0 0
Read Time:19 Minute, 59 Second

Murat Dağdelen – M. Can Yüce
11- ÖCALAN NEDEN ÜLKEYE, MÜCADELE ALANLARINA GİTMEDİ?

 Aslında bu sorunun yanıtı önceki soruların yanıtında var. Kısaca yeniden özetlemek gerekirse; ülke ve mücadele alanlarına yönelme, bir taktik sorun değil, ideolojik ve stratejik tercih sorunudur. Öcalan’ın kafasında halka dayalı ve sonuna kadar bu çizgide yürüme gibi bir durum yoktu. O, düzenle uzlaşmak, daha doğrusu kendisinden istenen her şeyi verme ve kendisini düzen güçleri için kabul edilebilir hale getirme derdindeydi. Roma’da açıklanan 7 maddelik deklarasyon da bunun zemini niteliğindedir. Kısacası, Öcalan’ın kafasında ülke ve mücadele alanlarına gitme diye bir sorun yoktu…

 12- AVRUPA ÜLKELERİ ÖCALAN’A NEDEN SİYASAL SIĞINMA STATÜSÜ TANIMADILAR? KÜRTLERİN GERÇEKTEN DOSTLARI YOK MU? ÖCALAN’A KAPILARIN KAPANMASINI BUNA BAĞLAYABİLİR MİYİZ?

 Aslında Öcalan, Avrupa’da halka dayalı bir direniş çizgisi izleseydi gelişmelerin yönü farklı olurdu. O zaman İtalya iltica hakkı tanımak durumunda kalırdı. Belki resmi bir oturum hakkını hemen vermeyebilirlerdi, ama bir yerlere iade etme durumları da olmazdı. Ama bunun için devrimci ve bağımsız bir iradenin, bunun belirlenmiş bir stratejisinin olması gerekirdi. Öcalan’da olmayan da tamı tamına budur! Dikkat edilirse Suriye çıkışında sonra inisiyatif ve iradesini yitirmiştir. Gerçek anlamda zorunlulukların oraya buraya sürüklemesi söz konusudur! Yeniden Rusya ve Yunanistan, oradan Kenya’ya gerçekleşen yolculuklar da bu iradesiz sürüklenmelerinin çok net göstergeleridir… Bu çıkarlar dünyasında dostluklar görece bir kavram ve durumdur. Bu noktada belirleyici olan siz ve duruşunuzdur. Öncelikle kim dost, kim değil, neye göre? Bu konuda beklentileriniz nedir? Bu sorulara sağlıklı bir yanıtınız olmadan sorulacak sorular ve yanıtlarının da havada kalacağını düşünüyorum. Ben Kürtlerin dostlarının olmadığına inanmıyorum. Eğer devletler düzeyinde dostluk beklentisi içinde olursanız bu, yanıltıcı bir beklenti olur. Ama devletlerin politikasını etkileyen toplumsal ve demokratik çevreler var. Bunların gücünü kazanmak harekete geçirmek mümkündür. Bunun için tutarlı ve sağlıklı bir çizginiz ve güven veren bir pratiğiniz olması gerekir.

 13- ÖCALAN’IN KENYA’DA YAKALANMASI SİZİN İÇİN SÜRPİRİZ OLDU MU?  NE İŞİ VARMIŞ KENYA’DA DİYE DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?

 Olup bitenlerin ayrıntılarını bilmiyorduk. Bir gün öncesinde Avrupa ile telefonla konuşmuştum. Durumların pekiyi gitmediğini söylemişlerdi, hata tehlikeli olduğunu söylemişlerdi, ama bundan başka bir ayrıntı yoktu. Aynı gün akşama yeniden görüştüğümüzde Öcalan’ın kayıplarda olduğunu, kaçırıldığını söylemişlerdi. O gün resmi bir açıklama yapmadılar. Gece yarısından itibaren Öcalan’ın kaçırıldığına dair TV yayınını yaptılar. Ertesi gün Ecevit’in yaptığı basın açıklamasıyla Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiğini duyduk. Önceden iyi gitmeyen bir şeylerin olduğunu sezmeye başlamıştım. Ama ayrıntılarını bilmediğim için bunu çözemiyordum. Gelişmelerin hızı ve kurulan baskının şiddeti nedeniyle, "Ne işi var Kenya’da" gibi bir soru sormadım kendime. Daha çok nelerin olup biteceği konusu üzerinde yoğunlaşıyordum. Her kritik ve zor süreçte hep iyimser olmaya, bu konuda ruhsal olarak kendimi güçlü tutmaya çalıştım. Düşünsel olarak Öcalan’ın da yakalanıp tutuklanabileceğini, öldürülebileceğini biliyor ve ruhsal olarak buna hazırlıklıydım. Daha da önemlisi Öcalan’ın tümden tasfiye edilmesinin dünyanın sonu olmayacağını biliyor ve buna içtenlikle inanıyordum. Bunu o süreçte yazdığım birçok yazı ve makalede belirtmiş, partililerin bu doğrultuda hazırlıklı olmalarını vurgulamıştım…

 14- YAKALANDIĞINI ÖĞRENDİĞİNİZDE NE DÜŞÜNDÜNÜZ? TELEVİZYONDA YAYINLANAN İLK GÖRÜNTÜLERİ İZLEDİNİZ Mİ? "ANNEM TÜRKTÜR, YUKARIDAKİLERE SÖYLEYİN GÖREVE HAZIRIM” DİYEN SÖZLERİNİ DUYUNCA SİZ VE BİRLİKTE KALDIĞINIZ PARTİLİLERİN TEPKİLERİ NE OLDU?

 Öcalan’ın kaçırıldığını öğrenmiştim. Ancak akıbetini ertesi gün, yapılan açıklamalarla öğrenmiştim. Bu, benim için şok edici bir durum yaratmadı. Olan olmuştu, artık bundan sonrasına bakmak gerekir, diye düşünüyordum. Bir devrimci öndere yakışır bir direniş pratiğini bekliyordum. Bu, hemen hemen her arkadaşın ve her çevrenin beklentisiydi. Ancak yayınlanan ilk görüntüler, "Annem de Türk, fırsat verilirse hizmete hazırım" sözleri beklentilerime gölge düşürdü. Bunu arkadaşlarla paylaşmadık, bunun ne yeri ve ne de zamanıydı. Ancak bu konuda her arkadaş hoşnutsuzdu. Bunu gözlerden okumak mümkündü. Ama olayın duygusal ortamında bunu kimse telaffuz etmiyordu. O zaman bu tutumunu son derece olumsuz olarak değerlendirmiştim, ancak bundan hareket ederek kesin bir yargı belirtmeyi erken buldum. Bu tutumunu not etmiştim, daha sonraki davranışlarına daha eleştirel bakmakta önemli bir not oldu. Bayrak önünde çektirilen bir fotoğrafı var. Bu fotoğraftaki duruşu, aslında moral çöküntünün, bitişin resmi gibiydi. Bunlara rağmen iyimser olmayı, eleştirel iyimser olmayı yeğledim. Ancak 3 Nisanda savcılığa verdiği bir ifade var. Bu ifadesi Star gazetesine yansımıştı, tam metin olarak. Onu okuduktan sonra Mahmut Şakar’a "Başkana bir sor, bu ifade kendisine mi ait" diye söylemiştim. Mahmut Şakar da bir hafta sonra geldiğinde Öcalan’a sorduğunu, bu ifadenin bir iki kelime dışında tümüyle kendisine ait olduğunu söylemişti. Bu noktadan sonra benim kafamdaki İmralı’daki Öcalan resminin ana çizgileri netleşmişti: "Bizim adam teslim olmuş, bakalım bunun ayrıntıları nedir?"

 15- ÖCALAN İMRALIYA GETİRİLDİKTEN SONRA SİZİNLE İLİŞKİSİ OLDU MU?

BULUNDUĞUNUZ CEZAEVİNDE SİZ VE SABRİ OK’LA TELEFONLA GÖRÜŞTÜĞÜ BİLGİSİ DOĞRUMUDUR?

 Hayır, benim doğrudan bir ilişkisi olmadı. Yanına gidip gelen avukatlar düzenli bizim yanımıza gelip gidiyorlardı. Bu nedenle Öcalan’ın dışarıya gönderdiği bilgi ve belgelerin hemen hemen tümü bana da ulaştı. Ulaşan her bilgi Öcalan portresinin içini dolduruyor ve düşüncelerimi netleştiriyordu.

Öcalan’ın benimle telefonla görüştüğü yönündeki bilgiler tam anlamıyla uydurmadır. Böyle bir şey olmadı.

Sabri Ok ile telefon görüşmesinin olup olmadığını kesin ve resmi düzeyde bilmiyorum. Bu yönde bilgiler vardı.

İlk görüşme notlarında belli ki Öcalan’dan şunu istiyorlardı: "Tamam, senin bize hizmet etmeye hazır olduğunu söylüyor ve sorgu ve diğer tavırlarınla bunu kanıtlıyorsun. Sorun şu: Örgütü ikna etme gücün ve olanağın var mı?" Öcalan bu dayatma karşısında seçenekler düşünüyordu. Devleti ikna etmek için neler yapmalıyım? İlk başlarda "Merkezi burada toplasak nasıl olur" diye avukatlara soruyordu. Bu bağlamda cezaevi Koordinasyonunda bulunan üç kişinin İmralı’ya götürülmesi düşüncesi ve önerisi ortaya atıldı. Sabri bu konudaki düşünceyi ve öneriyi bana ilettiğinde ben, kesin ve net bir biçimde reddettim. Kendisinin ve Muzaffer Ayata’nın da gitmemesi gerektiğini, eğer birileri gidecekse başka arkadaşların gidebileceğini belirttim. Daha sonra bu seçenek ortadan kalktı. Daha sonra Mahmut Şakar’ın Kandil’e gitmesi ve merkezi net bir biçimde İmralı’ya biat etme sözü ve bildirisiyle dönmesi sonucu örgütün de İmralı çizgisine geldiği ve bu konuda esasta bir sorunun kalmadığı anlaşıldı. Bu anılan geziden sonra Başkanlık Konseyi "Kıblemiz İmralı’dır" biçimimde bir açıklama yaptı, tek taraflı ateşkes ilan etti ve Öcalan’ın gönderdiği savunma taslağını doğru bulacaklarını açıkladılar.

 

16- ÖCALAN İMRALI’DA TÜRK DEVLETİYLE YENİ BİR KONSEPT ÜZERİNDE ANLAŞTI MI? BÖYLE BİR ANLAŞMA VAR MI?

BÖYLE BİR ANLAŞMA/KONSEPT VARSA, NE OLDUĞUNU ANA HATLARIYLA ANLATIRMISINIZ?

 Teslimiyet mi, bir ortak çerçeve üzerinde anlaşmak mı?

Ben sorunun böyle konulmasını bile doğru bulmuyorum. Öcalan, kendi konumunu ve tutumunu birçok belgede açıkça ve hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar açıklıkla ortaya koymuştur. Kaldı ki bu ifadeleri olmasa bile İmralı duruşu ve tutumu çok nettir. Bu, mutlak ve her açıdan teslimiyettir. Kendisine dayatılan her şeyi harfiyen ve eksiksiz kabul etmiş, en sıradan ve bayağı itirafçıdan farksız bir pratik sergilemiştir. Devlete hizmet etmeye ve ona bağlı kalacağına dair söz vermiş ve bunun gereğini dünden bu yana eksiksiz yapmıştır. Başka bir ifadeyle kendinden başka bağlı olduğu bir düşüncesi, bir değeri ve ahlakı olmayan Öcalan, en bayağı can telaşı ve ruh haliyle davranmıştır. Ancak kendisinin denetlediği hareketin ve Kürt sorununun karmaşık ve kapsamlı boyutları bu bayağı ve basit itirafçılığın gelişme seyrini ve ayrıntılarını karmaşık, çelişkili ve çok boyutlu olmasını koşullamıştır. Bunun nasıl ve neden olduğunu birçok çalışmamızda ele aldık. Bir Yanılsamanın Sonu ve KUKM’ni Toparlama ve Yeniden İnşa Bildirgesi adlı kitaplarla, başka yazı ve makalelerde belgeli ve ayrıntılıca değerlendirilmiştir. İlgilenen okuyucu www.sosyalist-kurd.net sitesine bakabilir.

Kısaca ortak üzerinde anlaşılmış bir konsept yok. Anlaşma veya uzlaşma politik olarak görece de olsa belli bağımsız iradeli tarafları gerektirir. İradesiz ve kendisine dayatılan her şeyi fazlasıyla kabul eden, sorguda "iliklerine kadar" çözülen birinin anlaşma veya uzlaşma yaptığına inanmak, insanın en sıradan politika kurallarından ve gerçekliğinden bihaber olması gerekir!

 17- İMRALI’DA YAPILAN MAHKEMEDE ÖCALAN’IN SAVUNDUKLARINI DEĞERLENDİRİR MİSİNİZ?

 İmralı mahkemesi açılmadan önce Öcalan’ın talimatları ve savunma taslağını okuma, inceleme ve değerlendirme yapma olanağım olmuştu. Bu konuda mahkemeden önce PKK yönetimine raporlar gönderdim. Mahkemeler açıldıktan sonra da raporlar gönderdim. Bu raporlardan yapacağım birkaç aktarmanın bu ve başka sorularınıza yanıt olacağını düşünüyorum. Bir de bu raporların tarihsel bir önemi var. Yani iş işten geçtikten sonra değil, zamanında ve hiçbir bireysel kaygı ve endişe içine girmeden, bu raporlarda her şey bütün açıklığı ve kesin tanımlamalarla ortaya konulmuştur. Şimdi bu raporlardan birkaç aktarma:

 

"Hiç kuşkusuz savunmaya birazcık eleştirel ve bilimsel bir gözle bakıldığında, her açıdan bizim inkârımız, reddimiz ve mahkûmiyetimizden başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Devlete hizmet etme isteği ve kararlılığı nedir? Bunun her taraftaki ve herkes için, yani evrensel anlamı nedir? Peki, her şey bu kadar açık olmasına rağmen takınılan tavrı nasıl tanımlamak gerekir? Son savunmada da her şey çok açık konuluyor. 25 yıllık mücadele değerleri ve emeğin, sonuçta bir af ve bazı kültürel kırıntılara takas edilmesi öneriliyor. Bizim tasfiyemizin karşılığı bu kadar.

Devlete PKK’nin bir tehlike olmaktan çıkarılıp devlete bağlanması için sayısız kanıt ileri sürülüyor. Buna karşılık ise istenen basit ve bugüne dek sayısız kez reddettiğimiz kırıntılardır. Bu o kadar açık ve tartışmasız konuluyor ki, anlamamakta ayak diretmenin hiçbir açıklaması yoktur. Kürt sorununun "çözümü" sıradan bir af ve kültürel kırıntılar sorununa indirgediği için "Demokratik cumhuriyet", "Demokratik birlik", "barış, kardeşlik ve özgürlük" sözleri içi boş sözcükler olarak kalıyor. Daha doğrusu inkâr ve reddimizin teorize edilmesi işlevinden başka bir anlama gelmiyorlar.

Örneğin son savunmasında, "Karşılığında fazla bir taviz söz konusu değildir. Bazı yasal düzenlemelerle demokratik yolları bütünleşme ve dönüşme için açık bırakmaktır. Devletin bu siyasi duyarlığı göstermesi her halde bu kadar olup-bitenden sonra anlaşılır ve uygulanır olmalıdır. Bu temelde PKK’nin olumlu karşılık vermesi zor olmayacaktır," diyor.

Son savunmasının başka bir yerinde ise, "2- PKK’nin askeri sorun olmaktan çıkması, Kürt sorununun siyasal yolunu açacak ve beraberinde siyasi sorun olmaktan çıkması da gelecektir. Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilecektir. Devletle demokratik bütünleşme yolu açıldıkça devlete karşıt konum aşılacaktır. Yasal sürecin gerekleri demokratik tarz açık tutuldukça PKK’nin tüm iç ve dış merkezleri, kurumları anlamsız hale gelecek, tehlike olmaktan çıkacaktır. Bu da gerçekten devlet açısından kendini aşırı kilitlenmeden kurtaracak, maddi manevi güç kaybını önleyecektir," biçiminde değerlendirmede bulunuyor.

Başka bir yerde ise yine net belirtiyor: "Karşılığında, artık dünyanın her tarafından verilen ve verilmesi kaçınılmaz olan, bir taviz olarak da görülemeyecek olan, doğal demokratik ve kültürel haklardır. Kolay ve en masrafsız çözüm derken bunu kastediyorum."

Son savunmasının başka bir yerinde çözümden ne anladığını biraz daha net ortaya koyuyor. "Demokratik ve kültürel kimlik iyi anlaşılmalıdır. Siyasi kimlikten farklıdır. Daha çok devletle özgür yurttaş ve özgür toplum temelinde demokratik birliği ifade eder. Kültürel kimlik tarihten gelen varlığına sahiplenmeyi ifade eder."

Bundan sonra yaşamımda yapabileceğim güçlü ve bağlı halkla birlikte yeni barış ve kardeşlik sürecini yaratmaktır. Demokratik Cumhuriyete kararlılık sözünü bu temelde değerlendirmek, tarihi önem taşır. Fırsat buldukça gereklerini şüphesiz yerine getireceğim. Sözümde samimiyet pratiğimle ancak kanıtlanarak kendini gösterecektir. Bu temelde devletin duyarlılığı şüphesiz belirleyici önem taşır.

Yargılamanın ilk günden sonra Emniyet Genel Müdürlüğü, Terör ve İstihbarat Dairesinin konuya ilişkin açıklamasını önemli buluyorum. Aynen almakta yarar görüyorum: Cumhuriyet gazetesi 2 Haziran 1999. ‘Güneydoğu Sorununun çözülmesi için bir takım adımların atılması PKK’ye taviz anlamına gelmez. Buna kamuoyunu hazırlamak gerekir. Bunda medyaya büyük görevler düşüyor. Devlet eğer olumlu adım atar ve olaylar yüzde 50 azalırsa bile bu çok büyük bir gelişmedir… Devlet soruna intikamcı ve feodal duygularla değil bilimsel yaklaşır. Soruna köklü bir çözüm yolu açıksa inatlaşmaya gitmez, bu davadan çıkarılacak sonuçlara göre, devlet de bir takım demokratik ve kültürel adımlar atıp, bu işe artık son verecektir. Türk halkının terörle yaşamaya daha fazla dayanacak hali kalmamıştır.’

Gerçek devletin olgun ve duyarlı yaklaşımının seçkin bir örneği ile karşı karşıyayız."

"Bizim köklü tasfiyemizi devletin en yetkili organlarına öneren polis örgütünün ilgili bir birimin bu planı, Başkan tarafından "seçkin bir örnek" olarak değerlendiriliyor. Burada "çözüm" konusundaki örtüşme ilginç değil mi? Böyle bir övgülü yaklaşım, "Demokratik birlik", "Özgürlük" ve diğer kavramların hiçbir siyasal pratik değerinin olmadığını tartışmaya yer bırakmayacak kadar kanıtlamıyor mu?

Her şey çok açık değil mi?

Aslında bütün ayrıntılar ve öğeler birbirini tamamlıyor. Örneğin özür dileme olayı es geçildi, daha doğrusu "büyüklük" olarak değerlendirildi. Gerçekten öyle mi? Bütünden koparıldığında bir ölçüde öğle değerlendirilebilir. Ancak gerçeklik öyle değildir. Bu tutumu bütünlüğünden koparmadan değerlendirmek durumundayız. Özür, işlenen bir hatanın, kabahatin kabulüdür. Bu tutumda hata olarak kabul edilen savaşta yaşanan şu veya bu hata değil, savaşın tümüdür. "Şehit aileleri" kavramı nedir? Şehitlik, kutsal bir dava uğruna yaşamını yitirmedir. Bütün ideoloji ve dinlerde böyledir. Burada savaşta ölen askerleri "şehit" ilan ettin mi onu bir dava savaşçısı kabul etmek, kendi davanı ise mahkûm etmek durumundasın. Bir savaşta aynı anda iki tarafın ikisi de haklı olamaz. Bir tarafın ölülerini "şehit" ilan ettin mi, kaçınılmaz olarak diğer tarafı haksız savaş yürütücüsü olarak değerlendirmek zorundasın. Bu, nesnel bir sonuçtur. Bu gerçekliği görmek gerekir. Bu, sergilenen tutumun küçük bir ayrıntısı. Savunma boyunca verilen ifadeler, resmi tezleri ve politikayı doğrulamaya dönük değil mi? Bunlar devlete hizmet etmenin somut pratikleri olmadı mı?

Uluslar arası komplonun esas unsurları, bunu gerçekleştiren güçler neden açıklanmadı? ABD, İsrail ve TC, bu güçler, komplonun esas unsurları değil mi, peki neden bunlardan tek bir sözcük dahi söz edilmedi? Başta Yunanistan olmak üzere diğer devletler üzerine bu kadar gitmenin anlamı neydi, hangi politik yaklaşıma oturuyordu, bunun gelecekteki olası sonuçları nelerdir? Mahkeme boyunca bu kadar ayrıntılı ifade vermenin, sorgudaki ifadeleri bu kadar ayrıntılı tekrarlamanın bir anlamı var mıydı? Bununla ne yapılmak, ne kanıtlanmak isteniyordu? Bunlar gerçekten ilk konuşmada ifade edildiği gibi devlete hizmet etmenin bir gereği midir? Yoksa bütün bu yapılanlar rastlantı mıydı, bir şeyleri kurtarmaya dönük bir tavır mıydı? Peki, kurtarılmak istenen neydi? İdeolojimiz, programımız gidiyor, o güne dek yaratılan değerlerin en sıradan savunması yapılmıyor, ama resmi çizgi ve politikayı doğrulayan, savunan bir mahkeme çizgisi ve pratiği izleniyor? Bununla istenilen çözüm nedir, kurtarılmak istenen nedir? Gerçekten bu kadar açıklama, ifade ve resmi çizgiyi doğrulayan ve savunan tutumdan sonra bizden geriye ne kalıyor? Son savunmadaki ortaya konulan tutum ile her şeyimiz tasfiye edilip devletle bütünleştirilmek istenmiyor mu? Yine son savunmada kendisinin geçirdiği değişim dönüşümün savcılıkça samimi bulunmaması tutumu üzerinde bu kadar durulması, samimiyetin kanıtlanmaya çalışılmasını nasıl açıklamak gerekir? Sorular çoğaltabilir, ama yazarken bile sınırsız acı veren bu soruları sormanın ve gerçekliği bütün derinliği ile bilince çıkarmanın, karşı karşıya bulunduğumuz bu vahim tehlikeyi kavramanın kaçınılmazlığı da ortadadır.

Bugün Başkanın durumunu ve konumunu bilimsel ve soğukkanlı bir biçimde değerlendirmek zorundayız. Gelinen noktada 25 yıllık parti çizgisi ve mücadelesinin dışında bir yerdedir. Aslında parti şu anda bir ikilem ve çıkmazla karşı karşıyadır. Bu durumda Başkanı her açıdan desteklemek, yarattığı "yeni" zemine kaymak ciddi bir sorundur; bu, partiyi hızla tasfiyeye götürür. Ama politik olarak düşman karşısında yalnız bırakmanın da tarihsel, siyasal ve ahlaki sorumluluğu var. Siyasal açıdan yanlış olur, olumsuz sonuçları olur. İşte tam da çıkmaz dediğim durum budur.

Ama BK’nin böyle değerlendirmediği anlaşılıyor. Yansıyanlara bakılırsa bütünüyle kendisini Başkanın geliştirdiği zemine bağlamış, başka konularda da var olan ciddi tehlike ve kaymayı teorileştirme çabasını sergiliyor izlenimini veriyor. Daha önceki raporumda da belirttiğim gibi partiyi kim yönetiyor ve hangi çizgi temelinde? Kendimizin inkârı ve köklü bir reddinden başka bir anlamı olmayan "yeni" çizgiyi mi, yoksa en son 6. Kongrede onaylanan 25 yıllık çizgiyi mi esas alacağız? Bu sorulara zaman yitirmeden yanıt vermek durumundayız. Elbette bunun yanıtını her partili ve her parti organı vermek, en üst düzeyde de kararlaştırmak durumundadır.

Şimdi yapılan şudur: Savunma harıl harıl yayınlanıyor; bu, bir destektir. En önemlisi parti ve halk gerçeklerden kopartılıp sanal bir ortama çekiliyor. Unutmayalım ki yarın, bugün yapılanları telafi etmenin olanağı olmayabilir. Bu sanal sürecin sonuçları topyekûn tasfiyedir. Önümüzde iki yol var. Biri, "Savunma" çizgisi doğrultusunda partiyi yönetmek ve gelişmeleri yönlendirmek. Bu, ne Başkanı ne de Partiyi kurtarır. Tersine çıkmazı derinleştirir. Bu, her açıdan kendini bağlamak, hareket inisiyatifini tümden yitirmektir. İkinci yol ise şu: Bu çok kolay ve risksiz değildir. Ama en az zarar ve tahribatla kurtulmanın yolu budur diye düşünüyorum. Politik ve taktik olarak Başkanı desteklemeliyiz, ama mahkeme boyunca ortaya koyduğu ideolojik-politik çizgiyi kesin reddetmeliyiz. Bu iki yön arasında dengeyi korumak ve her zaman sürdürmek zordur. Bu nedenle bu dengeli tutum, doğası gereği geçici ve göreli olmak durumundadır. Ama öyle de olsa bu ikili yön arasındaki dengeli tutumu götürülebildiği kadar götürmeliyiz. Bu iki yön arasındaki denge şöyle formüle edilebilir: "Biz Başkanımızın barış girişimlerini destekliyoruz. Savunmasında dile getirdiği görüşler ise ancak kongremizin kararlaştırabileceği görüşlerdir. O nedenle bunların tartışılmasını kongre platformumuza bırakıyoruz." Böyle bir açıklama partinin hareket özgürlüğünü epey genişletirdi, ancak bu olanak da büyük ölçüde ortadan kaldırılmış bulunuyor, Osman arkadaşın açıklamaları hareket yeteneğimizi alabildiğine daraltmıştır. Bu konuşma bir biçimiyle düzeltilerek yeniden inisiyatif kazanılabilir."

 Bu raporun sonucunda çok net değerlendirmeler ve öneriler var. Kısaca aktaralım:

 "Yukarda anlatmaya çalıştığım gibi durum çok ciddi, vahim ve yaşamsaldır. Yaşamsal bir kavşaktayız. Vereceğimiz karar, kaderimizi, varlığımızı ve geleceğimizi belirleyecektir. Bu nedenle bir an önce karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeli ikilem karşısında doğru bir karar vermek zorundayız. Her arkadaşımızın tehlikenin büyüklüğü ve bir an önce doğru karar verme zorunluluğunu iliklerine kadar yaşadığına inanıyorum.

Aslında tam anlamıyla bir çıkmazla karşı karşıyayız. Başkanın yarattığı yeni durum ve çizgiyi kabul etmek, bu, kendi kendimizin ipini çekmekten başka bir şey değildir. Ama öte yandan Başkanı politik açıdan düşman karşısında yalnız bırakmanın da sorumluluğu var. Burada Partiyle Başkan karşı karşıya getirilmiş bulunuluyor. Objektif durum budur. Başkanın mahkeme süreciyle birlikte partiye ve devrimimize dayattığı çizgi, kabul ettirmeye çalıştığı platform, tam anlamıyla tasfiye ve devletle bütünleştirme platformudur. Bunu yazılı savunmalarında çok net, tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyor. Ne yazık ki, BK’miz de Başkanın bu "yeni" platformuna onay ve destek vermiş bulunuyor. Bunun bir sonucu olarak parti ve halk gerçeklerden kopuk, ya da gözlerini gerçeklere kapatarak bir bilinmeze doğru sürükleniyor. Bilinmez değil, tümden silahsızlanmaya, donanımsızlaştırılmaya doğru götürülüyor. Bunda BK’nin tutumu belirleyicidir. Savunmalar ve Başkanın tutumu hakkında partide ve halkta bir hayali dünya yaratılmıştır. Bunu çok tehlikeli buluyorum.

BK tehlikenin ne kadar bilincindedir, bilemiyorum. Gelinen noktada sorun ideolojik-politik dönüşüm, başkalaşım sorunu da değildir. Son savunmasıyla birlikte dayatılanın pratik tasfiye olduğu çok açıktır. Mahkemeye sunulan birinci yazılı savunma, partinin ve pratiğinin ideolojik, politik ve moral inkârı, reddi ve mahkûmiyetinin ideolojik platformu; son savunma ise pratik-politik tasfiyemizin uygulama planı niteliğindedir. Mahkeme süreci boyunca yapılan sözlü savunmalar ise bu iki boyutu tamamlayan unsurlar olmuştur.

Bu noktaya neden gelindi, bu durumun çok yönlü nedenleri nedir? Bunlar çok önemli ve ileride genişçe tartışılacaktır. Şimdi bizim için yaşamsal önemde olan durum, Başkanın geldiği çizgi ve platformu doğru tanımlamak, bizi nereye götüreceğini doğru kavramaktır.

Bu noktada devletin tavrı ne olur, bilemiyorum. Ama eğer Başkanın platformuna "evet" derse ve bunu da BK onaylarsa bu, bizim parti ve devrim olarak idam fermanımızın imzalanmasından başka bir şey olmayacaktır. Şu andaki tavırları, büyük olasılıkla bu "yeni" platformu bize yedirme, buna bizi alıştırma, bizi daha iyi bir kıvama getirme, hatta "samimiyetimizi" test etmek için bir grup arkadaşın teslim oluşunu dayatma ve kabul ettirme ve sonuçta bütün partiyi -fazla fire verdirmeden- istedikleri noktaya getirme biçiminde olabilir. Bu bir olasılık, güçlü bir olasılık. Burada partinin tavrı çok önemli ve onların planlarının gidişini belirleyecektir. Daha şimdiden İmralı’da BK üyeleri için hücre inşa ettiklerini ve kimin hangi hücreye konulacağını bile basına yansıttılar. Bu, bir psikolojik savaş oyunu olduğu gibi üzerinde durulması gereken bir noktadır.

BK’nin bütün bu vahim süreci görmemesi, hala kendisini Başkana kilitleyerek politika belirlemesi gerçekten inanılır gibi değil. Aslında gizli saklı hiçbir şey yok. Bari bundan sonra bir şeyler yapmak gerekir. Acilen yapılması gereken şudur:

Her şeyden önce yapılması gereken, Başkanın durumunu ve bize dayattığı "yeni" ideolojik-politik çizgiyi doğru değerlendirmek; kendimizin yarattığı sanal, hayali dünyadan çıkıp gerçekler dünyasına dönmektir. Gerçekler olduğu gibi görülmek istenmiyor. Kürtlerin neredeyse ulusal özelliği haline gelmiş kendi kendini kandırmayı şimdi bir siyaset tarzı haline getirmiş gibiyiz. Unutulmasın ki, kabul edilmesi çok zor gelse de, sınırsız acı verse de Başkan artık 15 Şubattan önceki Başkan değildir. Bu görülmeden doğru politika yapmak ve izlemek mümkün değildir"

 Gönderdiğim son raporda da önemli değerlendirmeler var. Aktarmakta yarar görüyorum:

 "Gelinen noktada önümüzde iki net yol var.

Bir: Bu tasfiye, ölüm ve bitiş planına onay vermek, kendi kendimizin, tarihimizin, varlığımızın ve geleceğimizin ipini çekmek!

İki: Bu kendi ellerimizle gerçekleştirilmek istenen ve dünya tarihinde başka bir benzeri olmayan topyekûn tasfiye planını bütün olanak ve gücümüzü, bütün yeteneklerimizi ayaklandırarak boşa çıkarmak; bunun için de tasfiye sürecinin hızını aşan bir tempoyla harekete geçmek!

Bu iki yolun dışında bir yol yok, bu ikisini birleştirmek ise TC ile PKK’yi aynı kişilikte birleştirmek kadar olanaksız ve akıl almaz bir şey olur. Sessiz kalmak ise en büyük gaflet olur ki, bu da boynumuzdaki ipin çekilme anını beklemekten başka bir anlama gelmez.

Başkanın 7.7.1999 tarihli BK’ye yazdığı talimat sanırım size ulaşmıştır. Yine son dönem avukatlarla yapılan görüşme tutanaklarını da incelemişsinizdir.

Çok anlatmaya çalıştık, kaygılarımızı, sorularımızı, korkularımızı, kuşkularımızı dile getirmeye çalıştık. Gücümüz ölçüsünde tehlikenin yaşamsallığını anlatmaya çalıştık. Ama etkili olamadık. Ne var ki bu son talimat, kaygılarımızın ne kadar haklı ve yerinde olduğunu gösterdi, doğruladı. Eğer bugün etkili bir tavır alınmazsa parti olarak birkaç aylık ömrümüzün kaldığını büyük bir acı ve öfkeyle belirtmek istiyorum. Şunu çok net vurgulamak istiyorum: Binlerce kez yanılmak isterim, bugüne kadar yazdığım raporlarda belirttiğim kaygı ve korkuların yersiz olduğunu görmek kadar beni hiçbir şey mutlu edemez. Yine yaptığım değerlendirmelerin yersizliğini görmek de benim en büyük dileğimdir. Kesinlikle sabit fikirli değilim, olamam, olmam düşünülemez. Hiçbir şey her şeyimizi verdiğimiz partimiz ve halkımızın kutsal davasının üstünde olamaz. Deyim uygunsa bütün çırpınışlarımın temelinde bu var. Kısacası bu yazdıklarımdan dolayı doğrulanmayı değil, yalanlanmayı isterim.

7.7.1999 tarihli talimatta bütün temel çizgileri ve ana öğeleri çizilen PKK’yi tasfiye planına, komplonun final sahnesine birden bire gelmedik. Bunun ipuçları daha ilk günlerde ortaya çıkmıştı. Ama bu görülmedi, ya da görülmek istenmedi. Görüldüyse de etkili tavır geliştirilmedi. Mahkeme sürecinde, savunmalarda bu tasfiye planının bütün çizgileri tüm açıklığıyla vardı. Ama bu görülmedi, daha da kötüsü "Demokratik Cumhuriyet", "barış", "özgürlük", "kardeşlik" ve "demokratik birlik" sözcükleriyle gizletilen bu tasfiye planı hakkında halkımız ve partimizin bilinci çarpıtıldı, belleği silinmeye çalışıldı. Yaratılan sanal dünyada bizi var eden, bizi biz yapan bütün ilkelerimiz, amaçlarımız, değerlerimiz ve her şeyimiz ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Bu süreç katlanarak devam ediyor. Hatta daha tehlikeli boyutlar kazanarak sürüyor. Bir Özgür Politika’da yayınlanan yazılara bakmak bile bellekleri silme, bilinçleri saptırma çabalarının hangi boyutta sürdüğünü göstermeye yeter. Aynı durum buradaki gazete ve dergilerde de yapılıyor. Gerçekler ve aklın sınırları o kadar zorlanıyor ki anlam vermek çok güç, kimi zaman "biz böyle miydik, 25 yıllık bilinç böyle bir çırpıda bir kenara atılacak kadar güçsüz müydü" diyesi geliyor… Ve bütün bu bilinç ve ruhsal operasyonun gerekli sonucu yarattığını, yapımızın ve halkın istenilen kıvama getirildiğini düşünmüş olmalılar ki, topyekûn tasfiyenin final sahnesini yürürlüğe koymuş bulunuyorlar. Ortada korkunç bir plan var. Dünyada eşi benzeri bulunmayan bu tasfiye planını adım adım gerçekleştiriyorlar. Biz bunu bütün boyutlarıyla anlayacak ve buna karşı tavır geliştirecek yerde bu planın köprüsü, zemini ve aktörleri haline gelmiş bulunuyoruz. Esas kahreden budur. Peki, olup biteni anlamak çok mu zor? Plan çok mu karmaşık, karmaşıklaştıran ne ve kim?

Bana göre plan çok basit ve net. Barış sözü ile bize yedirilen zehrin tadı ilk günde ortaya çıkmıştı. Ama BK inisiyatifi kaçırdı. Hep sorduk: Partiyi kim yönetiyor? Soruyu daha net ve açık tekrarlıyorum: Partiyi Genelkurmay mı, biz mi yönetiyoruz? Bunun mekanizmaları nelerdir?

Başkandan gelen tüm sözleri, istemleri, mesaj ve talimatları, savunma ve mahkeme sürecini, en son 7 Temmuz talimatını bir sistematik içinde incelediğimizde ve değerlendirdiğimizde partiyi kimin yönettiği, nereye götürmek istediği gayet iyi anlaşılır: Bunların hiç birinde Başkan APO yok, Partiyi, parti yönetmiyor.

Devletin başından beri dayattığı mutlak teslimiyet ve tasfiyedir. Bu planın ardında ABD ve diğer uluslar arası güçler var. Ama biz komployu bütün boyutlarıyla deşifre edip halkımızı, partimizi, kendimizi aydınlatmadık, buna göre kendimizi donanımlı kılıp konumlandırmadık. Neden? Şu soru da yaşamsaldır: 15 Şubattan bu yana, bir aylık eylemler sürecini dışta tutarsak, komployu boşa çıkarıcı bir planımız oldu mu, yoksa komplocuların işini kolaylaştıran, ona zemin sunan, köprü olan bir tutum içinde mi olduk? Elbette bunlar tartışılır, hesaplar sorulur. Hiç kimse on binlerce şehidin manevi yargı gücünden kurtulamaz.

Ama bugün daha acil yapılması gerekenler var, öncelikle bunun üzerinde yoğunlaşmak ve tasfiye planını boşa çıkaracak, düşmana pirim vermeyecek bir duyarlılık içinde olmak zorundayız. Çok acil olarak tavır almak, topyekûn ve mutlak tasfiye, imha planının son aşamasını, final aşamasını boşa çıkarmak zorundayız." (Anılan Raporların tümü Bir Yanılsamanın Sonu adlı kitabımızda var.)

 

Bu rapor da somut öneriler ve eylem plan taslağıyla noktalanıyor. Sanırım sorduğunuz soruların birçoğunun yanıtı bu belgelerden yaptığım aktarmalarda var.

 Devam edecek…

www.kurdistan-aktuel.org

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter