0 0
Read Time:49 Minute, 10 Second


Mektup 2

Hüseyin’e (Sabri OK’a)

Emperyalist dünyanın tam bir “Kutsal ittifak” anlayışıyla 9 Ekim komplosunu ve 15 Şubat korsanlık hareketini gerçekleştirdiklerini biliyoruz. Bu politikada emperyalist dünya ile TC’nin politikaları tam anlamıyla örtüşüyor. Emperyalizm Kürdistan devrimini ve Başkan Apo’da temsilini bulan devrimci sosyalist çizgiyi kendi dünya sistemi ve stratejisi için çok tehlikeli buldu. Onda 21. yüzyılda kendisine alternatif bir çizgi bir model gördü. Dolayısıyla onu bitirmeyi, yok etmeyi, bunlar da olmasa devrimci çizgi ve özelliğinden arındırmayı hedeflediler. Bunu ısrarla uyguladılar. Ayrıntılara girmiyorum. Ancak şu nokta çok ilginç. Önderliği Kenya’da katletmek yerine sağ yakalayıp TC’ye teslim ettiler. Bu nokta emperyalizmin ve TC’nin planlarının özünü ele veriyor. Mutlaka üzerinde durmamız gerekiyor. Eğer katletselerdi Başkan Apo’nun kişiliği, dünya görüşü evrenselleşecek, çizgisi evrensel bir meşruiyet kazanacaktı. Bu alternatif çizgiyi öldürme politikasının ölü doğması, komplonun başarısızlığıydı. Yani yengide büyük yenilgi yaşamak anlamına gelirdi. O kolay ve kendileri için çok tehlikeli yolu seçmediler. Bunun yerine sağ yakaladılar, dünyadan mutlak anlamda tecrit ederek bir kontrgerilla adasına hapsettiler. Bu emperyalizmin ve TC’nin Başkan üzerinde uygulamak istedikleri politikanın özünü ele veriyor: Kürt halkı için efsaneleşen birleştirici, harekete geçirici, uluslaştırıcı ve ulusal önderlik düzeyini yakalayan Başkan Apo’nun bütün bu özelliklerine son vermek, sıradanlaştırmak, onun şahsında PKK’yi ve devrimi çözmek, devrimci çizgisini bitirmektir. Başkan aynı zamanda Partide ve Ulusal Kurtuluş Devriminde bir şemsiyedir. Ortadan kaldırıldığında ideolojik ve moral açıdan ortadan kaldırıldığında şemsiyesiz-çatısız kalan yapının ve birliğin dağılacağını hesaplıyorlardı ve bunu uygulamaya çalışıyorlar. Parti Önderliği, Ulusal önderlik kurumları Başkan şahsında bitirilmek ve böylece kaos, çözülme, dağılma ve tasfiye sonuçları bekleniyor… Burjuva basınına da yansıdı. “PKK, Apo’suz yaşamaya alışmadan pişmanlık yasasını çıkarmalıyız” diyorlar. Bu boş bir söz değil ve düşmanın beklentilerini çok net ortaya koyuyor. Aynı zamanda bizim de ne yapmamız gerektiğini ortaya koyuyor. Düşman çok tehlikeli oynuyor. Başkanın şahsında Parti çizgisini, partide devrimci alamda birleştirici, örgütleyici, büyütücü ve ileriye taşıyıcı ne kadar ideolojik-politik ve moral değer varsa, hepsini tasfiye etmek ve devrimi bitirmek; birebir olmuyorsa muğlâklaştırmak istiyorlar. Bunu da Başkanın şahsında yapmayı deniyorlar. Görüldüğü gibi plan korkunç ve kesin temel çizgi, değerler ve partimizin omurgasını dağıtmayı amaçlıyor. Sonuçta Başkan önderliğinde yaratılan değerleri ve ulusal mevzileri, yine Başkandan başlayarak tasfiye etmek istiyorlar.

Tam da bu noktada Başkanın tutumu önemli, yaşamsal değerde. Anlayabildiğimiz kadarıyla Başkan bu imha ve çok yönlü tasfiye planını uzlaşma tutumunu dayatarak, uzlaşma zeminini arayarak ve zorlayarak karşılamaya çalışıyor. Ortaya koyduğu tutum, yaptığı açıklamalar ve savunmaya yaklaşımı uzlaşmanın zeminini arama ve zorlama biçiminde somutlaştı. TC’nin ve emperyalizmin buna yanıtı ne olur?  Doğrudan veya dolaylı muhatap alıp en geri noktada da olsa bir çözüm zeminini geliştirmek mi? Yoksa kendi içinde bazı tavizleri de içeren bir teslimiyet mi? Bugün hakim olan hangi olasılıktır? Belli ki dayatılan kendi içinde bazı tavizleri de içeren teslimiyettir, tasfiyedir. Neden bu kez pişmanlık yasası üzerinde bu kadar duruyorlar. Bu soru üzerinde durulmaya değerdir. Örneğin pişmanlık veya ’91 yılında çıkarılan şartlı tahliye yasası ve bir kaç tane daha tamamlayıcı yasa çıkarıp “haydi siz de silahları bırakın, devrimi tasfiye edin, HADEP’te siyasetinizi yürütün” denildiğinde Başkanımızın tutumu ne olacak, Partinin tutumu ne olacak? Bunun saflarda ve halkta yaratacağı etkiler, doğuracağı sonuçlar ne olacak? İlan edilen 8 maddelik paketin ötesi var mı? Evet, bir uzlaşma-barış arayışı var. Ama bunun hangi stratejiye ve programa dayanarak olacağı belirsizdir.

En önemlisi bu uzlaşma arayışı ve uzlaşmayı zorlama tutumu, dayatılan korkunç boyutlardaki düşman politikasını durdurma, giderek çözme gücüne ve yeteneğine sahip mi? Ne kadar?

Sorular önemli. Uzlaşma arayışını anlamak mümkün. Ama bunun tehlikeli yönlerini de görmek zorunludur ve bu, gerçekten doğrudan kaderimizi ilgilendiriyor. Mutlaka bir karşı-yanıt oluşturulmayı gerektiriyor.

Yürütülen politika zemini, yöntemi, amaçları, terminolojisi çok önemli. Şuna benzetebiliriz. Uzlaşma arayışını canavarın ağzındaki bir kişinin kurtulma, canavarı sakinleştirme ve saldırganlığını dengeleme çabası olarak tanımlamak mümkün. Canavarın ağzındasın, yutmaya çalışıyor, oradan kurtulma savaşını veriyorsun. Tehlike bu kadar büyük ve yakıcı. Peki, bu çabaların canavarı yatıştırmaya, durdurmaya yeter mi?

Arkadaşlar, ’93 Ateşkes tutumunda bir devamlılık var diyorlar. Bir yönüyle doğru. Ama şimdi koşullar ve zemin çok farklılaşmıştır. Bunu görmeden nasıl böyle bir değerlendirme yapabiliriz? Dün, Roma’ya kadar özgür koşullarda siyaset yapıyordu. Terminoloji, atılan adımların anlamı çok farklıydı. Ama bugün düşmanın elindesin ve orada daha tartışmalı bir terminoloji, en alt taleplerden oluşmuş bir yaklaşım sergiliyorsun. Düşman her açıdan seni rehin tutuyor. Düşünsel ve psikolojik mekanizmaların üzerinde görülmemiş boyutlarda bir baskı ve işkence uyguluyor. Bu koşullarda bir barış arayışını sürdürüyorsun. Bunları göz ardı etmemek gerekir. Bu uzlaşma arayışı içinde sayısız tehlikeyi barındırıyor. Ortaya çıkan veriler ve ipuçları, daha bilimsel ve eleştirel bir gözle değerlendirdiğimizde, “çizgi başkalaşımına mı, kendi çizgimizden kopuşa mı gidiyoruz” sorusunu da sordurtuyor. İpuçları bu eğilimi ciddi ciddi düşünmemizi ve şimdiden ciddi önlemler geliştirmemizi dayatıyor. Bunu can alıcı buluyorum. Partinin yüz yüze bulunduğu en önemli sorunlardan birinin bu olduğunu düşünüyorum.

Uzlaşma arayışı taktik mi, stratejik mi, ideolojik-programatik bağlantıları ve çelişkileri nedir? Bu soruları da yanıtlamamız gerekir. Belki denilecek ki, çok geleneksel ve dogmatik yaklaşımın bir ürünüdür bu sorular. Ben öyle düşünmüyorum. Daha geniş bakımlı, evet. Ama eninde sonunda gelip bir ideolojik-programatik çizgiye dayanmayacak mıyız? Öyleyse uzlaşma arayışının çizgisel dayanaklarının da sağlamca açıklanması ve kurması gerekir.

Ne yapılmalı?

1) Başkanın durumunun bu açıdan bilimsel ve politik bir yaklaşımla değerlendirmek ve bu olasılığa karşı hazırlıklı olmak ve partiyi, halka da hazırlıklı kılmak gerekir.

2) Şu andaki uzlaşma arayışı, bunun zemini, terminolojisi ve sonuçlarıyla içinde sayısız tehlikeyi barındırıyor. İçinde birçok belirsizliği, soru işaretini barındırıyor. İdeolojik-politik çizgide bir başkalaşımın eğiliminin ipuçlarını da veriyor. Başkanın mesajlarına, belirlediği politikalara bu olasılıkları göz önüne getirerek ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Durum önümüzdeki süreçte daha da netleşir.

3) Başkanın şimdiye kadar yaptığı açıklamalar, partiye ilettiği talimatlar düşmanın mutlak kontrolü, bilgisi ve onayı dahilinde olmuştur. Bunun anlamı nedir? Beni en çok düşündüren ve hiç bir olumlu ve tatmin edici yanıtını bulamadığım soru budur. Düşmanın bir kıl parçasına dahi izin vermediği düşünülürse, Partiyi yönetmesine olanak sunması ve izin vermesi; bu mesaj ve talimatların partiye ulaştırmasının istenmesi düşündürücüdür. Tek bir açıklaması var: Düşman bu açıklama ve yaklaşımların parti tarafından benimsenmesini ve politik bir tutum haline getirilmesini istiyor. Eğer bu sonuç doğruysa, düşmanın partiyi bir ikilemle karşı karşıya bıraktığı ve bırakmak istediği açık. İkilem şu: İlki, Partiyi çok hakim olmadığı bir politikaya onay vermeye zorlamak; diğeri ise Başkanı yalnız bırakma ve kendi başına bir taktik çizgi yürütme. Bu Başkan ve Partinin resmi düzeyde farklı zeminlere düşmesidir. Bu, tehlikelidir. Ama hakim olmadıkları Başkanın uzlaşma arayışlarına tümden bağlanma da içinde ucu açık sayısız tehlikeyi içeren bir durma düşmek anlamına gelir. Burada Başkanın partiye gönderdiklerinin düşmanın bilgisi ve onayından geçtiğini unutmayalım. Bu nokta işin can alıcı noktasıdır. Partiye giden mesajlar düşmanın onayı ve bilgisi dışında değil. Düşman bunu istiyor. Engellemiyor. Salt İmralı’da değil, diğer aşamalarda da engelleyici bir çabası olmuyor. Neden? Bu noktada partiyi kim yönetecek, önderlik iradesini ve otoritesini kim temsil edecek sorusuna gelmiş bulunuyoruz. Bunun yanıtının basit olmadığını düşünüyorum. Şundan: Bir: Başkanın bilinen çabaları var. Bunlar içinde kontrol edilmesi güç tehlikeli olasılıkları barındırıyor. Dolayısıyla buna tümden evet demek, partiyi belirsizliklere sürükleme anlamına gelebilir. Öte yandan Başkanın bilinen girişimi, tümden reddedilirse, bu durumda Başkan düşman karşısında yalnızlaşacak. Bu da her açıdan tehlikelidir. Peki, bu ikilemin sağlam bir yanıtı yok mu? Gelişmeler biraz daha netleşene kadar bunun yanıtı var. Yanıtı şu:  Başkanın durumunu, ortaya çıkan gerçekleri, tehlikeleri ve tehlikeli olasılıkları bilmek, yaklaşımlarımızı bu değerlendirmelere oturtmak, her açıdan inisiyatifi ve yönetim gücünü elinde bulundurmak şart! Ama bununla birlikte mümkün olduğu ölçüde Başkanla paralel yürümeyi sonuna kadar zorlamak gerekiyor. Fakat bunun zorluklarını da biliyoruz. Bu biçimde kurulan denge, doğası gereği geçici ve görelidir. Bu açıdan Başkanlık Konseyi’nin aldığı karaları taktik açıdan doğru buluyorum. Eğer bu taktik yaklaşım, Başkanın durumunu ve olası tehlikelerin doğru değerlendirilmesine dayanıyorsa doğrudur ve iş görür. Yok, Başkanın özgür koşullarda bulunduğu dönemdeki gibi bir yaklaşıma dayanıyorsa bu yaklaşım ve değerlendirmenin ucu her türlü tehlikeye açık, her türlü olasılığa hazırlıksız bir yaklaşımdır. Politika duygusallıkla, gözü kapalılıkla, dogmalarla yapılamaz. Bilimsel, gerçekleri olduğu gibi kavrayan, objektif yaklaşımla politik yaklaşım üzerine kurulu politikalar sonuç alıcı olur. Bu gerçekliği sayısız kez hatırlamakta yarar var.

4) Savunma ile ilgili ortaya çıkan taslak birçok yönüyle (anlayabildiğim kadar) eksik görünüyor. Dava tarihi ve asrın davası. Düşman bir çizgiyi, bir programı, bir ideolojiyi ve bu temelde yürütülen bir savaşı mahkûm etmek istiyor. Dolayısıyla davanın özü çizginin ve savaşın haklılığı ve meşruiyetini tarih ve dünya karşısında savunmaktır. Daha doğrusu çözüm politikaları bu anılan eksen üzerine oturtulduğu ölçüde anlam kazanır. Yoksa çizgi ve savaşın haklılığına ve meşruiyetine oturmayan bir çözüm paketi ne anlama gelir? Belki de savunma böyle yapılacak, ama ulaşılan bilgilere bakılınca bu noktada belli boşlukların olduğu anlaşılıyor. Bu konuda kesin inisiyatif koymak gerekmiyor mu?

5) Arkadaşlar terminolojiyi pek önemasmiyorlar gibi. Oysa terminoloji teorilerin, ideolojilerin ve politikaların dili değil mi? Dışarıdayken Başkan kelimeleri bazen önemasmezdi. Hitap ettiği çevreyi rahatsız etmeyen bir dili yeğliyordu. Ama bugün tutsak ve her söylediği, her adımı, her mimiği çok kapsamlı ideolojik, siyasal ve psikolojik çözümlemenin konusu yapılıyor. Düşman nasıl yorumlayacak, tarihe nasıl geçecek, bizimkiler nasıl anlayacak, dışımızdakiler nasıl yorumlayacak? Ya sağ reformist eğilim ve unsurlar bu terminolojiyi kendilerini yatırma noktası yapmayacak mı? Bu anlamda terminoloji ile çizgi arasındaki doğrudan ilişkiyi göz ardı etmeden dikkatli olmak zorundayız.

6) BK da değerlendirmelerinde ve terminolojisinde dikkat etmelidir diye düşünüyorum. Örneğin 18 Nisan seçimleriyle ilgili yaptıkları değerlendirme, hiç bir yönüyle objektif değil. Özel savaş partileri ve çevrelerinin bile bu kadar “iyi niyetli”  değerlendirmeleri yok. Biz niye böyle bir değerlendirmeye gerek duyduk, anlamakta zorluk çekiyorum.

Yine aynı bildiride Türk-Kürt çatışmasından söz ediliyor. Verilen hava şu: “Eğer doğru yaklaşmazsanız Türk-Kürt savaşı çıkar.” Peki, çıkaran kim, bu belirsiz; ama sanki biz çıkaracakmışız izlenimi veriliyor. Bu tehlikelidir. Yarın düşman yapar, bizim bu açıklamalarımızdan dolayı da bize fatura edilir. O nedenle kendimizi çok iyi anlatmamız gerekir. Türk-Kürt çatışması bir tehdit olarak da anlaşılıyor. Oysa bizim böyle bir yaklaşımımız yok, olamaz. Çizgimiz ortadadır. Eylem anlayışımızı da çok net ortaya koymalıyız. Bugüne kadar yani ’84’ten bu yana buna dikkat etmedik. Bu nedenle hak etmediğimiz yanlışlarla pratiğimiz epey lekelendi. Bu noktada dar ve günlük düşünüldü. Oysa amaç ile araç arasındaki ahlaki uygunluk her zeminde gözetilseydi, yanlışlara karşı net, kesin ve ödünsüz tavır alınsaydı bu kadar zorlanır mıydık?

Bu son süreçte Mavi Çarşı eylemi oldu. Osman (Osman Öcalan kastediliyor) arkadaş “bizim anlayışımıza uygun değil” diyor, bunun ardından “saygı duyuyorum” diyerek bu tür eylemlere dolaylı onay veriyor. Bunun faturasının ne kadar ağır olduğu açıktır. O nedenle Başkanlık Konseyi’ndeki arkadaşlar her sözcüğüne bile dikkat etmek durumundadırlar. Başkan özgürken belki rahat hareket ediyorduk ama şimdi böyle hareket etmek durumunda değiliz. Ben, zorunlu olmadıkça BK’deki arkadaşların bireysel konuşmaları yerine, bir sözcülük kurumu ile açıklamalarda bulunmalarının daha iyi olacağını düşünüyorum ve öneriyorum. Bu arkadaşların her açıklaması partiyi bağladığı için sözcülük kurumu veya kolektif imzanın kullanılmasının daha iyi olacağını düşünüyorum.

 

20 Mayıs 1999

Yılmaz (M. Can YÜCE)

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6
News Reporter