Murat Dağdelen – M. Can Yüce
Okuyacağınız bu röportaj, kısa geçmişimizde yaşanmış fakat etki ve sonuçları bakımından bütün yoğunluğuyla yaşamaya devam eden bir süreci, başka bir pencereden kamuoyuna aktarmayı esas alıyor.
Bu sürecin adına “İmralı Süreci” deniyor. Öcalan’ın Suriye’den çıkması, yakalanıp İmralı’ya getirilmesi, mahkemede ileriye sürdüğü görüşler ve bu görüşlere göre PKK’nin “Yeniden Dizayn” edilmesi, o sürecin ana hatlarını oluşturuyor.
Bütün bu olup bitenler PKK içinde nasıl karşılandı? PKK kadroları ne düşündüler? Neyi tartıştılar? PKK’nin çıkış ve varlık nedeni olan ilkelerden tümüyle kopuş diyebileceğimiz İmralı söylemleri, parti stratejisine nasıl dönüştü?
Bu röportajla bunları anlamayı, cevaplar bulmayı ve size aktarmayı esas aldım.
Böyle bir röportajlar dizisi yapmayı tasarlamıştım.
İlk planda sayın M. Can Yüce en uygun isim olacaktı. Kendisine isteğimi ilettim. Olumlu cevap verdi.
Kendisine teşekkür ediyorum. Hem emeği, hem de gösterdiği dostluk için.
M. Can Yüce genel olarak tanınan bir isim, ama biz yine de, tanımayanlar olabilir düşüncesiyle kendisini bir kaç cümle ile tanıtalım.
M. Can Yüce, PKK’nin ilk kadrolarından. PKK Merkez Komite üyesiyken 1980 yılında yakalanıp cezaevine konuldu. Diyarbakır 5. Nolu cezaevi başta olmak üzere çeşitli cezaevlerinde yirmi yıl kaldı.
Cezaevindeyken Öcalan’ın İmralı söylemlerine karşı çıktı. PKK-MK üyeliği ve Cezaevleri Koordinesi gibi görevlerini bıraktı. Bir süre sonra cezası bittiği için cezaevinden tahliye oldu. Avrupa’ya çıkmak zorunda kaldı. Halen Avrupa’da siyasi mülteci statüsünde yaşıyor. M. Can Yüce’nin çeşitli zamanlarda yayınlanmış kitapları bulunuyor. Halen Kürdsitan Aktuel ve sosyalist-kurd.net internet sitelerinde görüşlerini yazmaya devam ediyor.
Not: Bu röportajı, son olarak yazdığım ve artık yazmak istemediğimi ifade eden “Hoşça kalın” isimli makalemden önce tasarlamıştım. Soruları Sayın Yüce’ye o zaman yollamıştım. Röportajın bugüne sarkması elimizde olmayan nedenlerden ötürüdür. Bilinsin istedim.
Bu röportaj, yüz yüze yapılmamış olduğundan, bazı teknik sorunlar olabilir. Bazı sorular tekrar gibi gelebilir, bunun için anlayış göstermenizi rica ediyorum.
Sevgi ve selamlarımla
Şubat 2009
Murat Dağdelen
1- ÖCALAN’IN SURİYE’DEN ÇIKMASIYLA BAŞLAYAN VE İMRALIYA GETİRİLMESİNE KADAR GEÇEN SÜREÇTE NEREDEYDİNİZ?
Çanakkale Cezaevinde tutsaktım. Tahliye olmama henüz bir yıldan fazla bir zaman vardı.
2- PKK’DE GÖREVİNİZ NEYDİ?
1976 yılından itibaren PKK içinde bulunuyordum. 1999 yılında Öcalan’ın yakalanmasından sonra Öcalan’ın teslimiyeti üzerinden PKK de teslim alındı ve bu “yeni” PKK, bizim PKK’miz değildi. Bu teslimiyete ve tersine dönüşe bir grup arkadaşla birlikte tavır aldık ve “PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları” adıyla bir grup hareketi geliştirmeye çalıştık. PKK içindeyken çeşitli düzeylerde görev aldım. Tavır aldığım dönemde PKK-MK üyeliği ve Cezaevleri Koordinasyonu içinde sorumluydum.
3- ÖCALAN’IN SURİYEDEN ÇIKACAĞINDAN HABERİNİZ OLDU MU?
Hayır. Ben de Öcalan’ın MED TV’ye telefonda katıldığı bir programdan öğrendim.
4- ÇIKIŞI, BULUNDUĞUNUZ PARTİ BİRİMİNDE TARTIŞTINIZ MI?
Hayır. Daha çok gelişmeleri anlamaya, sonuçlarını, bundan sonraki gelişmelerin yönünü tartışmaya ve değerlendirmeye çalıştık. Bu konuda birçok değerlendirme toplantımız oldu. Bu toplantılarda yapılan değerlendirmeler somut bilgilere dayanmıyordu. Daha çok gelişmelerin genel teorik-politik okunması ve olası gelişmeleri kapsıyordu. Tehlikenin ciddiyetini kavrıyorduk. Öcalan iktidar sistemi hakkında henüz taslak düzeyinde bile bir bilgimiz ve değerlendirmemiz yoktu.
5- GELİŞMELERİ NASIL YORUMLADINIZ?
Gelişmelerin ciddiyetini kavramıştık. TC ve diğer güçlerin bir plan çerçevesinde işbirliği yaptığını, bunun da PKK’nin devrimci mücadelesi ve Kürdistan devriminin kendi bölgesel politikalarıyla var olan karşıtlığından kaynaklandığını değerlendiriyorduk. Bunun PKK ve Kürdistan devrimini tasfiye hareketi olduğunu ve işe de “baş”tan başladıklarını değerlendiriyorduk. Tehlikenin öneminin ve büyüklüğünün farkında olmakla birlikte, yine Öcalan’ın konumunun öneminin bilincinde olmakla birlikte, onun yakalanmasının, bir biçimiyle tasfiye edilmesinin “Dünyanın sonu” olmadığını da biliyor ve inanıyordum. Bu konuda doğrusunu söylemek gerekirse yıllarını partiye vermiş arkadaşlara, kendimize güveniyordum. Bir dönem belli bir boşluk doğsa da bunun büyük bir krize ve yönetim boşluğuna dönüşmeyeceğini düşünüyordum. Hatta o dönemde yaptığım bir değerlendirmede, bundan sonra gerçek partililere sorumluluk düştüğünü, bunu yerine getirme zorunluluğu ile karşı karşıya olduklarını ve kendimi de içine katarak bunu başarabilecek birikim, deneyim ve bilinçte olduğumuzu vurguluyordum. Buna içtenlikle inanıyordum. Bu umut ve inancım, Öcalan’ın durumu İmralı’da çok net olduktan sonra da devam etti. PKK “yönetiminin” buna tavır alabileceğine inanıyordum. Teorik ve politik olarak bu düşünsel ve ruhsal duruş doğruydu, İmralı teslimiyetine kafa tutuşumuzda da bu ruhsal ve politik duruşun, temel etkenlerden biri olduğunu düşünüyorum. Bugünden düne baktığımda, eksik olan Öcalan iktidar sistemi ve bunun kadrolar üzerinde yarattığı bitirici, iradesizleştirici etkiyi bilmeme gerçekliğidir.
Bu eksikliğin, ruhsal ve politik iki yönü var. Öcalan iktidar sitemini, mekanizmalarını ve kadrolarını tam bilsen, yukarda vurguladığım umudu taşımazsın. Bilerek bu sistemin bir eklentisi haline geldiğin için umut ve tavır alma cesaretin de olmaz. Ama Partiyi ve iç işleyişini genel devrimci bir parti ölçülerinde bilmen, daha doğrusu sanman, bu umudunu ve devrimci duruşunu koşullayan önemli bir itici güç oluyor. Bu, aynı zamanda henüz o sistem tarafından teslim alınamaman anlamına da geliyor ve sen devrimci kişiliğin ve birikiminle umutla geleceğe ve gelişmelere bakabiliyorsun, bunu partiden göremeyince tek başına kafa tutma gücünü ve cesaretini kendinde görüyorsun. Burada sistem tarafından yutulmaman, sistem hakkındaki eksik veya kendi “tasavvurun” olan bilgiler, senin için önemli bir avantaya dönüşebiliyor.
5- SİYASAL DENGELER DEĞİŞİYOR MUYDU?
Aslında siyasal dengelerin köklü ve dramatik değişiminden çok Kürdistan devrimine düşman olan güçlerin “eyleme geçen” bir yeni işbirliğinden söz etmek gerekiyordu. Yani saldırılarda ve tasfiye stratejisinde yeni bir “aşama” olarak değerlendiriyordum. Bu yeni aşamanın yeni unsurları vardı. Suriye’nin zorunluluklar ve başka bir nedenle de olsa tavır alması, bu yeni unsurların başında geliyordu. Yine Avrupa’da bütün kapıların kapanması, AB ülkelerinin inisiyatif alma çabasının kısa süre sonra ABD tarafından boşa çıkarılması, Almanya’nın Öcalan’ın tutukluluk halini kaldırması, ABD’nin bu operasyondaki kararlılığını gösteriyordu.
Buna karşılık Avrupa’da Kürt halkının gösterdiği direniş de önemliydi ve umut vericiydi. Bundan dolayı ben her şeye rağmen umutluydum. Halka dayanan bir direnişin esas alınmasının gereğine inanıyordum. O dönemde Öcalan’ın TV programlarını izleme olanağım vardı ve 6. Kongreye gönderdiği konuşma metinlerini de izliyordum. Bunlarda çelişkiler görüyordum. Örneğin 7 maddelik bir paket sunmuştu. Doğrusu bunu stratejik olarak eksik ve hatalı görüyordum, ama 6. Kongreye dönük konuşmalarına baktığımda bunun bir taktik olduğu yönünde kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Kuşkusuz kafamda oluşan soruları açıktan dile getirmiyordum, ama devrimci direniş çizgisine vurguları yapmaktan da geri durmuyordum.
9 Ekimden başlayıp 15 Şubatta yeni bir aşamaya gelen süreç, kapsamlı bir operasyondu, şiddete dayalı bir müdahaleydi, Kürdistan’daki devrimci gelişmeleri teslim alma, saptırma ve en genel anlamda kontrol altına alma stratejisiydi. İmralı ve çizgisi bu sürecin sonucudur!
6- YENİ BİR SİYASAL SÜREÇ Mİ BAŞLIYORDU?
Sanırım bu sorunun yanıtı, ana çizgileriyle de olsa bir önceki sorunun yanıtında var.
7- YENİ SİYASAL KONSEPTİ KİMLER DÜZENLEMİŞ VE UYGULAMAYA KOYMUŞTU?
AMAÇLARI NEYDİ?
Öcalan, İmralı’da yaptığı açıklama ve savunmalarda, özellikle ilk savunmalarda, buna Yargıtay Savunması da dahildir, TC’nin rolünü gözden kaçırtmaya özen gösterir. Hatta TC’yi de bu operasyonun hedefi, kurbanı olarak görür. Yine diğer önemli aktörler olan ABD ve İsrail’in konumunu ve rollerini gözlerden kaçırtır. Gözlerden kaçırtılan bu üç güç de aslında operasyonun esas aktörleridir. Yunanistan, Rusya ve AB bu sürecin destekleyici konumundadırlar. Bu operasyonda baş aktör ABD’dir. ABD bu rolünü hem TC için, hem de kendisi için, bölge politikaları için yerine getirmiştir. ABD’nin dayatıcı tutumu olmazsa, Rusya, AB ve diğer irili ufaklı güçlerin somutlaşan düzeyde bir tutum almaları son derece güç görünüyor. Hatırlanırsa Almanya, İtalya ve Fransa bu konuda bir inisiyatif geliştirmek istedi, ama ABD hemen devreye girdi ve bu inisiyatifi henüz girişim aşamasındayken engelledi. ABD etkin bir konumda olmakla birlikte bu, TC’nin etkisiz olduğu anlamına gelmez, o dönemde ayağa kaldırılan ırkçı şoven dalgayı hatırlayınız. Kısacası bu, TC’nin stratejik olarak içinde olduğu ve herkesten daha fazla istediği bir ABD-TC-İsrail operasyonuydu. Bugünden bakıldığında bu değerlendirmenin doğru olduğuna inanıyorum.
ABD’nin bölge politikasında PKK’ye yer yoktu, olamazdı. PKK’nin denetlenmesi hem TC’ye sunulmuş bir destek, hem TC’nin daha fazla kendisine bağlanması, hem de İsrail ile var olan ilişkilerinin daha da derinleştirilmesi anlamına geliyor, bunun önünü sonuna kadar açıyordu. Suriye denetiminde bir Öcalan ve Kürt hareketinin İsrail’in de stratejik çıkarlarına olmadığı açıktır. Bu temel noktaların altını açmak mümkün, ama bir röportaj kapsamında bunu yapmak zor. Şu kadarı vurgulamak gerekirse; bu operasyon ortak stratejik çıkarların, bunların karmaşık birleşiminin sonucu ortak bir operasyondur.
Şu da çok açık: TC-ABD-İsrail, Öcalan’ın kişilik yapısını, ruhsal durumunu ve zor karşısında neler yapabileceğini kesine yakın kavramışlardır. Bu kavrayış, onların operasyondaki sonuna kadar gitme kararlılıklarını önemli ölçüde koşullayan bir etken olmuştur. Daha açık bir ifadeyle: Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte teslim olacağını ve kendilerinin hizmetine gireceğini ve onun teslimiyeti üzerinden PKK ve Kuzey Kürdistan hareketinin teslim alınacağını, en azından büyük ölçüde denetim altına alınabileceğini hesaplamış ve planlarını bu varsayım üzerine kurmuşlardır. Bundan dolayı 9 Ekim 1988’den 15 Şubat 1999’a kadar ona soluk aldırmamış ve soluğu ancak İmralı’da aldırmışlardır.
Devletler düzeyinde bütün kapıların kapanması, kapatılması süreci ancak tek bir çizgi ve ruh haliyle işlemez kılınabilirdi. Halka dayalı bir direniş çizgisi ve ruhu! Bunlar ise hiçbir zaman Öcalan’ın defterinde yazılı kavramlar değildi… Halkın gücü ve direnişler ancak bireysel olarak kendisine ve iktidar sistemine güç verdiği zaman “yüceltilmiş”, bu yüceltmeler, iktidar sistemini derinleştirmede bir araç olarak kullanılmıştır. Ancak 9 Ekim – 15 Şubat ve İmralı sürecinde ise halk gücü ve direniş, kendi yaşamını tehdit eden bir unsur olarak görülmüş, dolayısıyla bütün direniş değerlerinin altın tepside TC ve ortaklarına sunulması Öcalan için sıradan bir işten öte bir anlamı olmamıştır.
Bu operasyonun temel hedefi, her açıdan PKK ve öncülük ettiği, denetlediği ulusal kurtuluş ve halk güçlerinin çok yönlü silahsızlandırılması, teslimiyeti ve denetimi, bütün devrimci “unsurların” tasfiyesidir. İmralı süreci, bunu her açıdan gerçekleştirme sürecidir. İdeolojik ve politik teslimiyet ve çürüme, bütün devrimci unsurların tasfiyesi ve yeniden harekete geçme olanak ve koşullarının son derece sınırlandırılması hemen hemen tamamlanmış gibidir.
Kimi görüşler, “Öcalan zaten onların adamıydı, değişen bir şey yok” biçiminde özetlenebilir. Öcalan’ın daha o zaman onların adamı olduğu iddiası doğru olsa bile, her açıdan denetlenemeyen, denetlenmesi güç dinamikler, etkenler ve unsurlar vardı. Anılan operasyon Öcalan’ın her açıdan açık, resmi ve net teslimiyeti ve denetlenmesi üzerinden anılan devrimci dinamikler ve unsurlar, hem denetlenmiş, hem de tasfiye süreci süreklileştirilmiştir.
Geçmeden vurgulamalıyım ki, “Komplo teorileri”, toplumsal olayların karmaşıklığını, çelişik unsurlarını ve derinlerdeki dinamikleri kavrama güç ve olanağından kesin olarak yoksundurlar!
8- ÖCALAN VE PARTİ BİRİMLERİNİN YENİ KONSEPTEN HABERLERİ VAR MIYDI?
Parti birimlerinin bu konseptten haberdar olduğunu sanmıyorum. Ama Öcalan’ın ufukta toplanmaya başlayan fırtına öncesi bulutları sezdiğini düşünüyorum. Somut bilgileri de olmuştur belki, ancak politik olarak tehlikeyi yıllar öncesinden sezdiğini düşünüyorum. 1988 yılında M. Ali Birand ile yaptığı röportajda bunun açık işaretlerini ve mesajını veriyor. Verdiği mesaj şu: “Düzene kabul edilme ve bazı kırıntılar karşılığında programımızdan ve silahtan vazgeçmeye hazırız!” Ama TC ve onunla birlikte hareket eden bölgesel ve uluslar arası güçler bu mesajı ciddiye almadılar, tersine bir zaaf, teslim olmaya aday bir figür olarak algıladılar. Öcalan ise özünde bu mesajının içerdiği teslimiyetçi stratejik ve ruhsal duruşundan vazgeçmedi, tersine bunu derinleştirdi ve sürdürdü. Aslında İmralı bunun biraz da şiddetle gerçekleştirilmiş zirvesidir.
9- BU YÖNDE SİYASAL ÖRGÜTSEL HAZIRLIKLAR VAR MIYDI?
Çok somut, net ve ayrıntılı bilgilerim olmamakla birlikte böyle bir örgütsel ve politik hazırlığın olduğunu sanmıyorum. Daha sonra ortaya çıkan bilgi ve değerlendirmeler de bunu doğrulamaktadır. Öcalan iktidar sisteminde modern anlamda bir kurumlaşma ve işleyiş, çalışma tarzının olmadığını daha sonra yaptığımız değerlendirmelerde net olarak ortaya konulmaktadır. Bundan daha önemlisi düşünsel ve stratejik olarak bu tür olasılıklara karşı olması gereken düşünce açıklığı ve ruhsal hazırlıktır. Bunlar yok. Tersine Eylül 1988’de ilan edilen ateşkes, aslında Öcalan’ın kafasındaki karşılığın “Onlar ne isterlerse veririm ve bu zemin üzerinde anlaşırım. Bunu reddedemezler, çünkü arkamda silahlı bir güç ve geniş halk desteği var”! Bu düşünsel ve ruhsal duruşun dışında başka bir politik, örgütsel ve ruhsal bir hazırlığın olmadığı, bunun da İmralı ile taçlandığını ve sürdüğünü söylemek sadece yalın bir gerçeğin altını çizmekten başka bir şey değildir.
10- ÖCALAN’IN AVRUPAYA GİTMESİNİ NASIL DEĞERLENDİRDİNİZ?
O dönemdeki kavrayışım şuydu. En genel anlamda devrimci bir parti ve halk önderi, onun mücadele içindeki rolü ve önemi; bunun düşman güçler tarafından bilinmesi ve bundan dolayı tasfiye operasyonunun başlatılmasıdır. Burada önemli olan stratejik duruştur. Bulunan mekân buna bağlı olarak ikinci planda önem kazanır. Öcalan hakkındaki değerlendirmem de bu genel teorik çerçevedeydi. Dolayısıyla Suriye, Kürdistan ve Avrupa bu anılan bağlamda çok önemli bir sorun olarak kafama takılmadı. Bu durumu ciddi ve stratejik bir kayma olarak da değerlendirmedim. Hatta Roma’ya çıkış ve halkın gösterdiği büyük destek, bu çıkışın olumlu olabileceğini düşünüyordum. Dünyaya açılım anlamında… Tabii gelişmeleri devrimci bir bakış açısıyla değerlendirdiğinde bu böyledir. Ama gerçeklikle bilgiden yoksun teorik yaklaşımların örtüşmediğini birkaç ay sonra bütün çıplaklığı ile anlayacaktık.
11- ÖCALAN NEDEN ÜLKEYE, MÜCADELE ALANLARINA GİTMEDİ?
Aslında bu sorunun yanıtı önceki soruların yanıtında var. Kısaca yeniden özetlemek gerekirse; ülke ve mücadele alanlarına yönelme, bir taktik sorun değil, ideolojik ve stratejik tercih sorunudur. Öcalan’ın kafasında halka dayalı ve sonuna kadar bu çizgide yürüme gibi bir durum yoktu. O, düzenle uzlaşmak, daha doğrusu kendisinden istenen her şeyi verme ve kendisini düzen güçleri için kabul edilebilir hale getirme derdindeydi. Roma’da açıklanan 7 maddelik deklarasyon da bunun zemini niteliğindedir. Kısacası, Öcalan’ın kafasında ülke ve mücadele alanlarına gitme diye bir sorun yoktu…
12- AVRUPA ÜLKELERİ ÖCALAN’A NEDEN SİYASAL SIĞINMA STATÜSÜ TANIMADILAR? KÜRTLERİN GERÇEKTEN DOSTLARI YOK MU? ÖCALAN’A KAPILARIN KAPANMASINI BUNA BAĞLAYABİLİR MİYİZ?
Aslında Öcalan, Avrupa’da halka dayalı bir direniş çizgisi izleseydi gelişmelerin yönü farklı olurdu. O zaman İtalya iltica hakkı tanımak durumunda kalırdı. Belki resmi bir oturum hakkını hemen vermeyebilirlerdi, ama bir yerlere iade etme durumları da olmazdı. Ama bunun için devrimci ve bağımsız bir iradenin, bunun belirlenmiş bir stratejisinin olması gerekirdi. Öcalan’da olmayan da tamı tamına budur! Dikkat edilirse Suriye çıkışında sonra inisiyatif ve iradesini yitirmiştir. Gerçek anlamda zorunlulukların oraya buraya sürüklemesi söz konusudur! Yeniden Rusya ve Yunanistan, oradan Kenya’ya gerçekleşen yolculuklar da bu iradesiz sürüklenmelerinin çok net göstergeleridir… Bu çıkarlar dünyasında dostluklar görece bir kavram ve durumdur. Bu noktada belirleyici olan siz ve duruşunuzdur. Öncelikle kim dost, kim değil, neye göre? Bu konuda beklentileriniz nedir? Bu sorulara sağlıklı bir yanıtınız olmadan sorulacak sorular ve yanıtlarının da havada kalacağını düşünüyorum. Ben Kürtlerin dostlarının olmadığına inanmıyorum. Eğer devletler düzeyinde dostluk beklentisi içinde olursanız bu, yanıltıcı bir beklenti olur. Ama devletlerin politikasını etkileyen toplumsal ve demokratik çevreler var. Bunların gücünü kazanmak harekete geçirmek mümkündür. Bunun için tutarlı ve sağlıklı bir çizginiz ve güven veren bir pratiğiniz olması gerekir.
13- ÖCALAN’IN KENYA’DA YAKALANMASI SİZİN İÇİN SÜRPİRİZ OLDU MU? NE İŞİ VARMIŞ KENYA’DA DİYE DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?
Olup bitenlerin ayrıntılarını bilmiyorduk. Bir gün öncesinde Avrupa ile telefonla konuşmuştum. Durumların pekiyi gitmediğini söylemişlerdi, hata tehlikeli olduğunu söylemişlerdi, ama bundan başka bir ayrıntı yoktu. Aynı gün akşama yeniden görüştüğümüzde Öcalan’ın kayıplarda olduğunu, kaçırıldığını söylemişlerdi. O gün resmi bir açıklama yapmadılar. Gece yarısından itibaren Öcalan’ın kaçırıldığına dair TV yayınını yaptılar. Ertesi gün Ecevit’in yaptığı basın açıklamasıyla Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiğini duyduk. Önceden iyi gitmeyen bir şeylerin olduğunu sezmeye başlamıştım. Ama ayrıntılarını bilmediğim için bunu çözemiyordum. Gelişmelerin hızı ve kurulan baskının şiddeti nedeniyle, “Ne işi var Kenya’da” gibi bir soru sormadım kendime. Daha çok nelerin olup biteceği konusu üzerinde yoğunlaşıyordum. Her kritik ve zor süreçte hep iyimser olmaya, bu konuda ruhsal olarak kendimi güçlü tutmaya çalıştım. Düşünsel olarak Öcalan’ın da yakalanıp tutuklanabileceğini, öldürülebileceğini biliyor ve ruhsal olarak buna hazırlıklıydım. Daha da önemlisi Öcalan’ın tümden tasfiye edilmesinin dünyanın sonu olmayacağını biliyor ve buna içtenlikle inanıyordum. Bunu o süreçte yazdığım birçok yazı ve makalede belirtmiş, partililerin bu doğrultuda hazırlıklı olmalarını vurgulamıştım…
14- YAKALANDIĞINI ÖĞRENDİĞİNİZDE NE DÜŞÜNDÜNÜZ? TELEVİZYONDA YAYINLANAN İLK GÖRÜNTÜLERİ İZLEDİNİZ Mİ? “ANNEM TÜRKTÜR, YUKARIDAKİLERE SÖYLEYİN GÖREVE HAZIRIM’’ DİYEN SÖZLERİNİ DUYUNCA SİZ VE BİRLİKTE KALDIĞINIZ PARTİLİLERİN TEPKİLERİ NE OLDU?
Öcalan’ın kaçırıldığını öğrenmiştim. Ancak akıbetini ertesi gün, yapılan açıklamalarla öğrenmiştim. Bu, benim için şok edici bir durum yaratmadı. Olan olmuştu, artık bundan sonrasına bakmak gerekir, diye düşünüyordum. Bir devrimci öndere yakışır bir direniş pratiğini bekliyordum. Bu, hemen hemen her arkadaşın ve her çevrenin beklentisiydi. Ancak yayınlanan ilk görüntüler, “Annem de Türk, fırsat verilirse hizmete hazırım” sözleri beklentilerime gölge düşürdü. Bunu arkadaşlarla paylaşmadık, bunun ne yeri ve ne de zamanıydı. Ancak bu konuda her arkadaş hoşnutsuzdu. Bunu gözlerden okumak mümkündü. Ama olayın duygusal ortamında bunu kimse telaffuz etmiyordu. O zaman bu tutumunu son derece olumsuz olarak değerlendirmiştim, ancak bundan hareket ederek kesin bir yargı belirtmeyi erken buldum. Bu tutumunu not etmiştim, daha sonraki davranışlarına daha eleştirel bakmakta önemli bir not oldu. Bayrak önünde çektirilen bir fotoğrafı var. Bu fotoğraftaki duruşu, aslında moral çöküntünün, bitişin resmi gibiydi. Bunlara rağmen iyimser olmayı, eleştirel iyimser olmayı yeğledim. Ancak 3 Nisanda savcılığa verdiği bir ifade var. Bu ifadesi Star gazetesine yansımıştı, tam metin olarak. Onu okuduktan sonra Mahmut Şakar’a “Başkana bir sor, bu ifade kendisine mi ait” diye söylemiştim. Mahmut Şakar da bir hafta sonra geldiğinde Öcalan’a sorduğunu, bu ifadenin bir iki kelime dışında tümüyle kendisine ait olduğunu söylemişti. Bu noktadan sonra benim kafamdaki İmralı’daki Öcalan resminin ana çizgileri netleşmişti: “Bizim adam teslim olmuş, bakalım bunun ayrıntıları nedir?”
15- ÖCALAN İMRALIYA GETİRİLDİKTEN SONRA SİZİNLE İLİŞKİSİ OLDU MU?
BULUNDUĞUNUZ CEZAEVİNDE SİZ VE SABRİ OK’LA TELEFONLA GÖRÜŞTÜĞÜ BİLGİSİ DOĞRUMUDUR?
Hayır, benim doğrudan bir ilişkisi olmadı. Yanına gidip gelen avukatlar düzenli bizim yanımıza gelip gidiyorlardı. Bu nedenle Öcalan’ın dışarıya gönderdiği bilgi ve belgelerin hemen hemen tümü bana da ulaştı. Ulaşan her bilgi Öcalan portresinin içini dolduruyor ve düşüncelerimi netleştiriyordu.
Öcalan’ın benimle telefonla görüştüğü yönündeki bilgiler tam anlamıyla uydurmadır. Böyle bir şey olmadı.
Sabri Ok ile telefon görüşmesinin olup olmadığını kesin ve resmi düzeyde bilmiyorum. Bu yönde bilgiler vardı.
İlk görüşme notlarında belli ki Öcalan’dan şunu istiyorlardı: “Tamam, senin bize hizmet etmeye hazır olduğunu söylüyor ve sorgu ve diğer tavırlarınla bunu kanıtlıyorsun. Sorun şu: Örgütü ikna etme gücün ve olanağın var mı?” Öcalan bu dayatma karşısında seçenekler düşünüyordu. Devleti ikna etmek için neler yapmalıyım? İlk başlarda “Merkezi burada toplasak nasıl olur” diye avukatlara soruyordu. Bu bağlamda cezaevi Koordinasyonunda bulunan üç kişinin İmralı’ya götürülmesi düşüncesi ve önerisi ortaya atıldı. Sabri bu konudaki düşünceyi ve öneriyi bana ilettiğinde ben, kesin ve net bir biçimde reddettim. Kendisinin ve Muzaffer Ayata’nın da gitmemesi gerektiğini, eğer birileri gidecekse başka arkadaşların gidebileceğini belirttim. Daha sonra bu seçenek ortadan kalktı. Daha sonra Mahmut Şakar’ın Kandil’e gitmesi ve merkezi net bir biçimde İmralı’ya biat etme sözü ve bildirisiyle dönmesi sonucu örgütün de İmralı çizgisine geldiği ve bu konuda esasta bir sorunun kalmadığı anlaşıldı. Bu anılan geziden sonra Başkanlık Konseyi “Kıblemiz İmralı’dır” biçimimde bir açıklama yaptı, tek taraflı ateşkes ilan etti ve Öcalan’ın gönderdiği savunma taslağını doğru bulacaklarını açıkladılar.
16- ÖCALAN İMRALI’DA TÜRK DEVLETİYLE YENİ BİR KONSEPT ÜZERİNDE ANLAŞTI MI? BÖYLE BİR ANLAŞMA VAR MI?
BÖYLE BİR ANLAŞMA/KONSEPT VARSA, NE OLDUĞUNU ANA HATLARIYLA ANLATIRMISINIZ?
Teslimiyet mi, bir ortak çerçeve üzerinde anlaşmak mı?
Ben sorunun böyle konulmasını bile doğru bulmuyorum. Öcalan, kendi konumunu ve tutumunu birçok belgede açıkça ve hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar açıklıkla ortaya koymuştur. Kaldı ki bu ifadeleri olmasa bile İmralı duruşu ve tutumu çok nettir. Bu, mutlak ve her açıdan teslimiyettir. Kendisine dayatılan her şeyi harfiyen ve eksiksiz kabul etmiş, en sıradan ve bayağı itirafçıdan farksız bir pratik sergilemiştir. Devlete hizmet etmeye ve ona bağlı kalacağına dair söz vermiş ve bunun gereğini dünden bu yana eksiksiz yapmıştır. Başka bir ifadeyle kendinden başka bağlı olduğu bir düşüncesi, bir değeri ve ahlakı olmayan Öcalan, en bayağı can telaşı ve ruh haliyle davranmıştır. Ancak kendisinin denetlediği hareketin ve Kürt sorununun karmaşık ve kapsamlı boyutları bu bayağı ve basit itirafçılığın gelişme seyrini ve ayrıntılarını karmaşık, çelişkili ve çok boyutlu olmasını koşullamıştır. Bunun nasıl ve neden olduğunu birçok çalışmamızda ele aldık. Bir Yanılsamanın Sonu ve KUKM’ni Toparlama ve Yeniden İnşa Bildirgesi adlı kitaplarla, başka yazı ve makalelerde belgeli ve ayrıntılıca değerlendirilmiştir. İlgilenen okuyucu www.sosyalist-kurd.net sitesine bakabilir.
Kısaca ortak üzerinde anlaşılmış bir konsept yok. Anlaşma veya uzlaşma politik olarak görece de olsa belli bağımsız iradeli tarafları gerektirir. İradesiz ve kendisine dayatılan her şeyi fazlasıyla kabul eden, sorguda “iliklerine kadar” çözülen birinin anlaşma veya uzlaşma yaptığına inanmak, insanın en sıradan politika kurallarından ve gerçekliğinden bihaber olması gerekir!
17- İMRALI’DA YAPILAN MAHKEMEDE ÖCALAN’IN SAVUNDUKLARINI DEĞERLENDİRİR MİSİNİZ?
İmralı mahkemesi açılmadan önce Öcalan’ın talimatları ve savunma taslağını okuma, inceleme ve değerlendirme yapma olanağım olmuştu. Bu konuda mahkemeden önce PKK yönetimine raporlar gönderdim. Mahkemeler açıldıktan sonra da raporlar gönderdim. Bu raporlardan yapacağım birkaç aktarmanın bu ve başka sorularınıza yanıt olacağını düşünüyorum. Bir de bu raporların tarihsel bir önemi var. Yani iş işten geçtikten sonra değil, zamanında ve hiçbir bireysel kaygı ve endişe içine girmeden, bu raporlarda her şey bütün açıklığı ve kesin tanımlamalarla ortaya konulmuştur. Şimdi bu raporlardan birkaç aktarma:
“Hiç kuşkusuz savunmaya birazcık eleştirel ve bilimsel bir gözle bakıldığında, her açıdan bizim inkârımız, reddimiz ve mahkûmiyetimizden başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Devlete hizmet etme isteği ve kararlılığı nedir? Bunun her taraftaki ve herkes için, yani evrensel anlamı nedir? Peki, her şey bu kadar açık olmasına rağmen takınılan tavrı nasıl tanımlamak gerekir? Son savunmada da her şey çok açık konuluyor. 25 yıllık mücadele değerleri ve emeğin, sonuçta bir af ve bazı kültürel kırıntılara takas edilmesi öneriliyor. Bizim tasfiyemizin karşılığı bu kadar.
Devlete PKK’nin bir tehlike olmaktan çıkarılıp devlete bağlanması için sayısız kanıt ileri sürülüyor. Buna karşılık ise istenen basit ve bugüne dek sayısız kez reddettiğimiz kırıntılardır. Bu o kadar açık ve tartışmasız konuluyor ki, anlamamakta ayak diretmenin hiçbir açıklaması yoktur. Kürt sorununun “çözümü” sıradan bir af ve kültürel kırıntılar sorununa indirgediği için “Demokratik cumhuriyet”, “Demokratik birlik”, “barış, kardeşlik ve özgürlük” sözleri içi boş sözcükler olarak kalıyor. Daha doğrusu inkâr ve reddimizin teorize edilmesi işlevinden başka bir anlama gelmiyorlar.
Örneğin son savunmasında, “Karşılığında fazla bir taviz söz konusu değildir. Bazı yasal düzenlemelerle demokratik yolları bütünleşme ve dönüşme için açık bırakmaktır. Devletin bu siyasi duyarlığı göstermesi her halde bu kadar olup-bitenden sonra anlaşılır ve uygulanır olmalıdır. Bu temelde PKK’nin olumlu karşılık vermesi zor olmayacaktır,” diyor.
Son savunmasının başka bir yerinde ise, “2- PKK’nin askeri sorun olmaktan çıkması, Kürt sorununun siyasal yolunu açacak ve beraberinde siyasi sorun olmaktan çıkması da gelecektir. Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilecektir. Devletle demokratik bütünleşme yolu açıldıkça devlete karşıt konum aşılacaktır. Yasal sürecin gerekleri demokratik tarz açık tutuldukça PKK’nin tüm iç ve dış merkezleri, kurumları anlamsız hale gelecek, tehlike olmaktan çıkacaktır. Bu da gerçekten devlet açısından kendini aşırı kilitlenmeden kurtaracak, maddi manevi güç kaybını önleyecektir,” biçiminde değerlendirmede bulunuyor.
Başka bir yerde ise yine net belirtiyor: “Karşılığında, artık dünyanın her tarafından verilen ve verilmesi kaçınılmaz olan, bir taviz olarak da görülemeyecek olan, doğal demokratik ve kültürel haklardır. Kolay ve en masrafsız çözüm derken bunu kastediyorum.”
Son savunmasının başka bir yerinde çözümden ne anladığını biraz daha net ortaya koyuyor. “Demokratik ve kültürel kimlik iyi anlaşılmalıdır. Siyasi kimlikten farklıdır. Daha çok devletle özgür yurttaş ve özgür toplum temelinde demokratik birliği ifade eder. Kültürel kimlik tarihten gelen varlığına sahiplenmeyi ifade eder.”
Bundan sonra yaşamımda yapabileceğim güçlü ve bağlı halkla birlikte yeni barış ve kardeşlik sürecini yaratmaktır. Demokratik Cumhuriyete kararlılık sözünü bu temelde değerlendirmek, tarihi önem taşır. Fırsat buldukça gereklerini şüphesiz yerine getireceğim. Sözümde samimiyet pratiğimle ancak kanıtlanarak kendini gösterecektir. Bu temelde devletin duyarlılığı şüphesiz belirleyici önem taşır.
Yargılamanın ilk günden sonra Emniyet Genel Müdürlüğü, Terör ve İstihbarat Dairesinin konuya ilişkin açıklamasını önemli buluyorum. Aynen almakta yarar görüyorum: Cumhuriyet gazetesi 2 Haziran 1999. ‘Güneydoğu Sorununun çözülmesi için bir takım adımların atılması PKK’ye taviz anlamına gelmez. Buna kamuoyunu hazırlamak gerekir. Bunda medyaya büyük görevler düşüyor. Devlet eğer olumlu adım atar ve olaylar yüzde 50 azalırsa bile bu çok büyük bir gelişmedir… Devlet soruna intikamcı ve feodal duygularla değil bilimsel yaklaşır. Soruna köklü bir çözüm yolu açıksa inatlaşmaya gitmez, bu davadan çıkarılacak sonuçlara göre, devlet de bir takım demokratik ve kültürel adımlar atıp, bu işe artık son verecektir. Türk halkının terörle yaşamaya daha fazla dayanacak hali kalmamıştır.’
Gerçek devletin olgun ve duyarlı yaklaşımının seçkin bir örneği ile karşı karşıyayız.”
“Bizim köklü tasfiyemizi devletin en yetkili organlarına öneren polis örgütünün ilgili bir birimin bu planı, Başkan tarafından “seçkin bir örnek” olarak değerlendiriliyor. Burada “çözüm” konusundaki örtüşme ilginç değil mi? Böyle bir övgülü yaklaşım, “Demokratik birlik”, “Özgürlük” ve diğer kavramların hiçbir siyasal pratik değerinin olmadığını tartışmaya yer bırakmayacak kadar kanıtlamıyor mu?
Her şey çok açık değil mi?
Aslında bütün ayrıntılar ve öğeler birbirini tamamlıyor. Örneğin özür dileme olayı es geçildi, daha doğrusu “büyüklük” olarak değerlendirildi. Gerçekten öyle mi? Bütünden koparıldığında bir ölçüde öğle değerlendirilebilir. Ancak gerçeklik öyle değildir. Bu tutumu bütünlüğünden koparmadan değerlendirmek durumundayız. Özür, işlenen bir hatanın, kabahatin kabulüdür. Bu tutumda hata olarak kabul edilen savaşta yaşanan şu veya bu hata değil, savaşın tümüdür. “Şehit aileleri” kavramı nedir? Şehitlik, kutsal bir dava uğruna yaşamını yitirmedir. Bütün ideoloji ve dinlerde böyledir. Burada savaşta ölen askerleri “şehit” ilan ettin mi onu bir dava savaşçısı kabul etmek, kendi davanı ise mahkûm etmek durumundasın. Bir savaşta aynı anda iki tarafın ikisi de haklı olamaz. Bir tarafın ölülerini “şehit” ilan ettin mi, kaçınılmaz olarak diğer tarafı haksız savaş yürütücüsü olarak değerlendirmek zorundasın. Bu, nesnel bir sonuçtur. Bu gerçekliği görmek gerekir. Bu, sergilenen tutumun küçük bir ayrıntısı. Savunma boyunca verilen ifadeler, resmi tezleri ve politikayı doğrulamaya dönük değil mi? Bunlar devlete hizmet etmenin somut pratikleri olmadı mı?
Uluslar arası komplonun esas unsurları, bunu gerçekleştiren güçler neden açıklanmadı? ABD, İsrail ve TC, bu güçler, komplonun esas unsurları değil mi, peki neden bunlardan tek bir sözcük dahi söz edilmedi? Başta Yunanistan olmak üzere diğer devletler üzerine bu kadar gitmenin anlamı neydi, hangi politik yaklaşıma oturuyordu, bunun gelecekteki olası sonuçları nelerdir? Mahkeme boyunca bu kadar ayrıntılı ifade vermenin, sorgudaki ifadeleri bu kadar ayrıntılı tekrarlamanın bir anlamı var mıydı? Bununla ne yapılmak, ne kanıtlanmak isteniyordu? Bunlar gerçekten ilk konuşmada ifade edildiği gibi devlete hizmet etmenin bir gereği midir? Yoksa bütün bu yapılanlar rastlantı mıydı, bir şeyleri kurtarmaya dönük bir tavır mıydı? Peki, kurtarılmak istenen neydi? İdeolojimiz, programımız gidiyor, o güne dek yaratılan değerlerin en sıradan savunması yapılmıyor, ama resmi çizgi ve politikayı doğrulayan, savunan bir mahkeme çizgisi ve pratiği izleniyor? Bununla istenilen çözüm nedir, kurtarılmak istenen nedir? Gerçekten bu kadar açıklama, ifade ve resmi çizgiyi doğrulayan ve savunan tutumdan sonra bizden geriye ne kalıyor? Son savunmadaki ortaya konulan tutum ile her şeyimiz tasfiye edilip devletle bütünleştirilmek istenmiyor mu? Yine son savunmada kendisinin geçirdiği değişim dönüşümün savcılıkça samimi bulunmaması tutumu üzerinde bu kadar durulması, samimiyetin kanıtlanmaya çalışılmasını nasıl açıklamak gerekir? Sorular çoğaltabilir, ama yazarken bile sınırsız acı veren bu soruları sormanın ve gerçekliği bütün derinliği ile bilince çıkarmanın, karşı karşıya bulunduğumuz bu vahim tehlikeyi kavramanın kaçınılmazlığı da ortadadır.
Bugün Başkanın durumunu ve konumunu bilimsel ve soğukkanlı bir biçimde değerlendirmek zorundayız. Gelinen noktada 25 yıllık parti çizgisi ve mücadelesinin dışında bir yerdedir. Aslında parti şu anda bir ikilem ve çıkmazla karşı karşıyadır. Bu durumda Başkanı her açıdan desteklemek, yarattığı “yeni” zemine kaymak ciddi bir sorundur; bu, partiyi hızla tasfiyeye götürür. Ama politik olarak düşman karşısında yalnız bırakmanın da tarihsel, siyasal ve ahlaki sorumluluğu var. Siyasal açıdan yanlış olur, olumsuz sonuçları olur. İşte tam da çıkmaz dediğim durum budur.
Ama BK’nin böyle değerlendirmediği anlaşılıyor. Yansıyanlara bakılırsa bütünüyle kendisini Başkanın geliştirdiği zemine bağlamış, başka konularda da var olan ciddi tehlike ve kaymayı teorileştirme çabasını sergiliyor izlenimini veriyor. Daha önceki raporumda da belirttiğim gibi partiyi kim yönetiyor ve hangi çizgi temelinde? Kendimizin inkârı ve köklü bir reddinden başka bir anlamı olmayan “yeni” çizgiyi mi, yoksa en son 6. Kongrede onaylanan 25 yıllık çizgiyi mi esas alacağız? Bu sorulara zaman yitirmeden yanıt vermek durumundayız. Elbette bunun yanıtını her partili ve her parti organı vermek, en üst düzeyde de kararlaştırmak durumundadır.
Şimdi yapılan şudur: Savunma harıl harıl yayınlanıyor; bu, bir destektir. En önemlisi parti ve halk gerçeklerden kopartılıp sanal bir ortama çekiliyor. Unutmayalım ki yarın, bugün yapılanları telafi etmenin olanağı olmayabilir. Bu sanal sürecin sonuçları topyekûn tasfiyedir. Önümüzde iki yol var. Biri, “Savunma” çizgisi doğrultusunda partiyi yönetmek ve gelişmeleri yönlendirmek. Bu, ne Başkanı ne de Partiyi kurtarır. Tersine çıkmazı derinleştirir. Bu, her açıdan kendini bağlamak, hareket inisiyatifini tümden yitirmektir. İkinci yol ise şu: Bu çok kolay ve risksiz değildir. Ama en az zarar ve tahribatla kurtulmanın yolu budur diye düşünüyorum. Politik ve taktik olarak Başkanı desteklemeliyiz, ama mahkeme boyunca ortaya koyduğu ideolojik-politik çizgiyi kesin reddetmeliyiz. Bu iki yön arasında dengeyi korumak ve her zaman sürdürmek zordur. Bu nedenle bu dengeli tutum, doğası gereği geçici ve göreli olmak durumundadır. Ama öyle de olsa bu ikili yön arasındaki dengeli tutumu götürülebildiği kadar götürmeliyiz. Bu iki yön arasındaki denge şöyle formüle edilebilir: “Biz Başkanımızın barış girişimlerini destekliyoruz. Savunmasında dile getirdiği görüşler ise ancak kongremizin kararlaştırabileceği görüşlerdir. O nedenle bunların tartışılmasını kongre platformumuza bırakıyoruz.” Böyle bir açıklama partinin hareket özgürlüğünü epey genişletirdi, ancak bu olanak da büyük ölçüde ortadan kaldırılmış bulunuyor, Osman arkadaşın açıklamaları hareket yeteneğimizi alabildiğine daraltmıştır. Bu konuşma bir biçimiyle düzeltilerek yeniden inisiyatif kazanılabilir.“
Bu raporun sonucunda çok net değerlendirmeler ve öneriler var. Kısaca aktaralım:
“Yukarda anlatmaya çalıştığım gibi durum çok ciddi, vahim ve yaşamsaldır. Yaşamsal bir kavşaktayız. Vereceğimiz karar, kaderimizi, varlığımızı ve geleceğimizi belirleyecektir. Bu nedenle bir an önce karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeli ikilem karşısında doğru bir karar vermek zorundayız. Her arkadaşımızın tehlikenin büyüklüğü ve bir an önce doğru karar verme zorunluluğunu iliklerine kadar yaşadığına inanıyorum.
Aslında tam anlamıyla bir çıkmazla karşı karşıyayız. Başkanın yarattığı yeni durum ve çizgiyi kabul etmek, bu, kendi kendimizin ipini çekmekten başka bir şey değildir. Ama öte yandan Başkanı politik açıdan düşman karşısında yalnız bırakmanın da sorumluluğu var. Burada Partiyle Başkan karşı karşıya getirilmiş bulunuluyor. Objektif durum budur. Başkanın mahkeme süreciyle birlikte partiye ve devrimimize dayattığı çizgi, kabul ettirmeye çalıştığı platform, tam anlamıyla tasfiye ve devletle bütünleştirme platformudur. Bunu yazılı savunmalarında çok net, tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyor. Ne yazık ki, BK’miz de Başkanın bu “yeni” platformuna onay ve destek vermiş bulunuyor. Bunun bir sonucu olarak parti ve halk gerçeklerden kopuk, ya da gözlerini gerçeklere kapatarak bir bilinmeze doğru sürükleniyor. Bilinmez değil, tümden silahsızlanmaya, donanımsızlaştırılmaya doğru götürülüyor. Bunda BK’nin tutumu belirleyicidir. Savunmalar ve Başkanın tutumu hakkında partide ve halkta bir hayali dünya yaratılmıştır. Bunu çok tehlikeli buluyorum.
BK tehlikenin ne kadar bilincindedir, bilemiyorum. Gelinen noktada sorun ideolojik-politik dönüşüm, başkalaşım sorunu da değildir. Son savunmasıyla birlikte dayatılanın pratik tasfiye olduğu çok açıktır. Mahkemeye sunulan birinci yazılı savunma, partinin ve pratiğinin ideolojik, politik ve moral inkârı, reddi ve mahkûmiyetinin ideolojik platformu; son savunma ise pratik-politik tasfiyemizin uygulama planı niteliğindedir. Mahkeme süreci boyunca yapılan sözlü savunmalar ise bu iki boyutu tamamlayan unsurlar olmuştur.
Bu noktaya neden gelindi, bu durumun çok yönlü nedenleri nedir? Bunlar çok önemli ve ileride genişçe tartışılacaktır. Şimdi bizim için yaşamsal önemde olan durum, Başkanın geldiği çizgi ve platformu doğru tanımlamak, bizi nereye götüreceğini doğru kavramaktır.
Bu noktada devletin tavrı ne olur, bilemiyorum. Ama eğer Başkanın platformuna “evet” derse ve bunu da BK onaylarsa bu, bizim parti ve devrim olarak idam fermanımızın imzalanmasından başka bir şey olmayacaktır. Şu andaki tavırları, büyük olasılıkla bu “yeni” platformu bize yedirme, buna bizi alıştırma, bizi daha iyi bir kıvama getirme, hatta “samimiyetimizi” test etmek için bir grup arkadaşın teslim oluşunu dayatma ve kabul ettirme ve sonuçta bütün partiyi –fazla fire verdirmeden- istedikleri noktaya getirme biçiminde olabilir. Bu bir olasılık, güçlü bir olasılık. Burada partinin tavrı çok önemli ve onların planlarının gidişini belirleyecektir. Daha şimdiden İmralı’da BK üyeleri için hücre inşa ettiklerini ve kimin hangi hücreye konulacağını bile basına yansıttılar. Bu, bir psikolojik savaş oyunu olduğu gibi üzerinde durulması gereken bir noktadır.
BK’nin bütün bu vahim süreci görmemesi, hala kendisini Başkana kilitleyerek politika belirlemesi gerçekten inanılır gibi değil. Aslında gizli saklı hiçbir şey yok. Bari bundan sonra bir şeyler yapmak gerekir. Acilen yapılması gereken şudur:
Her şeyden önce yapılması gereken, Başkanın durumunu ve bize dayattığı “yeni” ideolojik-politik çizgiyi doğru değerlendirmek; kendimizin yarattığı sanal, hayali dünyadan çıkıp gerçekler dünyasına dönmektir. Gerçekler olduğu gibi görülmek istenmiyor. Kürtlerin neredeyse ulusal özelliği haline gelmiş kendi kendini kandırmayı şimdi bir siyaset tarzı haline getirmiş gibiyiz. Unutulmasın ki, kabul edilmesi çok zor gelse de, sınırsız acı verse de Başkan artık 15 Şubattan önceki Başkan değildir. Bu görülmeden doğru politika yapmak ve izlemek mümkün değildir“
Gönderdiğim son raporda da önemli değerlendirmeler var. Aktarmakta yarar görüyorum:
“Gelinen noktada önümüzde iki net yol var.
Bir: Bu tasfiye, ölüm ve bitiş planına onay vermek, kendi kendimizin, tarihimizin, varlığımızın ve geleceğimizin ipini çekmek!
İki: Bu kendi ellerimizle gerçekleştirilmek istenen ve dünya tarihinde başka bir benzeri olmayan topyekûn tasfiye planını bütün olanak ve gücümüzü, bütün yeteneklerimizi ayaklandırarak boşa çıkarmak; bunun için de tasfiye sürecinin hızını aşan bir tempoyla harekete geçmek!
Bu iki yolun dışında bir yol yok, bu ikisini birleştirmek ise TC ile PKK’yi aynı kişilikte birleştirmek kadar olanaksız ve akıl almaz bir şey olur. Sessiz kalmak ise en büyük gaflet olur ki, bu da boynumuzdaki ipin çekilme anını beklemekten başka bir anlama gelmez.
Başkanın 7.7.1999 tarihli BK’ye yazdığı talimat sanırım size ulaşmıştır. Yine son dönem avukatlarla yapılan görüşme tutanaklarını da incelemişsinizdir.
Çok anlatmaya çalıştık, kaygılarımızı, sorularımızı, korkularımızı, kuşkularımızı dile getirmeye çalıştık. Gücümüz ölçüsünde tehlikenin yaşamsallığını anlatmaya çalıştık. Ama etkili olamadık. Ne var ki bu son talimat, kaygılarımızın ne kadar haklı ve yerinde olduğunu gösterdi, doğruladı. Eğer bugün etkili bir tavır alınmazsa parti olarak birkaç aylık ömrümüzün kaldığını büyük bir acı ve öfkeyle belirtmek istiyorum. Şunu çok net vurgulamak istiyorum: Binlerce kez yanılmak isterim, bugüne kadar yazdığım raporlarda belirttiğim kaygı ve korkuların yersiz olduğunu görmek kadar beni hiçbir şey mutlu edemez. Yine yaptığım değerlendirmelerin yersizliğini görmek de benim en büyük dileğimdir. Kesinlikle sabit fikirli değilim, olamam, olmam düşünülemez. Hiçbir şey her şeyimizi verdiğimiz partimiz ve halkımızın kutsal davasının üstünde olamaz. Deyim uygunsa bütün çırpınışlarımın temelinde bu var. Kısacası bu yazdıklarımdan dolayı doğrulanmayı değil, yalanlanmayı isterim.
7.7.1999 tarihli talimatta bütün temel çizgileri ve ana öğeleri çizilen PKK’yi tasfiye planına, komplonun final sahnesine birden bire gelmedik. Bunun ipuçları daha ilk günlerde ortaya çıkmıştı. Ama bu görülmedi, ya da görülmek istenmedi. Görüldüyse de etkili tavır geliştirilmedi. Mahkeme sürecinde, savunmalarda bu tasfiye planının bütün çizgileri tüm açıklığıyla vardı. Ama bu görülmedi, daha da kötüsü “Demokratik Cumhuriyet”, “barış”, “özgürlük”, “kardeşlik” ve “demokratik birlik” sözcükleriyle gizletilen bu tasfiye planı hakkında halkımız ve partimizin bilinci çarpıtıldı, belleği silinmeye çalışıldı. Yaratılan sanal dünyada bizi var eden, bizi biz yapan bütün ilkelerimiz, amaçlarımız, değerlerimiz ve her şeyimiz ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Bu süreç katlanarak devam ediyor. Hatta daha tehlikeli boyutlar kazanarak sürüyor. Bir Özgür Politika’da yayınlanan yazılara bakmak bile bellekleri silme, bilinçleri saptırma çabalarının hangi boyutta sürdüğünü göstermeye yeter. Aynı durum buradaki gazete ve dergilerde de yapılıyor. Gerçekler ve aklın sınırları o kadar zorlanıyor ki anlam vermek çok güç, kimi zaman “biz böyle miydik, 25 yıllık bilinç böyle bir çırpıda bir kenara atılacak kadar güçsüz müydü” diyesi geliyor… Ve bütün bu bilinç ve ruhsal operasyonun gerekli sonucu yarattığını, yapımızın ve halkın istenilen kıvama getirildiğini düşünmüş olmalılar ki, topyekûn tasfiyenin final sahnesini yürürlüğe koymuş bulunuyorlar. Ortada korkunç bir plan var. Dünyada eşi benzeri bulunmayan bu tasfiye planını adım adım gerçekleştiriyorlar. Biz bunu bütün boyutlarıyla anlayacak ve buna karşı tavır geliştirecek yerde bu planın köprüsü, zemini ve aktörleri haline gelmiş bulunuyoruz. Esas kahreden budur. Peki, olup biteni anlamak çok mu zor? Plan çok mu karmaşık, karmaşıklaştıran ne ve kim?
Bana göre plan çok basit ve net. Barış sözü ile bize yedirilen zehrin tadı ilk günde ortaya çıkmıştı. Ama BK inisiyatifi kaçırdı. Hep sorduk: Partiyi kim yönetiyor? Soruyu daha net ve açık tekrarlıyorum: Partiyi Genelkurmay mı, biz mi yönetiyoruz? Bunun mekanizmaları nelerdir?
Başkandan gelen tüm sözleri, istemleri, mesaj ve talimatları, savunma ve mahkeme sürecini, en son 7 Temmuz talimatını bir sistematik içinde incelediğimizde ve değerlendirdiğimizde partiyi kimin yönettiği, nereye götürmek istediği gayet iyi anlaşılır: Bunların hiç birinde Başkan APO yok, Partiyi, parti yönetmiyor.
Devletin başından beri dayattığı mutlak teslimiyet ve tasfiyedir. Bu planın ardında ABD ve diğer uluslar arası güçler var. Ama biz komployu bütün boyutlarıyla deşifre edip halkımızı, partimizi, kendimizi aydınlatmadık, buna göre kendimizi donanımlı kılıp konumlandırmadık. Neden? Şu soru da yaşamsaldır: 15 Şubattan bu yana, bir aylık eylemler sürecini dışta tutarsak, komployu boşa çıkarıcı bir planımız oldu mu, yoksa komplocuların işini kolaylaştıran, ona zemin sunan, köprü olan bir tutum içinde mi olduk? Elbette bunlar tartışılır, hesaplar sorulur. Hiç kimse on binlerce şehidin manevi yargı gücünden kurtulamaz.
Ama bugün daha acil yapılması gerekenler var, öncelikle bunun üzerinde yoğunlaşmak ve tasfiye planını boşa çıkaracak, düşmana pirim vermeyecek bir duyarlılık içinde olmak zorundayız. Çok acil olarak tavır almak, topyekûn ve mutlak tasfiye, imha planının son aşamasını, final aşamasını boşa çıkarmak zorundayız.“ (Anılan Raporların tümü Bir Yanılsamanın Sonu adlı kitabımızda var.)
Bu rapor da somut öneriler ve eylem plan taslağıyla noktalanıyor. Sanırım sorduğunuz soruların birçoğunun yanıtı bu belgelerden yaptığım aktarmalarda var.
18- PKK YÖNETİMİNİN BAŞTAN İTİBAREN OLAN BİTENLER KARŞISINDA SERGİLEDİĞİ TUTUMU NASIL DEĞERLENDİRİRSİNİZ?
Aslında bu sorunun genel bir özetini yukarıdaki alıntılarda görmek mümkündür. Ancak bununla birlikte bir iki noktanın altı çizilebilir: Bir kez sorunun özü şudur. Sözcüğün gerçek anlamında Öcalan dışında bir yönetim ve yönetici organ, kurum ve kişiden söz etmek mümkün müdür?
Görünürde sayısız organ, kurum ve kişiden söz etmek mümkündür, ama bu sadece görüntüde böyledir. Kurulan örgütsel sistem, tek kişiye dayalı, onun dışındaki her şeyi ve özellikle kadroları iradesizleştiren, içlerini boşaltan, kendilerine özsaygılarını yitirten bir sistemdir. İradesizleşen, içi boşalarak bir kabuğa dönüşen yöneticilerin Öcalan’ın teslimiyeti karşısında tek bir söz söylemeleri bile mümkün değildi. Tek bir eleştirel söz veya soru, gerçek anlamda cesaret, özgüven ve irade gerektiriyordu. Ama Öcalan kurduğu sistem ve onun mekanizmalarıyla anılan temel özellikleri bitirtmişti. Dolaysıyla teslimiyet ve çok yönlü tasfiye hareketini açık ve net bilmelerine rağmen buna itiraz edememiş, tersine bunu biat edilmesi gereken “Kıble” olarak tanımlamışlardır. İlk biat bildirilerinde “Kıblemiz İmralı’dır” demeleri kesinlikle rastlantılı değildir, kendi gerçekliklerini anlatıyor. Kıble modern bir bağlılık değil, dini bir tapınma, kesin bir biat eylemini ve bunun arkasındaki kültürü anlatır!
İlk dönemlerde ben, “Hiçbir onurlu PKK’li bu teslimiyet ve tasfiye çizgisini kabul etmez” diyor ve başta yönetim olmak üzere ezici bir çoğunluğun reddedeceğini düşünüyor ve buna önemli ölçüde inanıyordum. Ama günler ilerledikçe, mahkeme savunmaları ve daha sonraki süreçlerde yönetimin biat tutumları netleştikçe bu konudaki düşüncelerim de değişti. Tabii o noktada duramazdım. Neden bu kadar açık teslimiyete ortak oluyorlar? Neden, niçin, nasıl sorularını ve yanıtlarını araştırmaya, sorgulamaya ve temellerini tartışmaya başladık. Bir Yanılsamanın Sonu Kitabı bu tartışmaların bir ürünüdür. Daha önceleri “Devrimci” yerine koyduğum kişiliklerin iradesizliklerini görünce kendilerine öfke duydum, bir yönüyle de acıdım. Bu durum aynı zamanda kendime güvenimi daha da arttırdı. Öcalan çarkından geçmediğim için kendimi şanslı olarak değerlendirdim.
Şunu da hemen vurgulamak durumundayım: İmralı ile birlikte Öcalan gerçekliği bütün boyutlarıyla açığa çıkmıştır. Kimi iddialara göre başından beri ajandır veya değildir. Bu, bana göre sadece bir ayrıntıdır. Önemli olan onun gerçekliğini, iktidar sistemini, bu sistemin mekanizmalarını, bunun yarattığı sonuçları, yine bu bağlamda çok yönlü bağlantılarını kavramak, kavramak için de doğru bir bakış açısına sahip olmak esastır. İmralı ile birlikte bunun için çok net ve tartışmasız belgeler, veriler ortaya çıkmıştır. Bunları görüp de değerlendirmemek ve bu değerlendirmeyi politik bir tutuma dönüştürmemek kabul edilir bir şey değildir. Adam, Mahkemede çıkıp diyor ki, “bundan böyle bu devlete hizmet edeceğim”. Şimdi, diğer noktaları bir yana bırakalım, bunun anlamı nedir? Bu dört başı mamur bir teslimiyet ve en bayağı bir itirafçılık değilse nedir? Eğer buna karşı bir tavrın yoksa sen, zaten, ağır gelecek belki ama politik bir mevtadan başka nesin? Bunu genel olarak korku ve başka insani duygularla anlatmak mümkün mü? 2004 yılına kadar en üst düzeyde görev yapıp İmralı çizgisinin örgüte ve kitlelere yedirilmesinde birinci derecede rol oynayan kadroların, İmralı çizgisinden koptuktan sonra hala doyurucu bir şeyler söylememelerini neyle ve nasıl açıklamak gerekir. “Yeniden savaş kararının” perde arkasını bile yıllar sonra, o da kısmen açıklayabiliyorlar. Bu “ketum” davranışın samimi, inandırıcı ve tutarlı bir açıklaması olmalıdır. Peki, PKK onların istediği tarzda “demokratikleşseydi” şimdi bulundukları yerde olurlar mıydı? Bu sorunun yanıtı yazılarında, röportajlarında var. Eğer PKK demokratikleşseydi, bu dünün yönetici kadroları bugün de yerlerinde olacaklardı. Dolayısıyla bu kadroların önünde duran temel soru şudur:
Neden İmralı çizgisine tavır almadınız ve neden biat ettiniz? Bilginiz mi eksikti, yoksa başka şeyler mi?
Bu soru çok önemli, çünkü bu kadroların tarihi sorumluluğu çok büyüktür. Aslında o zaman Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin gerçek anlamda devrimci demokratik bir çizgiye oturma şansı ortaya çıkmıştı. Ama bu değerlendirilecek yerde Öcalan iktidar sistemi daha da derinleşti, derinleştirildi; hem de ideolojik ve politik tasfiye çizgisi temelinde… Bu çok ağır bir tarihsel sorumluluktur. Bu tarihsel sorumluluk görülüp bunun hesabı verilmeden söylenecek sözlerin altı boş kalmaya ve inandırıcı olmaktan uzak kalmaya mahkûmdur! Yaşanan durum da budur. Bu konuya dönük yazılar, yazı dizileri yayınlanıyor. Bunları izlemeye çalışıyorum. Ama bunların uzaktan gazete okuyucusunun çok genel, suya sabuna dokunmayan “değerlendirmelerinden” öte bir anlam taşımadığı ortadadır.
19- PKK YÖNETİCİLERİ BAŞLANGIÇTA KARŞI ÇIKMALARINA RAĞMEN DEVLET/ÖCALAN KONSEPTİNE NASIL İKNA EDİLDİLER?
Bu sorunun yanıtı da yukarda anlattıklarımın içinde var. Ama sorudaki bir noktayı düzeltmek durumundayım. “Nasıl ikna edildiler” diye soruyorsunuz. Gerçekten ortada bir ikna olmama durumu mu vardı? Kafalarında bazı sorular vardı, bunların netleşmesini bekliyorlardı. Daha doğrusu İmralı’dan gelecek bir talimat, bir işaret bekliyorlardı. İradi ve ruhsal olarak zaten itiraz etme, karşı durma durumları yoktu. Yoksa açıktan açığa bir itirazları ve düşünsel bir karşı duruşları hiçbir zaman olmadı. Öcalan sık sık tekrarlar: “Ben öyle bir sistem kurdum ki, ben olmasam bile bu sistem yüzyıl sürer.” Bunun anlamı, içini boşalttığı ve iradesizleştirdiği kadro gerçeğinden başka bir şey değildir. Sorgu ifadesinde Öcalan, bütün yönetim düzeyindeki kadroların özelliklerini anlatır. Bu, salt devlete verilen bir bilgi değil, aynı zamanda bu kadroları gözden düşürme, olası tavır alışlarını daha işin başında etkisizleştirme hesabına da dayanmaktadır.
Ancak haklarını yemeyelim: İlk avukat görüşmesinden sonra kendilerine ulaşan ilk bilgilere dayanarak Öcalan’ın çözüldüğü ve teslim olduğu sonucuna vardılar. Bundan hareketle bir bildiri yayınladılar: “Başkanımızın bu işkence altındaki sözleri kendisini ve bizi bağlamaz!” Ancak bunun ömrü çok uzun sürmedi. Mahmut Şakar ilk yaptığı görüşmede kendisine BK’nin açıklaması hakkında bilgi verdiğinde Öcalan, “biliyorum, sorumsuzluk yapmışlar. Bildiğim kadarıyla 6. Kongre beni yeniden Başkan seçti. Buna uyacaklar” demiştir. Bunları Mahmut Şakar’ın kendisinde bizzat duydum, Öcalan ile yaptığı görüşmeden sonra bir iki gün sonra benim görüşüme gelmişti. Daha sonra kendisi Güneye gitti. Bir süre orada kaldı ve “Kıblemiz İmralı’dır”, bildirisi yayınladı. Yine o görüşmede şunu demişlerdi. “Başkanımızı başta anlamakta güçlük çektik, üslupta bir farklılık vardı. Şimdi her şeyi daha iyi anlıyoruz.” Buradaki “anlıyoruz” sözünün anlamını “aslında gerçekliğimizi, yani bu sistemin basit birer eklentileri olduklarını bütün şiddetiyle hissettik” olarak okumak gerekiyor… O görüşmenin notlarını da getirmişti Şakar. BK üyeleri Öcalan gerçekliğini çok iyi biliyor ve anlıyorlar. Bunun teslimiyetten başka bir şey olmadığını da biliyorlar. Ama tavır almak öncelikle sağlam bir irade ve soluk gerektirir. Onlarda olmayan da buydu. Bu görüşmede Osman Öcalan, bir kibrit kutusunu göstererek onun alt çizgisini kast ederek “Başkan şimdi bu çizgide bulunuyor. Biz ise bu kibrit kutusunun üst çizgisinde duruyoruz ve Başkanla paralel yürümek durumundayız. Biz de Başkanın yürüdüğü çizgiye inersek biteriz” demiştir.
20- SİZ NEDEN İKNA OLMADINIZ? ÖRGÜT’TEN NEDEN AYRILDINIZ?
Aslında İmralı’da Öcalan’ın sergilediği tavır çok netti, hem de hiçbir tartışmaya, kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık ve belgeliydi. Bunları görüp de tavır almamak, insanın kendisini, o güne dek verdiği mücadeleyi inkâr ve reddetmesi demekti. O zaman şunu düşünüyordum ve hiçbir ikirciklik de yaşamadım: Hiçbir onurlu PKK’li bu duruma seyirci ve tavırsız kalamaz. Bile bile kendisini düşmanının hizmetine ve yönetimine bağlayamaz. Eğer bağlarsa onun, bırakalım başkasının yüzüne, aynada kendi yüzüne bile bakma gücü olamaz. Utanç içinde yaşamaktansa her şeyi göze almak ve bunu gerektiğinde tek başına yapmak bireysel bir sorumluluk olduğu gibi, tarihsel bir gerekliliktir de… Hatırlıyorum, ben daha sonra Bir Yanılsamanın Sonu adlı kitapta yayınlanan raporları yazdıktan sonra bir arkadaşıma okumasını ve görüşlerini iletmesini söylemiştim. Bu arkadaş da küçük yaşlarda mücadeleye katılmış, 12 Eylül döneminde yurtdışında ve daha sonra gerilla mücadelesi vermiş, Şemdinli baskınında yer almış, sonra yakalanıp müebbet hapse çarpıtılmış bir arkadaştı. Okuduktan sonra bana şunu söylemişti: “Sana çok büyük tepki göstereceklerdir.” Ben kendisine şunu söylemiştim: Önemli olan bugün söylenmesi gereken sözü en net, açık ve dolaysız bir biçimde söylemektir. Yarın iş işten geçtikten sonra “ben zaten bunları biliyordum” demenin bir anlamı olmaz. Bu bir görev ve kendime saygının, başkası bir yana kendi emeklerime saygının kaçınılmaz bir gereğidir. Bu raporun virgülüne dahi dokunmadan göndereceğim.” Öyle de yaptım ve raporları birkaç koldan Avrupa üzerinden kendilerine gönderdim. Sonra bu raporların ellerine geçtiği bilgisini de aldım. Ama bana açık bir yanıt verme gücünü ve cesaretini de göstermediler. Sonra bir toplantı yapmışlar, bu toplantıda benim raporlarımı okumadan görevlerimi askıya almışlardı.
7 Temmuz 1999 tarihli bir talimatı vardı Öcalan’ın. Silahlara veda ve güçleri güneye çektirme talimatı. Birkaç gün sonra elime geçti, bunun üzerine başka bir rapor yazdım ve gönderdim. Avrupa’dakiler BK’nin de Öcalan’ın talimatına sıcak bakmadıklarını ve arkadaşların görüşlerini aldıktan sonra kendisine yanıt vereceklerini bize iletince biraz rahatlamıştık. Oysa bize yalan söylemişlerdi, açıkça bizi oyalamışlardı. Bunu daha sonra öğrenecektik. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra 2 Ağustos tarihli açıklaması yayınlandı. Bu, bizim için artık ipleri koparmanın son damlası oldu. Yani artık mevcut yönetimle İmralı çizgisine tavır alma olanağı ve umudu kalmamıştı. Ya bu çizgiye bile bile boyun eğecek ve kendimize karşı saygımızı yitirecektik, kendimizi her şeyiyle inkâr edecektik, ya da ilke ve devrimci davamıza devam edecektik. İkincisini seçtik, bir grup arkadaşla birlikte, 24 Eylül 1999 tarihinde yayınladığımız bildiriyle tavır aldık, “PKK- Devrimci Çizgi Savaşçıları” adıyla yolumuza devam ettik.
Belli bir süre sonra da “Yolumuza Devam Ediyoruz” adlı bir Bildirgeyle ideolojik ve politik çizgimizi, tavır alış gerekçelerimizi kamuoyuna açıkladık. Bu Bildirge bir kitap olarak basıldı ve yayınlandı.
21- İMRALI KONSEPTİNDEN SONRA BU KONSEPTİN DEVLET PRODÜKSİYONU OLDUĞUNU BİLMELERİNE RAĞMEN, ÖRGÜTTE UZUN ZAMAN YÖNETİCİLİK YAPMAYA DEVAM EDEN VE KONSEPTİN YAŞAM ALANI BULMASINA HİZMET EDEN SONRADAN AYRILMIŞ ARKADAŞLARINIZI NASIL DEĞERLENDİRİRSİNİZ?
Öncelikle bu arkadaşların dört yıl geçmesine rağmen ayrılmaları her şeye rağmen olumludur. Ama bu olumluluk gölgeli, sorumlu, arkasında bir teslimiyet ve tasfiye programının kurumlaşması gibi bir gerçeği bırakarak gerçekleşen bir olumluluktur.
Her türlü önyargı ve duygusallıktan bağımsız olarak belirtmeliyim ki, bu arkadaşların İmralı sisteminin partiye ve halka kabul ettirilmesinde birinci derecede sorumludurlar, birinci derecedeki sorumluluğa ortaktırlar. Belki çok isteyerek değil, ama canla başla yaptıklarını o gün basın ve TV’lere yansıyan yazı ve konuşmalarından rahatlıkla çıkarabiliriz. Bir iki örnek vermek gerekirse:
Bir arkadaş, benim yazılarımı yayınladığı için Avrupa’da uygulamaya alınmıştı. 30-40 gün uygulamada kaldıktan sonra bir TV programına katılmıştı. Bir açık oturumdu. Konusu, 2 Ağustos kararının değerlendirilmesiydi. Bu arkadaş, 2 Ağustos kararının en az 15 Ağustos Atılımı kadar tarihi önemde olduğunu, bunun 2. Bir 15 Ağustos olduğunu söylemişti. Söylerken bile inanamayarak söylediği belliydi. Belki de ben daha önceden görüşlerini bildiğim için bana öyle gelmişti. Bu arkadaş daha önce yaptığımız telefon görüşmelerinde Öcalan’a küfür ediyordu, onun Amerikan planına yattığını söylüyordu. Ama yaşadığı uygulamadan sonra ise çok abartılı övgüler diziyordu. O zaman çok şaşırmış ve kızmış, biraz da üzülmüştüm kendisine. Sevdiğim, değer verdiğim bir arkadaştı. Şimdi bu durumunu nasıl değerlendirmek gerekiyordu? Arkadaş sen Öcalan’ın İmralı tutumunu bütün boyutlarıyla biliyorsun. Cezaevinde en bayağı itirafçıların ruh hallerini de biliyorsun. Öcalan’ın durumunun bundan daha bayağı bir şey olduğunu da biliyorsun. O zaman bu kadar abartılı yaklaşımın, kendilerini onlara inandırma ve güven verme kaygısına mı dayanıyordu? Kuşkusuz bu ve daha birçok sorunun makul bir açıklaması olmalıdır.
Başka bir örnek, o zaman Özgür Politika’da düzenli yazan bir arkadaşımız vardı. Yazılarının hemen hemen hepsi İmralı çizgisini yedirmeye dönüktü. Bir yazısında Demokratik Cumhuriyetin aslında sosyalizmin özü olduğunu yazıyordu. Bu arkadaşımız sosyalizmi biliyordu, ama buna rağmen böyle zorlama değerlendirmeler yapıyordu. Lenin’i okumuştu, onun demokratik cumhuriyet üzerine yazdıklarını da sanırım unutmamıştı. Ama buna rağmen böyle yazıyordu. Bu arkadaşın yazılarını şimdi de okuyorum. Açıkça belirtmeliyim ki yazdıkları bugüne kadar gazetelerde yazılanların çok genel, derine inmeyen, yüzeysel, kaba bir özetlemeden öteye geçmeyen yazılar dizisidir. Böyle uzaktan birinin yapabileceği genellemelerle bir tarih yazımına katkı sunulamaz. Kendi sorumluluklarını da yazıyorlar, ama ne kadar doyurucu ve açıklayıcıdır, en azından benim için koca bir soru işaretidir!
Üçüncü örnek: O dönemde BK üyesi bir arkadaş. Bu arkadaş askeri alandan sorumlu ve “geri çekilmeyi” yönetiyordu. Serxwebun’a yansıyan bir yazısını hatırlıyorum. Öfkeli bir yazıydı. Geri çekilenlere dönüktü. Kış gelmeden geri çekilmenin tamamlanması isteniyordu. Acele ettiklerinde neden acele ettikleri ve tedbirsiz davranarak kayıp verdiklerini söylüyor, gecikmeli davranıp hala mevzilerini terk etmeyenleri ise keyfi hareket etmekle, taktiği anlamamak ve uygulamamakla suçluyordu. Bu yazıyı okuduktan sonra yanımdaki arkadaşlara tepkim şu olmuştu. Bu vatandaş, gerillaların bir füze gibi havalanmalarını ve Güneye konmalarını istiyor. Bunun dışında bu arkadaşların bir şansı yok. Acele ettin mi, suçlusun, geciktin mi yine suçlusun, peki füze olmaktan başka bir seçenek geriye aklıyor mu?
Bu arkadaş ayrıldıktan sonra kendileriyle yapılan bir röportaj dizisinde kendilerinin Öcalan’ın çizgisiyle bir sorunlarının olmadığını, PKK demokratikleşmeyi başarsaydı, ayrılmaları için bir neden kalmayacağını açıklıyordu. Bununla şunu hatırlamak istiyorum, sorun bilgisizlik sorunu değildir. Bu arkadaşlar Öcalan’ın teslimiyetini, partiye dayatılanların devletin dayatmaları olduğunu biliyorlardı. Burada bilerek teslimiyetçi ve tasfiyeci bir çizgiye, en hafif deyimle onay verme ve bunun kurumlaşmasına en üst düzeyde katkı sunma durumu vardır. O nedenle bu konuda bu durumlarının tatmin edici ve ikna edici bir açıklamasını yapmak durumundadırlar. Ancak ne yazık bugüne kadar bu konuda tatmin edici bir açıklama yapmadıkları gibi, bu sürecin can alıcı karar süreçlerini de açıklamaktan imtina ediyorlar. Bu çok anlaşılmaz bir durumdur. “Yeniden savaş kararı”nın alınmasıyla ilgili bilgileri bile 4 yıl geçtikten sonra açıklıyorlar. Peki, bu gecikmenin nedeni nedir? Bu konuda inandırıcı bir açıklama var mı?
Kısacası, bu arkadaşların sorumlulukları çok büyüktür. Özellikle yönetim kademesinde olanların… O dönemde zindandayken halktan ziyaretimize gelenler şunu diyordu bize: “Haydi diyelim Başkana ilaç verdiler, onu, bu ilaçların tesiriyle konuşturuyorlar. Peki, Başkanlık Konseyi ve Merkez üyelerine de mi ilaç içirmişler? Onlar niye böyle davranıyor?”
Çok haklı bir soru ve hala yanıtını arayan bir soru…
22- O SÜREÇLERİ YAŞAYAN, PKK YÖNETİCİLİĞİ YAPMIŞ ARKADAŞLARIN GENELLİKLE SUSMALARINI YAŞANANLARI ANLATMAMALARINI, BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAMALARININ NEDENİ SİZCE NEDİR?
Bu sorunun yanıtı bir ölçüde yukarıdaki sorunun yanıtında var. Doğru söylemek gerekirse bu arkadaşların tutumunu anlamakta zorluk çekiyorum. Dört yıldan fazla bir süredir genel olarak susuyorlar. Kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak hem genel sorumlulukları hakkında bir şey demiyorlar, hem de kendilerinin de ortak oldukları tarihimizin bu en kirli sayfalarının deşifre edilmesinde gerekli duyarlılığı ve sorumluluğu göstermiyorlar. Dolayısıyla inandırıcı olamıyorlar. Bu kopuş konusunu da çok tartışmalı hale getiriyorlar. Bu durum şu andaki dünyaya bakış açılarıyla, kendilerini algılama durumlarıyla bağlantılı olduğunu da düşünüyorum. Kısacası bu konuda ayrıntılı değerlendirmeler yapmak çok zor, ancak bu arkadaşların tarihsel vebalinin çok büyük olduğunu söylemek bir abartı değil, sadece gerçekliğin altını çizmektir!
Bir dava uğruna mücadele edersin ve bu süreçte hatalar, hatta suçlar da işleyebilirisin. Bunu genel mücadelenin içindeki hatalar veya suçlar kategorisiyle açıklarsın. Bunun anlaşılır bir yanı vardır. Ancak İmralı süreciyle birlikte ortada bir dava diye bir şey kalmadığı gibi açık bir itirafçılık var ve sen bunu bile bile bir politik çizgiye dönüştürüyorsun. Bu, artık bir dava için verilen mücadelenin hata veya suçları kategorisi içinde değerlendirilmez. Bu, artık başka bir şeydir ve senin sorumluluğun da öyle es geçilecek bir şey değildir. “O sistem içinde başka bir şeye yapamazdık” gibi bir gerekçe de olmaz. Yine halk deyimiyle “hiçbir şey yapamıyorsan bile gidip evinde de oturamaz mıydın”? Bir arkadaşımıza sormuşlardı: Bundan sonra ne yapacaksın? O da hiçbir şey yapamazsam, gidip eşkıyalık yaparım daha iyi! 1999 öncesi ve sonrası, yani İmralı öncesi ve sonrasının farkını çok iyi koymak gerekiyor. Bu ayrım doğru yapılmadı mı, sorumluluklar gibi sapla saman da bir birine karışır!
23- 1999’DAN BERİ YÜRÜLÜKTE OLAN İMRALI KONSEPTİNİN PRATİK SONUÇLARINI VE SOMUT TAHRİBATLARINI İZAH EDEBİLİRMİSİNİZ?
Bu konu gerçekten çok uzun ve ayrıntılı tartışılması gereken bir konudur. Buna rağmen birkaç noktanın altı çizilebilir. Vurgulamak gerekir ki, İmralı çizgisi, Kürt halkını her açıdan ve her yönden silahsızlandırma ve Türk devletine bağlama, Türk devleti için kabul edilebilir bir konuma getirme çizgisidir. İdeolojik olarak silahsızlandırma ve onun yerine devletin resmi tezlerini benimsetme, Kemalizm’i yeniden Kürtlerde canlandırma ve yurtseverlik bilinçlerini yok etme hareketidir. Sadece bu kadarı da değil, Öcalan, Kürtlerin mücadele beleklerini silme ve onun yerine hurafelerden bir tarih anlayışını geçirme çabası içinde de oldu. Politik ve stratejik olarak Kürt halkını programsızlaştırdı, amaç ve hedeflerden yoksun bıraktı. Tek bir “program” bıraktı: Cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı, kendisini Türkiye demokratik ulusu içinde tanımlayan, alt kimlikli bir unsur olarak dilini ve kültürünü bu çerçevede yaşayan, buna karşılık bu devlete ve düzene kabul edilmiş bir unsur derekesine indirgedi. Bu politik hedefsizlik, daha da kötüsü devlet tarafından kabul edileme yalvarış çizgisi, Kuzey Kürtlerinin güçsüzlüklerinin de en büyük bir nedenidir. Aslında halk direniyor, bu kadar silahsızlandırma çabalarına rağmen yurtseverlik duyguları tümden yok edilmemiştir. Ama bu direnişlerinin politik bir sonucu olmadığı gibi kendisine dönen silahlar işlevini bile görebiliyor çoğu zaman… Aslında son çeyrek yüzyıl içinde yaratılan değerler, devletle bütünleşmenin aracı olarak kullanılıyor, harcanıyor, tahrip ediliyor, ama bunlara rağmen bu birikimi bitiremediler. Dahası bu birikimi Kürt toplumunu denetleyen, dinamiklerini ipotek altına alan ve kendisi dışındaki hiçbir şeye yaşam hakkı tanımayan bir iktidar sisteminin dayanağı, zemini ve silahı haline getirmiş bulunuyorlar…
Burada salt birçok yönlü tasfiye hareketiyle değil, aynı zamanda bunun temel silahı ve gücü olan despotik bir iktidar sistemiyle karşı karşıyayız. Bu iktidar sistemi, İmralı’dan sonra, özellikle 2004’ten sonra her açıdan kurumlaştırıldı. Ayrılmalar, kopmalar da oldu, ama bunlar da bir alternatif merkez haline gelemediler. Dolayısıyla tek olmanın avantajlarını sonuna kadar kullanmakta, son çeyrek yüzyılın bütün değer ve birikimlerini bu iktidar siteminin vurucu bir silahı olarak kullanmaktadırlar.
Bilindiği gibi, Öcalan iktidar sistemi, Kemalizm’de olduğu gibi her türlü seçeneği daha doğmadan ortadan kaldırma ve yeniden ortaya çıkarma olanak ve koşullarını yok etme sistemidir. Kadroları iradesizleştirme ve sistemin iradesiz bir uygulayıcısı haline getirme, her türlü farklı ses ve eğilimi bastırma ve henüz doğmadan mahkûm etme, hainlik, ajan ve provokasyon suçlamalarıyla bilinç ve bilinçaltlarında mahkûm etme mekanizmaları, bu sistemin iki temel ayağını oluşturmaktadır. Kuzeyde ulusal gelişmelerin PKK’nin mücadelesiyle olması, diğerlerinin herhangi bir varlık göstermemeleri, PKK’nin ise süreç içinde Öcalan iktidar sisteminin tekeline girmesi, bu anılan iki mekanizmayı çarpıtılmış ve tersyüz edilmiş biçimiyle de olsa halk nezdinde kabul edilir bir noktaya getirdi. Kısacası kadroların iradesizleştirilmesi ve bu sistemin birer uygulayıcıları haline getirilmeleri, halkın politik olarak silahsızlandırılması ve geleceğinin ipotek altına alınması, bunun da Öcalan iktidar sisteminin temel bileşenleri haline getirilmiş olmaları halkımızın yaşadığı en temel paradokstur. Bu paradoks aşılmadan gelişme kaydetmek mümkün değildir. Tabii bu, mümkündür, ama çok kolay olmadığını bilmek gerekiyor. Bu sistemin sayısız çıkar ilişkisi ile de iç içe, çok karanlık bağlantıları da var. Ama bunlardan daha önemlisi, mücadele ile Öcalan iktidar sisteminin bilinç ve bilinçaltlarında özdeşleşme yanılsamasının yaratılması ve bunun her gün yeniden yeniden üretilmesidir. Bu noktada temel sorun Öcalan iktidar sisteminin Kürdistan’daki gelişmelerin önünde en temel hedef olduğunu görmek ve bunu aşacak bir seçenek yaratabilmektir. Bunu belki de kısa vadede yaratmak güçtür, ama bunun temellerini geliştirmek ve bir çekirdek yaratmak mümkündür!
Yaratılan tahribatların çok boyutlu bilançosunu çıkarmak mümkündür, ama bu röportaj çerçevesinde bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Son olarak bir noktaya vurgu yapmakla yetineyim. Öcalan’a bağlanan ve Genelkurmay emriyle yeniden başlatılan çatışma sürecinin insan kayıpları önemli bir tahribattır. Bu da halkı ve geleceğini bugünden tahrip etme çabasıdır. Tabii en hafif ve yalın ifadesiyle böyle…
24- İMRALI KONSEPTİ NASIL ETKİSİZLEŞİR? BUNUN İÇİN SOMUT ÖNERİLERİNİZ VAR MI?
Kuşkusuz geçmişin doğru ve nesnel çözümlemesini yapmış, derslerini özümasmiş, günümüz dünyasını ve Kürdistan koşullarını sağlık tahlil etmiş, doğru ve devrimci bir politik programa sahip bir ulusal kurtuluş hareketinin geliştirilmesiyle İmralı teslimiyeti, Kuzeyde egemen olan Öcalan iktidar sistemi aşılabilir… Bugüne kadar bu doğrultuda birçok girişim olmuştur, ancak ne yazık bu girişimler başarılı olmamıştır. Bunun nesnel koşulları ve engelleri kadar öznel nedenleri de vardır. Zamanlama bakımından anılan seçenek belki de bugünden yarına ve kısa sürede başarılamayabilir. Ama bu seçeneğin geliştirileceğine de inanıyorum. Soluklu ve sıkı sıkıya kenetlenmiş bir çekirdeğin bunu başarabileceğine inanıyorum. Öncelikle bunun kadrosu ve ısrarlı çalışması gerekir. Elbette Kürdistan önemli gelişmelere gebe, İmralı iktidar sistemi de hep cepten yiyor ve ondaki çürüme eğilimi derinleşerek devam edecektir. Ama bütün bu gelişmeleri veya alt üst oluşları karşılayacak bir seçeneğin, en azından çekirdek düzeyinde geliştirilmesi gerekir. Bu, yaklaşım en geniş birliktelikleri, geçici ve uzun vadeli ortaklıkları, bunların çabalarını dıştalamiyor. Ben, daha çok bana göre temel olan, kalıcı olan çözümden söz ediyorum. Bu da geniş kapsamlı bir konu, farklı düşünce ve eğilimler var. Ben de bu konuda bugüne kadar çok yazdım. Bunların geliştirilmesi ve pratik yaşama geçirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Bu konuda da çözüm alanı, öncelikle ülke toprakları ve oranın canlı, diri dinamikleridir!
25- SON OLARAK KAMUOYUNDA ÖCALAN İLE ERGENEKON ARASINDA ÖTEDEN BERİ BİR İLİŞKİ OLDUĞU SÖYLENİYOR. NASIL DEĞERLENDİRİRSİNİZ?
Son bir yıldır Ergenekon ekseninde sürdürülen çatışmalı süreci, devletin kendi kirinden pasından arındırma operasyonu değil, bir iç hesaplaşma, önemli dış boyutları ve bağlantıları olan, egemenler cephesinde bir iktidar çekişmesi olduğunu düşünüyorum. Elbette bu bir tarafın tasfiye sürecinin, ortaya çıkardığı bazı gerçekler, kirli ilişkiler ve pratikleri de vardır. Ama buna rağmen bu süreci “Derin devleti”, Kontrgerilla örgütlenmesini açığa çıkarma ve onu temizleme, demokratikleşme olarak gösterme çabalarını da doğru bulmuyorum. Hatta gelinen noktada Ergenekon davası, özel savaş aygıtını, TC’nin kendisini aklama, açığa çıkmış kirli unsurlardan arındırma ve kendini yeni iç ve dış dengelere göre yapılandırma hareketine dönüşmüş bulunmaktadır. Bu kısa hatırlatmadan sonra esas sorunuza geçebilirim.
Ben yöntemsel olarak Öcalan ile ilgili geliştirilen MİT, Kontrgerilla veya Ergenekon üyeliğini eksen alan, Öcalan’ı bu bağlam üzerinde tanımlamaya çalışan bakış açılarını sağlıklı, üretken ve gerçekleri bütün boyutlarıyla açığa çıkarıcı bir yaklaşım olarak görmüyorum. Tersine bu bakış açılarını sınırlandırıcı, daraltıcı ve tüm gerçeklerin açığa çıkmasını önleyici yaklaşımlar olarak görüyorum. Ortada çok boyutlu, karmaşık ve çelişik uçları olan tarihsel ve güncel bir gerçeklik var. Bu gerçekliği bütün boyutlarıyla aydınlatmak için “Ajanlık teorilerinin” ötesinde daha kavrayıcı ve açıklayıcı bir bakış açısıyla ele almak gerekir. Bu geniş perspektif, salt bireysel planda Öcalan gerçekliğini de en ince ayrıntısına kadar aydınlatma gücü ve yeteneğine sahip olduğuna inanıyorum. Yine bu noktada bu tarihsel süreci ve onun bütün boyutlarını açığa çıkarıcı bakış açısı kadar soğukkanlı olmayan, dar tepkici ve kestirmeci konumlardan uzak durmak gerekir. “Ajanlık teorilerinin” toplumsal ve tarihsel süreçleri kavramaktan uzak olduğunu, kestirmeci ve dar indirgemeci olduğunu ve dolaysıyla bu yaklaşımın hedeflenen kişi veya ilişkiler sistemine katkı sunduğunu düşünüyorum. Neden? Nedeni çok basit, anılan teoriler, sadece damgayı vurur, yargıyı belirtir, gerçekliğin kendisi de bir ilişkiye indirgenmiş olur. Oysa orada bir iktidar sitemi var ve bu, bir halkın bugününe ve geleceğine ipotek koymuştur; hem de o halkın temel talepleri altında perdelenerek…
Kişi olarak Öcalan’da kendi bireysel çıkarı, yaşamı, adı ve bugün kurduğu sistemin varlığı dışında hiçbir politik, ideolojik ve ahlaki ilkesi, ölçüsü yoktur. Yine kendisi için yapamayacağı şey, giremeyeceği ilişki ve kullanmayacağı silah yoktur. Kendisi söz konusu olduğunda kullanmadığı, kullanamayacağı bir yöntem ve silah da yoktur. Hemen hemen herkesin tanık olduğu yaşam pratiği, bunun sayısız kanıtını sunmaktadır. Bu anlamda şu veya bu devlet ve onun istihbarat örgütleriyle ilişki geliştirmesi mümkündür. Ama bunlardan öte İmralı açıklamaları ve savunmaları kendi ağzıyla bundan sonra devletin hizmetinde olacağını belirtmiştir. Dolayıyla onun gerçekliği ajanlık kavramıyla açıklanmayacak kadar kapsamlı ve derin olduğunu düşünüyorum. Başak bir ifadeyle onun gerçekliğini aydınlatmak için mercekle şu veya bu gizli servisle bağlantısını aramaya gerek yok. Gerçekliğini aydınlatmak için sayısız belge ve tarihsel bir süreç var…
Bu konuya bilimsel, aynı zamanda politik, soğukkanlı ve daha kapsayıcı bakmak gerekir. Güncel Ergenekon üyeliği ekseninde yapılmakta olan tartışmaları da politik bulmuyorum, bu tartışmaların Öcalan gerçekliğini aydınlatma sürecine katkı sunmak yerine, tersi bir işlev gördüğünü, temel unsurlarını gözlerden kaçırttığını düşünüyorum. Politik çizgisi ve pratiği, kurduğu iktidar sistemi, İmralı ve devlet-düzen ilişkileri; bütün bunların iç ve dış boyutları, yaratılan derin yanılsama ve çelişik uçlu paradoks, işte bunların hepsi bir tarihsel perspektifle ele alınırsa önemli sonuçlara ulaşılacaktır. Ama “Ajanlık” yaklaşımları tartışma sürecini bile sekteye uğratır, uğratıyor…
Amaç, gerçekten halkımızın ve onun temel özlemlerinin önünde engel haline gelen iktidar sitemini aşıp tarihin çöplüğüne atmak mıdır? Öyleyse sizin bakış açınız ve kullandığınız yöntemler kesinlikle bu amaca hizmet etmelidir.
26- EN SON SİZE ÖZEL BİR SORU SORMAK İSTİYORUM. BUGÜNDEN DÜNE BAKTIĞINIZDA GEÇMİŞTE ‘’KEŞKE YAPMASAYDIM YA DA KEŞKE ŞÖYLE YAPSAYDIM ‘’ DEDİĞİNİZ ŞEYLER VAR MI? ÖRNEĞİN GEÇMİŞTE YAZDIĞINIZ YAZILARIN VEYA KİTAPLARIN ÖCALAN KÜLTÜNÜN ORTAYA ÇIKMASINDA VEYA KURUMLAŞMASINDA İŞLEVSEL BİR ROL OYNADIĞI SÖYLENDİ HEP. NE DÜŞÜNÜRSÜNÜZ?
Bir insan, içinden geçtiği toplumsal ve kültürel, tarihsel süreçlerin derin etkisi altında şekillenir. Devrimci bir insan ise hem bu tarihsel ve toplumsal koşulların etkisinde şekillenir, hem de kendisini bunları anlama, tanımlama ve değiştirme düşüncesi ve iddiasıyla tanımlar. O hem bir düşünce, hem de bir eylem insanıdır!
Bu bağlamda kendimi değerlendirdiğimde; kendimi devrimci sosyalist biri olarak tanımladım ve bu temelde yaşamımı biçimlendirdim, bugüne dek sürdüregeldim. Devrimci bir insanın yaşam çizgisi de dinamik, çok boyutlu ve kendini aşan, yeniden üreten, her fırsatta geriye dönüp yaşamını gözden geçirerek değerlendiren ve çıkardığı derslerle kendini eğiten ve geliştiren, yarına taşımasını bilen, en bunalımlı süreçleri bilinç, akıl, inanç ve iradesiyle aşmasını bilen bir kişidir; ya da bu genel çizgilere uygun bir yaşam ve kendine bakış açısına sahip olmalıdır.
1970’li yılların başında devrimci mücadele ile tanıştım, o günden bu yana bu kimliğimi korumaya çalışıyorum. Ancak her dönemin bilinç ve deneyim düzeyi aynı olmadığı gibi, pratikleri de o dönemin genel kavrayışının bir eseri olmuştur. 70’li yıllardaki sosyalist anlayışım, hiş kuşkusuz, o dönemde egemen olan reel sosyalist anlayış ve pratikti. Bu, yaşanan tarihsel deneyimler ve tecrübelerle, yeni bilgi ve değerlendirme ufkuyla aşılmıştır. Şimdi o dönemin indirgemeci, dar, tek boyutlu ve kurulu düzenlerin ufkunu aşmayan, kimi noktalarda onların gerisine düşen sosyalizm anlayışı ve pratiğinden dolayı kendimi veya başka birini suçlamam doğru olabilir mi? Olamaz. Biz o koşullara doğduk, o dünya ve ülkemizin koşullarını beğenmedik, bunlara kafa tuttuk, onu değiştirmek için bütün samimiyetimizle her şeyimizi ortaya koyduk. Bu tutarlı samimiyet, dünyaya kafa tutma cesareti ve romantizmi, kişiliğimi ve yaşam tarzını belirleyen temel değerler olmuştur. Bundan her zaman gurur duydum, bundan güç aldım. Şimdi bu satırları yazarken bile büyük bir heyecan duyduğumu vurgulamak isterim.
Dünyaya kafa tutuş ve devrimci duruş, bunun ardındaki samimi duygular ve idealler, çok önemlidir, ama bunlar, tek başına bir “kişisel tarihi” anlatmaya, açıklamaya yetmez. Bu noktada dönemin siyaset anlayış ve pratiğinin de enine boyuna tartışılması gerekir. Buna geçmeden bir noktanın altını çizmek durumundayım: Bugüne kadar gelen yaşamımın düşünsel darlıkları ve hataları, pratik hataları, yetersizlikleri, sapmaları ne olursa olsun, kendimi tanımlama gerekçelerim, yani bu dünyayı reddetme, ona kafa tutma ve onu değiştirme niyeti, samimiyeti ve duruşu, kimliğimi ve kişiliğimi belirleyen temel çizgi olmuştur.
Ben ne doğru buldumsa, neye inandımsa onu yaptım, yapmaya çalıştım. Ama bu yapılanların var olan düşünce ve deneyim sınırlarımızla, içinde bulunduğumuz koşullarla çerçeveli olduğunu vurgulamak durumundayım. Siyaset yapma tarzı, örgüt, örgüt içi demokrasi, farklılıklar, farklılıklara yaklaşım, iktidar ve daha birçok konudaki pratiğimiz, egemen sol ve sosyalist anlayışların ve genel olarak uygulamaların dışında değildi. Bu bağlama girecek birçok pratik ve uygulama tartışılabilir. Sanırım bu, bu röportajın kapsamını aşan bir konudur.
Buraya kadar şunu anlatmaya çalışıyorum. Devrimci mücadele ve yaşam bir süreçtir, farklı aşamalardan geçen, gelişen, kendini aşan veya tekrarlayan, dinamik bir süreçtir. Kendi açımdan bilincim ve düşünce ufkum elverdiği ölçüde kendimi aşmaya, bunun için yoğun iç çatışmalarla bunu başarmaya çalıştım.
Mücadele eden, hem de büyük iddialarla dünyaya kafa tutarak hedeflerine varmak isteyen insanların hata yapmamaları, yetersizlikler yaşamamaları, kimi zaman duraksamamaları mümkün değildir. Ama bir mücadele yaşamları olmayanların bu tür “dertleri” de olmaz! Ben “keşke”li yaklaşımlarda bilimsel ve tarihsel olmayan bir yan bulurum. Onun yerine, şu tarihte şu yaklaşımım, şu tavrım ve pratiğim yanlıştı, ya da şu yetersizlikleri vardı. Nedenleri şunlardır, sonuçları da şunlar şunlar oldu…” demeyi yeğlerim… Bunları yazarken sorunu eleştirmek için değil, çünkü onunla neyi anlatmak istediğini biliyorum, kendimi doğru ifade etmek için bu noktanın altını çizme ihtiyacını duydum…
Gelelim Öcalan iktidar sistemi ve kültü ile benim yazdıklarım, yazdığım kitap arasındaki ilişki sorununa… Öcalan iktidar sistemi ve kültünün nasıl ve hangi aşamalardan geçerek kurulduğunu, kurumlaştığını, giderek nasıl bir bilim dışı kült haline geldiğini daha önce yazdığımız iki kitap (Bir Yanılsamanın Sonu ve Bildirge) ve sayısız yazıda ana çizgileri ve ayrıntılarıyla ortaya konulduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz yazılanlar bir çerçevedir, tamamlanması, geliştirilmesi, aşılması gereken noktalardır. Ancak hemen vurgulamalıyım ki bu konuda ortaya konulan en bilimsel, sistemli, bütünlüklü ve kapsamlı çerçevelerden biri olduğunu da iddia etmekte bir sakınca görmüyorum.
PKK 3. Kongresi PKK tarihinde bir dönüm noktasıdır. 2. ve 3. Kongre arası bir geçiş, 3. Kongrenin kendisi ise bütün iplerin Öcalan tarafından ele geçirildiği bir platform olmuştur. Bu tarihten sonra Öcalan sitemi oturmaya başlar. 4. Kongrede bir sarsıntı geçirmekle birlikte Şenerlere yaptığı darbe ve gerçekleştirdiği çok yönlü tasfiye ile iktidar sistemini zindanlara da taşır ve böylece her zemine ve her beyine hükmetmeye başlar…
Bizim zindanlar olarak PKK yönetimi ile sistemli ilişki geliştirmemiz 1990’ın sonlarında ve 1991’ın başındadır. Zindan ve PKK yönetimi ilişkisi o tarihe kadar klasik talimat-rapor veya alt-üst ilişkisi biçiminde değildir. Zindanlar yönetimi bakımından neredeyse “bağımsızdırlar”. O güne dek zindanları yöneten zindan yönetimidir. Ancak 1991’den sonra özellikle ZDK (Zindan Direniş Konferansı) denilen süreçle birlikte Zindanlar her açıdan teslim alındı ve Öcalan iktidar sisteminin bir parçası, bir uygulayıcısı haline geldi. Bu kısa bilgiyle şunu anlatmaya çalışıyorum: Sıra bize gelene kadar “Atı alan Üsküdar’ı” geçmişti. Yani Öcalan iktidar sistemini her türlü yolla, bastırma, susturma ve tasfiye hareketiyle kurumlaştırmış ve bunu zindanlara da hakim kılmaya başlamıştı. ZDK sürecinde de birçok itirazımız olmakla birlikte, bunları Öcalan iktidar sistemini, ZDK’ya yüklediği politik işlevi anlamaktan uzaktı. İmralı sürecine kadar bu iktidar sistemini anlama, tanımlama ve çözme olanağımız olmadı. Ne zaman ki Öcalan İmralı’da çözüldü, her açıdan teslim oldu ve devletin hizmetine girdi, bu hizmet çizgisini PKK ve halka taşımaya başladı; işte o zaman, neden çözüldü, teslim oldu ve bu kimdir, nasıl bir sistem kurmuş gibi sorularla sorgulamaya ve bunu derinleştirmeye başladık. Bu konudaki bilgimiz arttıkça ve bilincimiz derinleştikçe, anladık ki, bu bir yanılsamadan başka bir şey değilmiş, biz de bu konuda fena yanılmışız…
Bir Yanılsamanın Sonu, aslında bir değil iki yanılsamanın sonudur. Bir, bir yanılsamadan, yani illüzyondan başka bir şey olmayan Öcalan yanılsaması-illüzyonu; diğeri kendimizin yanılsaması, Öcalan hakkındaki yanılsama… Bu yanılsamanın farkına varmak, ancak İmralı teslimiyet ve tasfiye duruşu ve çizisi üzerinden yapılan sorgulamalarla gerçekleşmiştir.
Daha önce yazdım, tekrarlamanın gerekli ve bizi doğru bir tarih kavrayışına götürür. En genel anlamda PKK, paradoksal uçları, çatışmalı süreçleri olan çelişkili bir bütündür. Bu bütünün içinde Öcalan bir ucu, aynı zamanda iktidar ucunu, halkın devrimci ve direnişçi değerlerinin toplamını ifade eden diğer bir uç vardır ki, bu, her şeyi yaratan, ama gerçek anlamda iktidarsızlaştırılan çoğunluktur. Bunu da daha iyi anlaşılması için Mazlum Doğan adıyla simgeleştirebiliriz. Yani genel PKK adı altında aslında, bir arada olan, aynı tarihsel sürecin iki karşıt ucunu ifade eden iki PKK var. Simgesel olarak ifade edersek biri Öcalan’ın PKK’si, diğer Mazlum’un PKK’si… Bu iki paradoksal bir bütünü anlatır. Devrimci değerlerin toplamı, halkın devrimci istemleri ve bu uğurdaki mücadelesi olmasaydı, bu politik bir güç haline gelmeseydi, Öcalan iktidar sisteminin ne değeri ve anlamı olabilirdi ki? Öcalan’ın marifeti bütün bu yaratılanlara el koyması ve kendi iktidar gücü ve tekeli olarak kurumlaştırmasıydı. Başka bir ifadeyle Kürt halkının ve onun en direnişçi evlatlarının mücadelesi olamasaydı, ama aynı zamanda bu gerçek emek ve değer sahipleri yine Öcalan’ın hile ve entrikalarıyla tasfiye edilmeseydi, iktidarsızlaştırılmasaydı, şimdi bir Öcalan iktidar sitemi ve kültünden söz edebilir miydik? Bu noktaya özel olarak vurgu yapmamın en önemli nedeni bu paradoksal, iki çelişik ucu olan bütünsel, ama çelişkili süreç veya süreçler toplamı kavranmadan PKK tarihini, onun her bir unsurunu doğru kavramak ve doğru dersler çıkarmak mümkün değildir. İmralı’ya kadarki tarihimizi doğru kavramının bu temel nokta olduğunu düşünüyorum.
Ben kişi olarak İmralı’ya kadar olan yazıları, devrimci kavrayışım ve tamamen devrimci duygularla yazdım. Buna Öcalan adına yazdığım “Doğu’dan Yükselen Güneş” adlı kitap da dahildir. Bu kitapla ilgili ayrı paragraflar açmak istiyorum. Ona geçmeden önce yazılarımla ilgili bir nokta daha belirteyim. Günlük gazetede haftalık, kimi zaman haftada iki kez, Aylık Dergide her ay, bazen birkaç yazı yazdım. Bu yazılarımın hiçbirine doğrudan ve dolaylı bir müdahale, yönlendirme ve etkide bulunma durumu olmadı. Ancak Günlük Gazetede hala kimler olduğunu tam çözemediğim birileri, yazılarımın en devrimci mesajlarını tırpanlıyordu. Defalarca bu konuda müdahalede bulunmama rağmen bu bay veya bayan sansürcüleri bulamadım. Öcalan’ın bir müdahalesini ve bir de önerisini hatırlıyorum. Biri, Bayrampaşa Cezaevinde yönetici olan, ama benim yazılarımdan son derece rahatsız olan birisinin gönderdiği raporda Aylık Dergide birden çok yazımın yayınlandığını, bunun “Önderliğin önüne geçme” tehlikesini taşıdığını, bunun önüne geçilmesi gerektiğini” belirten görüşler vardı. Bunun üzerine Öcalan, “her ay bir yazı yayınlasın yeterlidir” demişti. Diğeri de şuydu, sadece makalelerle sınırlı kalmamamı, daha geniş kapsamlı değerlendirmeler yazmamı, genel bir öneri biçiminde göndermişti. Birçok konuda Öcalan ile ters düşen değerlendirmelerim olmasına rağmen yine bir müdahale olmadı. Örneğin Birinci Körfez Savaşında yaptığım değerlendirmeler Öcalan’ın yaptığı değerlendirmelerle çelişiyordu. Gelen genç arkadaşlar bana sorduğunda “farklı noktalardan baktığımız için sonuç da farklı yansımıştır. Yoksa temelde bir farklılık yok” diye geçiştirmeler yapmıştım. Bunlar işin bir boyutu. Bir de başka bir boyuta daha var. Kısaca şöyle:
Ateşkes ve siyasal çözüm konusu en çok tartışılan bir konuydu. Daha sonra öğrendiğimiz ve kavradığımız gibi bu kavramların Öcalan’ın bilincindeki yeri stratejik olarak bazı kırıntılarla devletle uzlaşmaktan başka bir şey değildi. Ben ise bunları sağlam bir program ve stratejiye dayalı bir taktik olarak değerlendirdim ve bu konuda çok sayıda makale yazdım. Benim bilgim, somut gerçeklere değil, olması gereken teorik ve politik bir bakış açısına dayanıyordu. Stratejiyi ve karar süreçlerini bilme ve bunları etkileme şansın hiç yok. Bunu da sonradan çok net kavrıyorsun. Aslında karar süreci Öcalan’ın kafasından başka bir şey değildir. Gerçeklik bu, ama sen stratejik olarak teslimiyete giden bir yolu, devrimci bir taktik olarak açıklıyor ve başta gençler olmak üzere herkese yedirmeye çalıştırıyorsun. Bu noktada senin devrimci bakış açın, iyi niyetin, nesnel olarak devimci sürecin ve bunun bir parçası olan sana karşı dönen bir silah haline geliyor. Bunun anlamı şu, somut gerçeklere dayanmayan sadece teorik olarak olması gerekenlere göre yaptığın değerlendirmeler aslında tersi bir işlev görüyor… Kuşkusuz bu, bir iktidar sistemine ve onun ideolojik politik saptırmalarına önemli bir katkıdır. Devrimci sosyalist bakış açısıyla, aslında teslimiyetçi bir yaklaşımı “teorik” ve politik bir açıklamaya, meşruiyete kavuşturmuş oluyorsun. İşte al sana, paradoksal gerçekliğimizin trajik bir örneği… Kolektif bir iktidar ve karar süreci olsa, o zaman bu yazılanların bir anlamı, etkileme şansı var. Ama Öcalan iktidar sisteminde karar sürecini hiçbir biçimde etkileme şansı olmayan yazı ve değerlendirmelerin, tersine özünde teslimiyetçi bir yaklaşımı devrimci bir açıklamaya dayandırılarak meşrulaştırılması söz konusu oluyor…
Kuşkusuz Öcalan adına yazılan kitabın, bunların ötesinde onun sistemine katkı sunduğu, özellikle okuyan gençlik üzerinde o sistemi teorileştirmede hatırı sayılır bir rol oynadığı çok açık bir olgudur. Bu konuda okuma ve anlama özürlü olan kimi kişi ve çevreler bu konuyu büyük spekülasyon yapmaya, her defasında karşıma çıkaramaya bayılırlar. Makul, anlamaya dönük, daha da önemlisi kendi koşulları bağlamında yapılan en sert eleştirilere yine kuşkusuz büyük değer veririm. Ama küçük hesaplarla yaklaşanları ciddiye almıyorum.
Anılan kitabın, abartılı övgüler, “edebi” güzellemeler içeren 1998-1999 tarihlerinde yayınlanması da düşünüldüğünde ve bu diğer Öcalan adına yapılan eylemlerle birleşmesi de hesaba katıldığında bu kültün daha da derinleşmesine ve bilinçlerde yer etmesine sunduğu katkı çok açıktır. Bu katkı, bir bakıma, aslında Öcalan akıldışı tutumlarını “bilimsel bir temelle” buluşturma katkısıdır. Bir örnekle konu daha iyi anlaşılır kanısındayım: Hatırlanırsa Öcalan, Önderlik özelliklerini 7 yaşından başlatır. 7 yaşından beri böyle olduğunu tekrarlayıp durur. Buna inanan veya inanacak bir PKK’li olduğunu sanmıyorum. Ben de inanmıyordum. Ben bu konuyu anılan kitapta şöyle “düzeltiyorum”: Öcalan’da önderlik özellikleri çocuklukta bir embriyon olarak vardı. Şimdi bu “düzeltme”, Öcalan’ı akıl dışılıklardan arındırma ve kabul edilebilir bir noktaya getirme durumudur. Bir sistemi ve onun iktidarını kabul edilebilir bir temele oturtmada benim kitabımın önemli bir katkısı olmuştur. Bunu dün de biliyordum, yazarken de biliyordum. Ama ben onu bir devrimci önder olarak biliyor veya öyle tasavvur ediyordum. O güne dek yaratılan değerlerimizin bir simgede ifade edilmesinin gereğine inanıyordum. Kürdistan devriminin Ortadoğu ve uluslar arası alanda önemli bir etkiye sahip olduğunu, olacağını, dolayısıyla bunun tarihsel derslerinin sistemli bir biçimde ve “Devrimci önderimizin” adına, bir biyografik bir çalışma olarak ele alınmasını düşünüyordum. Zaten kitapta PKK tarihi ile Öcalan biyografisi iç içe verilmiştir. Bu iddialı yaklaşımda, yine Önderin adıyla bir bakıma özdeşleştirme yaklaşımında reel sosyalist pratiğin ve örneklerin hatırı sayılır rolü vardır. Yine bunda fedai eylemlerini gerçekleştiren ve bütün parti kadrolarını psikolojik olarak etkileyen arkadaşların da belli ölçüde etkisi olmuştur.
Şu noktayı çok net olarak vurgulamak isterim: Bu kitabı yazarken tamamen devrimci kaygılar ve duygularla hareket ettim. Bunun dışında herhangi bir beklentim, kaygım yoktu. Öcalan burada sadece bir ad ve simgedir benim için. Yoksa onu tek bir kez gördüm, 1 günlük bir beraberliğimiz olmuştur, 1977’de. Onun dışında doğrudan bir ilişkimiz olmamıştır. Dolayısıyla ona karşı duygu ve ruh anlamında bir akışın, bir ilişkinin gerçekleşmesi mümkün değildir. İlişkim, tamamen düşünsel ve politiktir. Kitabı yazarken de ona karşı herhangi bir duygusal ve ruhsal akışım, etkilenmem olmamıştır. Bunun maddi ve toplumsal temeli yok. Duygular uzaktan ve telepatiyle oluşmaz ve gelişmez, yakın ve doğrudan ilişkiyle oluşur. PKK’yi Öcalan’ın ağırlığı olsa da belli kurallara göre işleyen, kurumları olan devrimci, sosyalist ve modern bir parti olarak biliyordum. Bu, İmralı süreciyle birlikte yazdığım raporlarda çok net olarak görülebilir. ZDK müdahalesine rağmen ben kişi olarak kendi kişiliğimi, irademi korudum, yani Öcalan iktidar çarkından geçmedim. Bu, daha sonraki duruşumun da temelidir… Eğer başka kaygılarla hareket etseydim, daha sonraki süreçlerde bu kitap, ondan daha önemlisi onun ardındaki dürtüler, beni ve kişiliğimi parçalardı. Ama hangi duygularla ve düşüncelerle yazdığımı çok iyi bildiğim için bu olguyu doğru değerlendirdim, derslerini bütün boyutlarıyla özümasmeye çalıştım. Daha sonra Öcalan iktidar sistemiyle ilgili yazdığım bütün kitap ve yazılar, aslında anılan kitaba bir yanıttır… Halkın deyimiyle özetlemem gerekirse ne yaptımsa devrimci duygular ve düşüncelerimden hareketle yaptım… Ama hayat en temiz duygularla hareket ederken bile insanın büyük yanılsamalar yaşayabileceğini göstermiştir. Önemli olan “yürekteki cevahiri” soldurtmamaktır. Bunu yaptığında o yanılsamaları aşmak, yeri, zamanı ve koşulları oluştuğunda çok zor olmasa gerektir. Benim “kişisel tarihim” de bunun somut kanıtlarını sunmaktadır…
PKK tarihi ile Öcalan biyografisini iç içe yazarken başka bir şey denemek istedim. Birçok yerde “Roman tekniğini” denemek istedim. Öcalan ile ilgili birçok abartının bu denemeden de kaynaklandığını belirtmek isterim. Yani alışılageldiği gibi düz bir biyografi yazmak istemedim. Doğrudan Öcalan’ın içinde olmadığı bölüm veya alt-bölümlerde de bu tekniği kullandım. Örneğin Halil Çavgun’un Süleymanlar tarafından vurulmasından sonra Hilvan’da yaşanan korkuyu tasvir eden bir bölüm var. Burada bu anılan tekniği çok daha çarpıcı bir biçimde görmek mümkündür.
İnsanın kendi genel tarihine olduğu kadar “Bireysel tarihine” de doğru yaklaşması gerektiğine inanıyorum. Mücadele derdi olanlar, başka bir ifadeyle ideallerinin peşinde koşmayı bir yaşam gerekçesi sayanlar, bu tarihlerine her yeniden bakıştan daha da güçlenerek, kendilerini düşünsel ve ruhsal olarak tazeleyerek, yaşam dinamizmlerini daha da arttırarak çıkarlar. Öyle yapmaya çalışıyorum. Bu, benim kendime ve yaşama bakış düsturumdur!
Şubat 2009