun böyle çok önemli bir ayağıdır. Fakat bunun tam başarılı olabilmesi için, tabii ki bizim halledilmemiz gerekiyor.” (6. Kongreye Sunulan Politik Rapordan…) (abç.)

Dün bunları söylerken Öcalan, uluslararası karşı-devrim hareketinin planını, bunun ana çizgilerini deşifre ediyordu. Peki kendisi şimdi ne yapıyordu, ne yapmaya hazırlanıyordu? Teslimiyet üzerinde hangi ve nasıl bir barış çizgisini savunmaya hazırlanıyordu? Gerillanın tasfiyesini gerçekleştirmeye çabalarken, tüm devrim değerlerini altın tepside sömürgeci özel savaş kurmaylığına sunarken hangi planın bir uygulayıcısı oluyordu, hangi senaryonun bir figürü olmaya hazırlanıyordu?

Karşısındaki yüzü kar maskeli özel savaş elemanın “Memleketine hoş geldin” sözlerini yerleşik kurallara göre yanıtladıktan sonra, “fırsat verilirse hizmet etmeye hazırım” diyor. Özel savaş elemanı Öcalan’ın “hizmet” sözünden neyi kast ettiğini hemen test etmeye çalışıyor, ama acele ediyor, Öcalan “konuşma” kararını vermesine rağmen henüz sorulan sorulara istenilen yanıtı vermiyor. Daha sonra her şey çorap söküğü gibi gidecek….

Bülent Ecevit, 16 Şubat 1999 günü öğleye doğru Ankara’da yaptığı basın toplantısında, Öcalan’ın Türkiye’de olduğunu, başarılı bir operasyonla bunun gerçekleştirildiğini açıklıyordu. Bunları yazılı bir metinden okurken elleri titriyordu; sevinçten, heyecandan, biraz da korkudan. Gerçekten de TC açısından bu önemli bir olaydı, onlarca yıldır PKK ve onun önderlik ettiği devrimci ulusal kurtuluş mücadelesine tarihi bir darbe vurmaya hazırlanıyor, bunun heyecanını yaşıyorlardı. O dönemde yaşanan hükümet krizinden Ecevit’in başkanlığında bir azınlık hükümetiyle çıkma kararı ile uluslararası karşı-devrim hareketi arasında bir ilişki var. Özel savaş kurmaylığı Ecevit’e güveniyordu, Kemalizm okulundan başarıyla geçen, Kürtlerin inkarı ve imha politikasını en iyi özümseyen, halklara karşı düşmanlıkta, şoven milliyetçilikte, bunu sol söylemle kamufle etmede belli bir başarı kazanan bir politikacıdır. Ulusal inkar ve imha politikasında ona Öcalan’ın yakalatılması sürecinde böyle kritik bir rolün verilmesi, kesinlikle boşuna ve rastlantı değildir. Hatırlanırsa Kıbrıs işgali de Ecevit’in hükümet olduğu bir dönemde gerçekleştirilmişti. Bu işgal hareketine “Barış Harekatı” kod adı verilmişti. İlginç bir “rastlantı”, şimdiki tasfiye harekatının kod adı da “Barış”! Kısacası özel savaş ona güveniyordu, onun başbakanlığı ile bu kritik dönemeci aşmak istiyor ve yaklaşmakta olan genel seçimlerde onu birinci parti olarak çıkmasını istiyordu, Öcalan operasyonunun siyasal getirisini onun siyasal hanesine yazdırmak istiyordu. İlginçtir, İmralı’da teslimiyet çizgisini seçen Öcalan, özel savaş kurmaylığının istemi doğrultusunda HADEP’in genel seçimlere katılmamasını, yerel seçimlere katılmayla yetinmesini, Ecevit ve DSP’yi desteklemesini ısrarla isteyecek, bunun için bir avukatını görevlendirecektir. Anılan bu avukat bu gelişmeyi bize aktarırken şaşkınlığı henüz üzerinden atmış değildi. Sözünü ettiğimiz avukat bu yönlü girişimlerde bulunur, Ankara’ya kadar gider, Öcalan’ın talimatları doğrultusunda DSP yetkilileriyle görüşür, ama gerekli ilgiyi görmez ve bu girişimi sonuçsuz kalır. Burada anlatmak istediğimiz şu: Öcalan’ın en azılı bir Kürt ve emekçi düşmanı olan Ecevit’i seçimlerde desteklemek için ısrarlı bir çaba içinde olmasıdır. Peki, neden?

Öcalan’ın yakalanışını Demirel, “Cumhuriyet tarihinin en önemli olayı” olarak değerlendirir. Öyle değerlendirirler ve ona göre bir tutsaklık sürecine alırlar. Daha önce Adnan Mendereslerin yargılanmasıyla ünlenen İmralı adası adli mahkumlardan boşaltılır, yeniden düzenlenir, en gelişmiş teknikle donatılır ve bütün bir ada “yasak bölge” statüsüne alınarak her açıdan ve bütünüyle Genelkurmayın yönetimine ve denetimine alınır. Adanın iç yönetiminin Başbakanlık Kriz Yönetiminde olduğu söylense de, adada bulunan seçme özel savaş elemanları Adalet Bakanlığı personeli haline getirildiği açıklansa da gerçek yönetim her zaman Genelkurmayın elinde olmuştur. Oluşturulan Soruşturma Komisyonu da yine Genelkurmayın özel elemanları ve doğrudan ona bağlı çalışan kadrolardır. İmralı’nın statüsü, bunun Kriz Yönetimine bağlı olması, sorgulama ve yargılama usulü ve diğer uygulamaların tümü uluslararası hukuk kurallarına aykırı olduğu gibi TC’nin yasalarına da aykırıdır. Ama özel savaş kurmaylığı için bunlar pek önemli değildi, önemli olan Öcalan’ın özel bir statü içinde ve mutlak denetim altında tutulması ve PKK ve devrimin tasfiyesinde en sonuç alıcı tarzda ve sonuna kadar kullanılmasıdır, bunun için engelleyici hiçbir kural, ölçü, yasa, ahlak tanımayacaklardı. Bu çok açıktı, TC’nin şanına tıpatıp uygundu. Kaldı ki TC yalnız değildi, emperyalist müttefikleri, bölge gericiliği, Kürt işbirlikçiliği sonuna kadar yanlarındaydı, kendisini sonuna kadar destekleyeceklerdi. Bu konuda hiçbir önemli engelle karşılaşmadılar…

Öcalan İmralı’ya alındı, burada mutlak tecrit uygulamasına tabi tutuldu. Şimdi gerçek anlamda tek başına idi. Tarihi bir sınavdan geçiyordu, bunun nedenlerini bu bölümün başına aldığımız Bildirgemizden yaptığımız uzun alıntıda ortaya koyduk, bunları tekrarlamayacağız. Bütün gözler ondaydı, herkes nefesini tutmuş İmralı’dan gelecek haberi bekliyordu. Televizyonlarda gösterilen ilk görüntüler hiç de iç açıcı değildi, kimi kaygılar, kimi soru işaretleri belirmiş olsa da, bunlar, özel savaş kurmaylığının psikolojik savaş oyunları, karalamaları olarak değerlendiriliyordu. İmralı dışındaki hava sabırsız bir beklenti, kaygı, soru işaretleri ile bulutlanmıştı. Ama önemli olan İmralı’nın içindeki gelişmelerdi. Öcalan ne yapacaktı? Nasıl bir sorgu stratejisi izleyecekti, bundaki amaç ve hedefi ne olacaktı? Uçak görüntülerinden bir kaç gün sonra bazı gazetelerde Öcalan’ın “itirafları” parça parça yayınlanmaya başlandı, kaygılar biraz daha arttı, soru işaretleri biraz daha çoğaldı, bulutlu ve puslu hava biraz daha karardı, endişeler yurtseverleri ve devrimcilerin uykularının kaçmasına yol açtı. Hürriyet Gazetesi, Öcalan’ın gerillaya teslim olmaları yönünde çağrı yapacağını, bunun için kaset doldurmaya çalıştığını manşetten haber yapıyordu. Gerçekte neler oluyordu? Bu yayınlanan “itiraflar” ne kadar gerçekti, ne kadar psikolojik savaşın “kara propagandası”nın ürünüydü? Böyle bir şey gerçekse bunu nasıl açıklamak gerekiyor, çözülme ve itirafın yaratacağı zincirleme yıkımı önlemenin yolu nereden geçerdi, ne yapılmalıydı?

Bir yandan da Başkanlık Konseyi bu soruların yanıtlarıyla meşguldü. Yasal süresi tamamlandıktan sonra ilk avukat görüşmesi yapıldı. Onların verdikleri bilgiler de iç açıcı değildi, işler iyi gitmiyordu. Onların verdiği bilgilere göre Öcalan’ın durumu iyi değildi, gözleri ifadesiz, donuk ve çok ürkmüş, kendinde olmayan bir insanın izlenimi veriyordu, şaşkındı, adeta ilaç verilmiş bir görüntü sergiliyordu. Bütün bu yaşananların gerçek olma olasılığı çok büyüktü, bütün belirtiler bunu gösteriyor ve doğruluyordu. Bazı önlemler almak kaçınılmazdı. Böyle düşünen Başkanlık Konseyi, “Parti Genel Başkanımız özgür olmadığı koşullarda söylediği hiçbir sözü kendisini ve bizi bağlamaz” biçiminde halkımıza ve dünya kamuoyuna yönelik bir bildiri yayınladı. Öte yandan MED-TV’ de en az bir hafta sürecek programlar yaptı. Bu programlarda çeşitli ilaçların ve psikolojik yöntemlerin insan iradesi ve davranışları üzerinde yarattığı etkiler işin uzmanları tarafından tartışıldı. Ortaya çıkan ortak görüş, Öcalan’a ilaç verildiği, ilk görüntülerde yansıyan normal olmayan davranışların ve avukatların gözlemledikleri bulguların bunu gösterdiği yönündeydi. Belli ki, Öcalan’ın ilaç ve psikolojik baskı yöntemleriyle bu duruma getirildiği, iradesine müdahale edildiği için artık sözleri parti için bağlayıcı değil mesajı verilmek ve bilinçlere yerleştirilmek, böylece Öcalan’ın çözülme ve teslimiyet durumunun şok edici, dağıtıcı bir rol oynamasının önüne geçilmek isteniyordu. Bu programlar o kadar sık ve uzun sürelerle yapıldı ki, Öcalan’ın çözüldüğü kesinleşmiş gibi algılanmaya başlandı.

Şimdi sormak gerekir: Neden Öcalan’ın “özgür olmadığı koşullarda söyleyeceği hiçbir sözün kendisini ve partiyi bağlamayacağı” açıklaması yapıldı ve bu günlerce televizyon haberlerinde tekrarlandı, gazetelerde yayınlandı? Neden Öcalan’ın iradesine ilaçla müdahale edildiği, ilaçların böyle bir işlev görebileceği işin uzmanlarınca günlerce ve saatlerce işlenilmeye çalışıldı? Ne yapılmak, ne kurtarılmak isteniyordu? Bu açıklamalar ve programlar hangi gerekçelere ve değerlendirmelere dayandırılıyordu? Öcalan’ın çözüldüğü ve teslim olduğu düşüncesi ve değerlendirmesi bütün bu önlemlerde rol oynamıyor muydu? Yoksa BK, durup dururken salt genel bir tedbir olsun diye mi bunları yapıyordu? Soruları uzatmak mümkündür, ama yeterli olduğunu düşünüyoruz.

Açık ki, BK, Öcalan’ın sorguda durumunun iyi olmadığını, çözülme ve teslimiyet olasılığının çok büyük olduğunu değerlendiriyordu, basında çıkan ifadeler, televizyonlara yansıyan ilk görüntüler ve en önemlisi avukatların ilk gün gözlemleri ve tanık oldukları gelişmeler, BK’yi böyle bir değerlendirmeye götürmüş, onlar da önlem olarak yukarda aktardığımız açıklamayı yapmak ve ilaçlarla insanların iradesine ve düşünce yapısına müdahale edilebileceği yönünde “bilimsel” programları yaptırmak zorunda bırakmıştı. BK telaş içindeydi. Bu telaş, televizyonda yapılan “bilimsel” programların sıklığına ve içeriğine olduğu gibi yansıyordu. Bu programlar o kadar uzatıldı ki, tepki toplamaya başladı, eleştiriler aldı. Öcalan’ın karizmasının yapılan bu sıklıktaki programlarla sarsıldığı, çözülme havasının verildiği, bir açıklama ve konuya ilişkin bir programın yeterli olduğu, bu konuda özel savaşın yarattığı zemine düşülmemesi gerektiği yönünde eleştiriler oldu. Belli ki kaygıları yerindeydi, dozunu iyi ayarlamamakla birlikte aldıkları ilk önlemler doğru ve yerindeydi, Öcalan üzerinden oynanacak oyunları boşa çıkarabilecek nitelikte önlemlerdi. Aslında BK’nin aldığı bu önlemler, bir yönüyle Öcalan yanılsamasına yönelik gelişen ilk örgütlü ve ciddi kuşku, bu yanılsamayı deşifre edebilecek nitelikte ilk önemli tavırdı. Ama arkası getirilemedi, daha sonra Öcalan’ın yaptığı müdahalelere direnilemedi. Oysa her şey açıktı, “Barış” kod adlı tasfiye operasyonu çok kapsamlı ve kök kazıma hedefine sahipti.

BK, bu tutumu hakkında geniş ve ikna edici açıklama yapmaktan kaçınır. “Önderliğimiz tecrit koşullarında bulunuyordu, kendisi hakkında bir bilgimiz yoktu, bir önlem olarak böyle bir açıklama yapmak durumunda kaldık. Sonra avukatlardan gerçek durumunu öğrendik ve artık Önderliğimizle ilişkimiz var, çalışmalarımızı tamamen Önderlik çalışmalarına bağlıyoruz” biçiminde açıklamalar yapsa da BK, bize ve halka “tartışmasız, tabu, yanılmaz ve mutlak doğru olarak” yansıttıkları Öcalan’ın çözüldüğü olasılığına ciddi ciddi inandığı için kimi önlemlere baş vurmuş, böylece sonradan örtbas etseler de Öcalan yanılmasına bir iğne batırmaktan kendilerini almamışlardır…

Daha sonra avukatları, BK’nin hakkındaki kararını kendisine ilettiklerinde Öcalan, öfkelenir, “benim bildiğim 6. Kongre beni yeniden Genel Başkan seçti, BK’nin yaptığı sorumsuzluktur” der. Öcalan’ı tanıyan, kurduğu sistemi bilen BK hemen yelkenleri indirir, “kıblemiz İmralı’dır” demeye ve böylece PKK’yi ve devrimi tasfiye operasyonun uğursuz bir figüranı olmaya başlar. Bunun ayrıntılarına geleceğiz. Ama bu noktaya gelmeden önce devletin Öcalan üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığı karşı-devrim planı hakkında birkaç söz söylemeyi gerekli görüyoruz.

Uluslararası karşı-devrim hareketini planladıklarında, Öcalan’ı mutlak teslim almayı ve onun üzerinden PKK’yi başta denetim altına almayı ve süreç içinde tasfiye etmeyi, tüm devrim değerlerini topyekün olarak silip süpürmeyi düşünüyorlardı. Öcalan şimdi ellerindeydi ve “hizmet etmeye hazır olduğunu” belirtiyordu. Bu noktada klasik bir itirafçılık kendilerinin işine yaramayacaktı. Bu, deşifre olmuş bir yöntemdi, topyekün tasfiye, PKK ve devrim değerlerini tümden kontrol altına alarak bitirme hedefine uygun değildi. Öcalan daha sonra yaptığı bir açıklamada kendisinin Şemdin türü bir itirafçılığı ve klasik direniş çizgisini değil, “uzlaşmacılık” yolunu seçtiğini belirtecekti. Deşifre olmuş yöntem ve biçimler yerine başka yöntemlerin seçileceği açıktı. Bu anlamda mutlak teslimiyet ve tasfiye hareketine daha iyi kabul edilebilir bir ad verilmeli, ideolojik ve politik bir kimlik kazandırılmalıydı. Böyle bir yaklaşım bilinç ve ruhsal alandaki tasfiyeye, bellek katliamını gerçekleştirmeye de çok daha iyi bir biçimde hizmet edecekti. Teslimiyet ve tasfiyeci harekete ad bulmak zor değildi, siyasal bir biçim vermek de öyle… Öcalan, bundan sonra “barış savaşçısı” olacaktı, kendisini “kutsal barış davasına” adayacaktı, yaşayacaksa da artık “barış için yaşayacaktı”. Kaldı ki bu yaklaşımı yeni de değildi, 1993’ten bu yana sürekli dile getirdiği bir görüş ve tutumdu. Dolayısıyla “barış”, “barış süreci” teslimiyet ve tasfiyeciliğin üzerine “cuk” diye oturacak, onu dört bir yandan sarıp sarmalayarak kamufle edecekti…

Tasfiye planına ad bulunmuş, siyasal biçimi belirlenmiştir. Bundan sonrası bu ad altında PKK’yi her açıdan silahsızlandırma ve teslim alma, bütün devrim değerlerini tasfiye etme operasyonu Öcalan’ın eliyle yürütülecekti, komplocu güçler ise daha çok perde arkasında kalacaklardı. Teslimiyet ve tasfiye planı, ideolojik, programatik, stratejik, örgütsel, taktik ve ruhsal, kısacası her cephede bütün olanaklar ve fırsatlar kullanılarak uygulanacaktı. Öcalan ilk sınavını sorguda, kurulan Soruşturma Komisyonu önünde vermek durumundaydı.

Sorgucular sorar, Öcalan bildiklerini tüm ayrıntılarıyla anlatır, kendi deyişiyle “konuşur”, sonuna kadar… Daha sonra bu konuda avukatlar sorular sorduğunda, “Önemli değil, o ifadelerin bir önemi yok, ben Soruşturma Komisyonuyla sohbet ettim” diye geçiştirmeye, bütün PKK’yi teslimiyet çizgisine çektikten ve tam denetimi sağladıktan sonra ise bu tutumunu “siyasi çıkış” olarak değerlendirecektir. Öcalan, bütün kavramaların özünü boşaltıyor, en sıradan bilim ve mantık kuralarını bile alt üst ediyor, partinin ve halkın en temiz bağlılık ve güven duygularını hoyratça kullanıyordu, kendi teslimiyetçi ve tasfiyeci tutumunu gizlemek, başka türlü göstermek, “partinin ve halkın yararına” olduğunu anlatarak her şeye rağmen üstte kalmak istiyordu.

(Uluslararası Karşı-Devrim Hareketi, Teslimiyet ve Tasfiyecilik ile BİR YANILSAMANIN SONU; MAHSUM HAYRİ PİR)

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8
News Reporter