0 0
Read Time:61 Minute, 38 Second

Belge: 1

BAŞKANLIK KONSEYİNE,

Arkadaşlar,

Uzun süredir size kapsamlı bir rapor yazma ihtiyacındaydım. Ama bir yandan bazı gelişmelerin biraz daha netleşmesini bekledim, bir yandan da yazacağım raporu size sağlıklı bir biçimde ulaştırma sorunumuz vardı. Avrupa üzerinden size bugüne dek en az üç tane rapor gönderdim. Ama bunların size gönderilmediğini öğrendim. Elbette bu çok büyük bir sorumsuzluktur. Ama arkadaşlarımız aynı tutum ve tarzlarından vazgeçmiş değillerdir. Bu raporumda esas olarak son gelişmelerle ilgili görüş ve önerilerimi özet olarak sunmak istiyorum.

Çok kritik ve yaşamsal bir dönemeçten geçtiğimiz bir olgudur. Devrimimiz ve Partimiz üzerinde oynanan komplo tahminlerin ötesinde kapsamlı, çok boyutlu ve girift özelliklere sahiptir. Komplonun stratejik hedefi Kürdistan devrimini ve öncüsü PKK’yi imha etmek, ezmek ve gündemden çıkarmaktır. Bu hedeflerine varmak için fiziksel imhanın yanı sıra, ideolojik-politik çizgisini özünden boşaltma ve sistem için kabul edilebilir ölçülere çekme yöntemlerini uyguluyorlar. Çok açık ki bu uluslar arası imha ve saptırma stratejisinin odağında Başkan Apo var. Bu konu çokça değerlendirilmiştir. O nedenle ayrıntılara girmek yerine komplonun güncel boyutlarını daha doğru ve sağlıklı kavramak açısından başka yönleri üzerinde durmak istiyorum.

Emperyalist dünyanın tam bir “Kutsal İttifak” anlayışlıyla 9 Ekim komplosunu ve 15 Şubat korsanlık hareketini gerçekleştirdiklerini biliyoruz. Bu politikada emperyalist dünya ile TC’nin politikaları tam anlamıyla örtüşüyor. Emperyalizm, Kürdistan devrimi ve Başkan Apo’da temsilini bulan devrimci sosyalist çizgiyi kendi dünya sistemi için çok tehlikeli buldu. Onda 21. Yüzyılda kendisine alternatif bir çizgi, bir model gördü. Dolayısıyla bir an önce bitirmeyi, yok etmeyi, bunları başaramazsa devrimci çizgiden arındırmayı hedeflediler. Bu politikalarını inatla izlediler. Ayrıntılara girmiyorum. Ancak şu nokta çok ilginç. Başkanı Kenya’da katletmek yerine, sağ yakalayıp TC’ye teslim ettiler. Bu ilginç nokta TC ve emperyalizmin planlarının özünü ele veriyor. Mutlaka üzerinde durmamız gerekiyor. Eğer katletseydiler Başkan Apo’nun kişiliği dünya çapında efsaneleşecek, çizgisi evrensel bir meşruiyet kazanacaktı. Bu, emperyalizmin alternatif çizgiyi öldürme politikasının ölü doğması anlamına gelirdi. Bu, komplonun bizim için trajik de olsa bir başarısızlığı olacaktı. Yani yengide yenilgi yaşamak anlamına gelirdi bu. Onlar bu kolay ve kendileri için tehlikeli yolu seçmediler. Bunun yerine sağ yakaladılar, dünyadan mutlak anlamda tecrit ederek bir kontrgerilla kampına kapattılar. Bu tutum, emperyalizmin ve TC’nin Başkan üzerinde uygulamak istedikleri politikayı da ele veriyor: Kürt halkı için efsaneleşen, birleştirici, harekete geçirici, uluslaştırıcı ve ulusal önderlik düzeyini kurumlaştıran Başkan Apo’nun bütün bu özelliklerine son vermek, sıradanlaştırmak, onun şahsında PKK ve devrimi çözmek, devrimci çizgisini bitirmek politikalarının özünü oluşturuyor. Başkan aynı zamanda Partide ve UKM’ de bir şemsiyedir. Ortadan kaldırıldığında şemsiyesiz-çatısız kalan yapının ve birliğin dağılacağını hesaplıyorlar ve bu nokta üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyorlar. Bu beklentileri basına da yansıdı. “PKK Apo’suz yaşamaya alışmadan pişmanlık yasasını çıkarmalıyız” diyorlar. Bu, boş bir söz değil, tersine düşmanın beklentilerini çok net olarak ortaya koyuyor. Aynı zamanda bizim de ne yapmamız gerektiğinin ipuçlarına işaret ediyor.

Düşman çok tehlikeli oynuyor. Başkanın şahsında Parti çizgisini, partide devrimci anlamda birleştirici, örgütleyici, büyütücü ve ileriye taşıyıcı ne kadar ideolojik-politik ve moral değer varsa hepsini tasfiye etmek ve devrimi bittirmek; bunlar olamıyorsa muğlaklaştırmak, süreç içinde marjinalleştirmek istiyorlar. Bunu da Başkanın kişiliği üzerinde yapmayı deniyorlar. Görüldüğü gibi plan çok korkunç ve temel çizgiyi, değerler ve partinin omurgasını dağıtmayı amaçlıyorlar. Sonuçta Başkan önderliğinde yaratılan değerleri ve ulaşılan mevzileri, yine Başkandan başlayarak tasfiye etmek istiyorlar.

Tam da bu noktada Başkanın tutumu çok önemli, yaşamsal değerde. Mahkemeden önce Başkanın tutumunu bir uzlaşma arayışı ve uzlaşma zemini zorlama olarak tanımlamaya çalıştık. Ancak bu konuda sayısız soru işareti, kaygı ve belirsizlik de vardı. Bunlar Başkanın mahkemedeki tutumu ve basına da yansıyan savunması ile büyük ölçüde netleşmiştir. Başkanın sorgudan itibaren verdiği ifadeleri, Avukatlarla yaptığı konuşma notlarını, en son mahkemeye kendi elleriyle yazdığı savunmayı sayısız kez okuduk, üzerinde durduk, anlamaya ve değerlendirmeye çalıştık. Yani süreçle ilgili hemen hemen tüm bilgilere sahip olduğumuzu belirtebilirim. Başkanlık Konseyi’nin son sürece ilişkin açıklamasını da duyduk, her bir cümlesini alamaya çalıştık.

Başkanın mahkemedeki tutumu ve sunduğu savunması hakkında ne kadar tam ve sağlıklı bilginiz var; savunmayı bütün boyutlarıyla inceleme olanağınız oldu mu, bu sorulara tam olarak yanıt verecek durumda değilim. Ancak bana öyle geliyor ki Başkanın mahkeme tutumu ve verdiği savunması hakkında yeterince inceleme ve değerlendirme olanağınız olmamıştır. Bu noktada yanılmayı elbette çok isterim. Ancak yapılan değerlendirmeyi anlamak gerçekten çok güç. Şu noktada hem fikiriz: Düşmanın saldırıları karşısında Başkan yalnız bırakılmamalı, desteklenmeli. Ama öte yandan mahkeme tutumu ve sunulan savunma ile Başkan yeni bir platform yaratmıştır. Şimdiye kadar savunduğumuz, uğruna savaştığımız, şehit düştüğümüz, hapis yattığımız, işkence gördüğümüz, sayısız bedel ödediğimiz ve acı çektiğimiz ideolojik-politik çizgi platformundan çok farklı, onun tam karşıtı bir platform. Bu platformu olduğu gibi destekleme tutumunu anlamak gerçekten mümkün değildir. Herhalde hiçbir arkadaşımız, “bugün savunulan, bizim 25 yıllık çizgimizin bir devamıdır” biçiminde bir değerlendirmede bulunmaz. Böyle bir şey yok. Dolayısıyla ortada birbirine karşıt bu iki platformdan hangisini savunacağız? Bu can alıcı bir sorudur.

Evet, bugün savunulan “uzlaşma” zemini ile 15 Şubat öncesinde savunulan uzlaşma ve barış politikaları aynı değildir. Bunu sayısız kanıtla ortaya koymak mümkün. Bugün önerilen çok farklı. Savunmada açık konuluyor. Eski ideolojik çizgimiz ve programımız yanlıştı, hayaliydi, aslında 1990’ların başından itibaren değiştirmeliydik, ama yapamadık deniliyor. İlan edilen 8 maddelik paket, yine mahkemede savunulan “silahsızlanma ve devletleriyle buluşturma” tutumu hangi çizgiye dayanıyor, bizi nereye götürecek soruları yanıtını bulmalıdır.

Hiç kuşkusuz gelişmeleri bilimsel eleştiri ve politik bakış açımızla titizlikle değerlendirmeliyiz. Derinlemesine anlamalıyız. Ayrıntı düzeyindeki sözcüklere de takılmamalıyız. Ama terminolojiye fazla takılmamalıyız biçimindeki değerlendirmeye katılmak mümkün değil. Terminoloji, teorilerin, bilimlerin, ideolojilerin, politikaların, programların dili değil mi? Birbirimizi nasıl anlayacak ve değerlendireceğiz, başkalarına kendimizi nasıl anlatacağız? Bu evrensel terminoloji dışında başka bir dilimiz var mı? Örneğin “Devletin hizmetinde çalışma” kavramı nedir? Bunun herkese göre bir anlamı olabilir mi? Bizim terminolojimizde bunun yeri var mı? Taktik yapıyoruz, çözüm arıyoruz biçiminde bir açıklama tatmin edici olabilir mi?

Başkanlık Konseyinin daha önceki açıklamalarını derinlemesine okuduk. Nedim arkadaşa yazdıklarını da inceleme olanağımız olmuştu. Sözlü konuşma notlarını aldık, getiren arkadaşla da uzun uzadıya konuştuk, anlamaya çalıştık. Ancak son açıklamalarıyla birlikte bunları değerlendirdiğimizde kafamızdaki soruları yanıtlamak yerine soruların daha da çoğaldığını, derinleştiğini belirtmek isterim. Bunları daha ilerde daha kapsamlı raporlaştırmayı düşünüyorum. Şimdi acil olduğu için daha kısaca değinme gereğini duyuyorum.

Soru ve sorun şurada: Başkanın Mahkemeye verdiği ifadeler ve savunma nasıl değerlendiriliyor? Başkan açıkça bu savunmada ortaya koyduğu çizgiyi bir konferans veya kongre ile partinin yeni çizgisi haline getirilmesini istiyor. Eskinin yanlış ve hayali olduğunu söylüyor? Yani objektif olarak “yeni” bir çizgi ile karşı karşıyayız. Yeni çizgi ile Başkanı düşman karşısında yalnız bırakmama tutumunu nasıl dengeleyeceğiz, nasıl başaracağız ve bunun zorlukları nelerdir?

Bana göre Başkanlık Konseyi, Başkanı politik olarak destekleme ile yaratılan yeni ideolojik ve programatik platformu birbirinden ayırmasını başarabilmeli, bu ikisi arasındaki ince ayırımı ustalıkla yapabilmeliydi. Bunun o kadar kolay olmadığını biliyoruz. Ama başka yolu da yok. Ama bu yapılacak yerde Başkanın sunduğu platform, “Türk ve Kürt halkları arasındaki barış ve kardeşliğin tek doğru yolu” olarak değerlendiriliyor.

Peki yapılanın özü gerçekten böyle midir? Açıkça vurgulamalıyız ki yaratılan yeni platformda biz yokuz, bize ait bir şey bulmak mümkün değildir. Ayrıntılar değil, özü ve esasları çok önemli. Öncelikle Başkanın mahkeme tutumundan söz etmek istiyorum. Kimlik tespiti yapıldıktan sonra Başkan söz aldı ve yakalandığı günden bu yana kendisine kaba baskı, işkence yapılmadığını, söz düzeyinde bir hakarete maruz kalmadığını belirtti. Devamla devlet yetkililerinin kendisine saygılı davrandığını bunun bir gereği olarak devletin hizmetinde çalışma isteğini ve kararlılığını vurguladı. En son olarak da savaşta yakınlarını yitirenlerden özür dileyen sözler etti. Bu ilk konuşmanın başka unsurları da var. Ama onlar üzerinde durmaya gerek yok. Bu ilk konuşma çok önemli bir gerçekliği ifade ediyor. Baskı ve işkence görmediğini açıklamakla bugüne kadar bu doğrultuda yapılan ve bundan sonra yapılacak çalışmaları ve mücadeleleri boşa çıkarmış olmadı mı? Bu durum TC’yi dış kamuoyunda son derece rahatlatmış olmuyor mu? Peki neden? Ne bekleniyor? Baskı ve işkence yapılmadığına dair açıklamalarını daha sonra yazılı olarak mahkemeye verdiği iki dilekçede de ifade ediyor. Belki de bu çok önemli görülmeyebilir. Ama TC’nin elini güçlendiren bir olgu olduğunu da unutmamak gerekir.

Daha da önemlisi “Devletin hizmetinde çalışma isteği ve kararlılığının” vurgulanmasıdır. Bunun devamı olarak yine ilk gün açıklamalarında “bana bir kanal açın, bir olanak sunun, dağdakileri üç ay içinde indiririm” sözleri ne anlama geliyor? Savunma başlı başına “yeni” bir ideolojik ve programatik platform niteliğindedir. 1) Savunmada bize ait hemen hemen hiçbir şey yok. “Yeni” bir ideolojik-politik bakış açısı, yeni bir program, yeni bir mücadele anlayışı ve çizgisi öneriliyor. 2) Parti ideolojisi ve programı hayali, gerçekleşmesi mümkün olmayan, 1970’li yılların ideolojik etkisinde kalan, ağır dogmatik bir ideoloji ve program olarak değerlendiriyor. 3) Yaşanan savaş gerçekliği tanımlanırken: “Kardeşler arasındaki ihmalkarlıktan kaynaklanan, çok acı bir çatışma olarak görüp kardeşçe ama realiteye, demokratik cumhuriyet çatısı altında barışa gidilmelidir” deniliyor. Savunma “yeni” bir ideolojik ve programatik çerçevedir. Buna göre: a) Sosyalizm tümden terk ediliyor. Belki de bilimsel temeli, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya olarak kalıyor. Ama bunun ideolojik ve politik bir anlamı yok. b) Terk edilen sosyalizm yerine “Demokratik Cumhuriyet” olarak tanımlanan yabancısı olmadığımız, sayısız kez eleştirdiğimiz, bu anlamda yeni olmayan bir ideolojik bakış açısı getiriliyor. c) Bunun bir sonucu olarak farklı bir çağ ve dünya değerlendirmesi yapılıyor. Artık dünyamız “Demokratik kuramın kesin zafer kazandığı” bir dünyadır. Bu dünya tahlilinden çıkan sonuç, ayak uydurmak, onunla uyumlu bir evrimi yaşamaktır. d) Kürt sorunu ise pek net olmayan bir dil ve kültür sorununa indirgeniyor. Bu kapsamda –Cumhuriyet ve Kemalizm, -Kürt tarihi ve Kürt isyanları tarihi, -TC ve Kürtler ilişkisi ve çelişkisi resmi görüşe benzer bir biçimde tahlil ediliyor ve buradan hareketle Kürt sorunu bir dil ve kültür sorunu olarak tanımlanıyor. Yine ordu, Kemalizm ve cumhuriyet konusunda bizimle ilgisi olmayan, resmi görüşlere benzer görüşler ortaya konuluyor. e) Devrimci şiddet reddediliyor. –“Yeni” bir devlet tanımı yapılıyor. –Devlet zorunu meşrulaştıran ve bu zora karşı çıkılamazlığı anlatan ifadeler var. –Partiye düzen sınırları içinde bir yasal parti olma ve düzen içi mücadele araçlarıyla kendini sınırlandıran bir çizgi öneriliyor. f) Önerilen program “demokratik cumhuriyet programıdır. Dil ve kültürel haklar verilmeli, yasal zeminde siyasal çalışmalar güvenceye alınmalı. “Üst kimlik”, “alt kimlik” “anayasal vatandaşlık” kavramları kullanılıyor. Bu noktada resmi ulus tezine benzer bir ulus anlayışı geliştiriliyor. Buna göre Kürtler Türk ulusunun alt kimlikli bir unsuru olarak ortaya konuluyor. g) Yasallaşma süreci olarak önerilenler şunlar: Demokratik cumhuriyet olarak tanımlanan TC, bazı yasal düzenlemeler yapacak olursa, af ve diğer yasal düzenlemeler yapılırsa, süreç içinde ve belli bir plana bağlı olarak PKK kendini silahlardan arındıracak ve yasal bir parti haline gelecek. (Bu daha önce açıklanan 8 maddelik pakette de açıkça ifade ediliyordu.) h) Sonuç olarak: Bu savunma ve mahkemede ortaya konulan tutuma bakıldığında şu soru aklımıza takılıyor: PKK’den geriye ne kalıyor, bir şey kalıyor mu? PKK bütün nitelikleriyle başkalaşıma uğratılmak isteniyor. Tabii bu sürecin işlemesi durumunda geriye bir şey kalırsa. En önemlisi ne değişti ki böyle köklü bir başkalaşım öneriliyor? Neden? Neden bu zeminde? Mahkemede Başkan “bu düşüncelere 70’li yıllarda varsaydım, bunların hiçbiri olmayacaktı” demiş. Peki yapılanlar boşuna mıdır? Bu sözleri nasıl anlamak gerekir? Belki de anlayışımız kıt olabilir, dogmatik yaklaşabiliriz. Dar ve yüzeysel de bakabiliriz. Ama ortada tartışmasız olgular var. Bunların bizim ideolojik-politik çizgimizle ne ilgisi var? Daha da önemlisi şu anda iki platform var. Biri Başkanın önderliğinde yaratılan çizgi ve mücadele değerleri, diğeri Başkanın mahkemeye sunduğu “yeni” ideolojik-politik çizgi platformu. Bu iki platformu bağdaştırmak, ikisini aynı çizginin farklı aşamaları olarak görmek kendi kendimizi aldatmak olur. Zaten Başkanın kendisi de “eskinin” hayali ve yanlış olduğunu çok açık vurguluyor. Bu yaşamsal önemde bir noktadır.

Size acil olarak ulaştırmak için bir olanak doğduğu için kısa tutmak zorundayım. Kısa bir süre sonra daha kapsamlı rapor yazacağım. Sonuca geliyorum. Gelinen noktada Partiyi kim yönetiyor, kim yönetecek sorusu bizim en yaşamsal sorunumuzdur. Bu sorunun yanıtının o kadar basit olmadığını düşünüyorum. Yukarda da vurguladığım gibi Başkanı düşman karşısında yalnız bırakmamak gerekir. Ama öte yandan savunduğu görüşler ve geliştirdiği tutum bizim çizgi platformu değil. Bundan sonra neyi esas alacağız, en son 6. Kongre çizgisini mi, yoksa yeni çizgiyi mi? Evet hangi çizgi bizim yönetim gerçekliğimiz olacak?

Başkanlık Konseyimizin ve Merkez Komitemizin en uygun zamanda toplanarak bu yaşamsal sorulara yanıt vermelerinin bir gereklilik olduğuna inanıyor ve bunu öneriyorum. Tarihi sorumluluğumuz çok büyük. Daha önce olduğu gibi düşünmeyi ve politika yapmayı Başkana havale etmeye kalkarsak bu kez bu vebalinin altından kalkmamız mümkün olmayacaktır. Evet, barışçı çözümden yanayız. Ama hangi zeminde, ne pahasına ve hangi çizgi temelinde? Bu soruların yanıtı verilmeden barış ve uzlaşma arayışlarının ne anlamı olabilir?

Kısaca çok kritik bir dönemeç, bu, partimizin tarihinin en büyük sorunudur. Büyük bir sorumluluk, birlik ve inançla bu dönemeci de aşacağımıza ve başaracağımıza inancım büyüktür. En içten bağlılık duygularımla devrimci selam ve saygılarımı sunuyorum.

                                                                    3 Haziran 1999

                                                                   S. ROJHILAT (C..)

Raporların altında var olan S. ROJHILAT (C..) imzası,  M. Can YÜCE’ye aittir.

————————%—————-

 

 

 


 

Belge: 2

MK VE BAŞKANLIK KONSEYİNE,

Giriş

Kaderimizi tayin eden gelişmeler yaşanıyor. Bu konuda BK’nin tutumundaki bazı unsurlar, bana kaygı verici geliyor. Açıkça görmeliyiz ki bir tasfiye planı adım adım işliyor. Plan uluslararasıdır, TC’nin eliyle uygulanıyor. Şu anda yoğunlaşma, odaklaşma noktası İmralı’dır. Hedefleri, bütün partiyi ideolojik, politik, örgütsel, askeri ve moral açıdan tasfiye etmektir. Bunlar Başkan üzerinden gerçekleştiriliyor. Planın bu kapsamı ve derinliğinin bütünüyle kavrandığı konusunda derin kaygılarım var. Komploya, Başkanın durumuna yeniden bakmakta, yeniden gözden geçirmekte, yeni bir değerlendirmeye gitmekte yarar var. Hatta bunu kaçınılmaz görüyorum. Aynı şekilde BK’nin tutumunu incelemek ve olası sonuçları değerlendirmek  bizim için yaşamsal önemdedir.

BK’nin Başkana yaklaşımı ve yaptığı değerlendirmelerde, yayınladığı bildirilerde önemli bir yanılgı içinde olduğunu düşünüyorum. Hiç kuşkusuz bu konuda yanılmayı çok isterim, bu, benim en samimi dileğimdir. Hala Başkana 15 Şubat öncesi gibi yaklaşılıyor, söylediği her söz tartışmasız kabul ediliyor ve karara dönüştürülüyor. Düşman da bu zaafımızı bildiği için oradan yükleniyor.

Aslında mahkeme tutumu ve yapılan savunma, Başkanın durumunu ve geldiği noktayı çok net ve çıplak bir biçimde ortaya koymuştur. Bu noktada ya gerçekleri olduğu gibi değerlendirip kendimizi ona göre konumlandıracağız; ya da sanal (Hayali, gerçeklerden kopuk) bir dünya yaratıp bilinmezliklere doğru sürüklenip gideceğiz. Doğrusu bilinmezlikten çok, bu, tasfiyeye doğru bir gidiştir. Ne yazık, yansıyanlara bakılırsa BK’miz objektif olarak bu ikinci yolda gidiyor izlenimini veriyor.

Başkanın bu duruma gelmesinde bizim, BK’nin sorumluluğu yok mu? Bana göre çok. Bir kez Başkana yaklaşım ve Onunla ilişkiler yeni durum ve koşulara göre belirlenmeliydi. Ama bu yapılmadı, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıldı. Hiç de bilimsel olmayan değerlendirmelere gidildi. “Başkan büyüktür, büyük politika yapıyor”, ya da “hepimizi O yarattı, şimdi de her şeyi bizim için bağlayıcıdır” gibi…

Oysa bu bilimsel olmayan, biraz duygusal ve müritlik kokan yaklaşım yerine biraz bilimsel kuşku ve eleştirel yaklaşımla yaklaşılsaydı durum daha farklı olabilirdi. Başkanın önüne daha farklı bir yaklaşım konulabilirdi, daha farklı bir doğrultuda yürütülebilirdi. Parti şimdi hızla ideolojik-politik tasfiyeye sürükleniyor, ne yazık BK buna köprü oluyor. (BK’den bir arkadaşın -Cuma arkadaşın- gönderdiği sözlü bir habere göre her şey Başkanla birlikte kararlaştırılıyor. Bu, durumu daha da vahimleştiriyor. Bundan az çok bilgimiz vardı. Ama ortada ortak bir karar alma durumundan çok, Başkanın gönderdiği tüm düşünce ve talimatların tartışmasız karara dönüştürülmesi ve parti politikası haline getirilmesi durumu var. Örneğin 8 maddelik plan, savunma taslağı ve diğerleri bu biçimde onaylanmıştır. Savunma ile ilgili BK’ye gelen taslağı olduğu gibi onaylamıştı. Sadece terminolojiye biraz dikkat edilse iyi olur, denilmişti. Ama bunun da pek önemli olmadığı eklenmişti. Dolayısıyla ortak karar almaktan çok, iletilenlerin harfiyen karara dönüştürülmesi söz konusudur.) Bu eleştirim çok ağır ve sert bulunabilir. Öyledir, ama gerçekliğimiz öyle. Başkanın mahkemeye sunduğu “savunma” bizim mahkumiyetimizi ve ideolojik-politik tasfiyemizi anlatıyor. BK ise bunu “biricik çözüm” olarak görüyor. Hatta savunmada getirilen görüşlerin ’93’ten beri dile getirilen düşünceler olduğunu söyleyen BK üyesi arkadaşlarımız da oldu. Burada somut gerçekliği bu kadar zorlamanın bir anlamı var mı? Gerçekten anlamakta zorluk çekiyoruz. Savunmanın geniş eleştirisini, bizim ideolojik-politik çizgimizle ilişki ve çelişkisini başka bir raporda ortaya koymaya çalışacağım. Hiç kuşkusuz bu, tarihsel bir sorumluluktur. Buna karşı görüş ve önerilerimi daha net ve ikirciksiz koymayı tarihi bir görev sayıyorum. On binlerce şehidin kanının bunu emrettiğini düşünüyorum. Tartışmamız gerekir. Cesaret ve büyük bir sorumlulukla tartışmamız gerekir. Sorumlu tartışmanın altını sayısız kez çiziyorum. Düşmanın oyunlarına dikkat ederek son derece sorumlu hareket etmeliyiz. Doğru tartışmanın bir koşulu da ortaya konulan görüşleri doğru anlamak, yanlış noktalara çekmemek, yanlış noktalarda boğuntuya getirmemektir. Bunu başarabileceğimize, sorumlu tartışma süreciyle yaşadığımız kritik süreci en az sıyrıklarla aşabileceğimize inanıyorum. Artık tam anlamıyla sorumluluklarımıza sahip çıkma zamanıdır. Yoksa tarihi vebalin altında kalkmamız mümkün değildir.

Gelinen noktada sorun şudur: Ya parti çizgisine ve yaratılan değerlere sahip çıkacağız; ya da “Savunma” ile ortaya konulan platformla devletin hizmetine girecek, kendi kendimizi inkar edip kendi kendimizi tasfiye edeceğiz. Başka bir değişle, Parti çizgisinde ve değerlerinde ödünsüz sonuna kadar bir direniş mi, “savunma” çizgisinde teslimiyet ve “devletin hizmetinde” tasfiye mi? İşte yaşamın dayattığı ve bizim mutlaka yanıt vermek zorunda kaldığımız katı gerçeklik, acımasız ikilem budur.

Başkan, mahkeme tutumu ve “savunması”yla “yeni” bir ideolojik-programatik çizgi dayatıyor. Bunun bir “Barış Kongresi” ile parti çizgisi haline getirilmesini öneriyor. BK, bunları tartışmasız kabul ettiğini, halklarımız için “biricik” yol olduğunu belirtiyor. Yayınladıkları tüm bildirilerde bunlar var. Geniş geniş alıntılar yapma gereğini duymuyorum. “Hayır, biz öyle düşünmüyoruz” diyorlarsa ona bir diyeceğimiz yok. Bizim isteğimiz de öyle düşünmeleridir. Ancak şu noktaya değinmeden geçmek istemiyoruz. BK’deki arkadaşlar Başkanın “savunma”sına bütünüyle katılabilirler, öyle düşünebilirler. Ama bir ideolojik çizgi ve program değişikliği, partinin tümden kimlik değişimi söz konusu olduğunda, bu konunun Kongrenin yetkisinde olduğu biliniyor. O halde bu konularda daha dikkatli bir dil, uzun vadeli elimizi kolumuzu bağlamayan bir üslup kullanmak kaçınılmaz değil mi? Bu kısa girişten sonra konuyu değişik başlıklar altında ve ayrıntılarıyla incelemeye çalışacağım. Dikkatle değerlendirileceğinden kuşku duymuyorum.

BK’NİN BAŞKANA YAKLAŞIMI VE YANILGILAR

 

BK’nin Başkana ilişkin yaptığı ilk açıklama ilke olarak doğruydu. Gerçi “açıklamaları ve sözleri bizi ve kendisini bağlamaz” açıklaması çok tekrarlandı, dozu iyi ayarlanmadı. Ama özünde bu yaklaşım doğruydu. Çünkü ortaya çıkan ilk görüntüler pek iç açıcı değildi.

Daha sonra bu doğru tutum terk edildi. Belki aynı tutum bire bir devam ettirilemezdi. Ama eleştirel ve bilimsel kuşku boyutu terk edilmemeliydi. Bunun terk edilmesi yanlıştı. Sanki 15 Şubat öncesi koşullardaymışçasına yaklaşıldı. Bu, son derece sakıncalıydı. Oysa daha o zaman bile kuşku duyulması gereken noktalar vardı. Kısaca şöyle:

Bir: Terminoloji değişmişti, sorunların ele alınışı ve çözüm önerileri değişmişti, eskiye göre önemli farklılıklar içeriyordu. Bizim sindirmemizin mümkün olmadığı yaklaşımlar ve bir terminoloji ortaya çıkmıştı.

İki: 8 maddelik bir program ortaya konulmuştu. Bu program içinde bir dizi belirsizlik taşımasına rağmen buna eleştirel yaklaşılmadı. Oysa küçük bir eleştiri ile bunun içinde önemli ölçüde tasfiye öğeleri taşıdığı rahatlıkla görülecekti. Daha sonra mahkemede okunan savunma, bu planın ideolojik-politik açılımı niteliğindedir. Ama BK, “terminolojiye fazla takılmayalım”, “Başkan sıfırdan başlayarak yeni bir açılım yapıyor” değerlendirmesini yaptı.

Üç: En önemli nokta burasıdır. Başkan görüşlerini, mesajlarını ve talimatlarını engelsiz göndermeye başladı. Bunu avukatlar aracılığı ile yaptı. Bunlar düşmanın mutlak bilgisi ve denetimi altında yapıldı. Oysa mutlak tecrit ve denetim vardı, bir kıl parçasının verilip alınmasına bile izin verilmiyordu. Ama düşman Başkanın partiyi yönetmesine izin veriyordu. Neden? Evet, bir daha soruyorum neden? TC nitelik mi değiştirmişti? Yoksa daha başka bilinmeyenler mi vardı? Bu durumun iki tane açıklaması olabilirdi. Bir: Başkan TC ile bir uzlaşma zeminini yakalamıştır, asgari bir uzlaşmaya varmıştır. Bunun bir sonucu olarak kendisine bir kanal açılmıştır. Elbette iki tarafın belli bir uzlaşma zeminini yakalamasından sonra böyle bir kanalın açılması ve işlemesi doğaldır, hatta kaçınılmazdır. Ama böyle bir uzlaşma zemininin olmadığı çok açık değil mi? Başkanı muhatap kabul eden bir anlaşmanın varlığı varsa bunu biz bilmiyoruz. Eğer böyle bir şey iddia ediliyorsa, bunun, sadece sanal bir kurgudan ibaret olduğu tartışmasızdır. Çünkü hiçbir olgu ve işaret bunu doğrulamıyor, desteklemiyor. Geriye ikinci bir açıklama kalıyor. Buna geçmeden önce bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. Başkan, BK’ye, MK’ye ve Avrupa Temsilciliğine açık mesaj ve talimatlarını kaldığı  hücrede yazıyor. Avukatlar gittiklerinde oradaki “görevliler” aracılığı ile veriyor. Avukatlar bu yazılanları yeniden yazarak dışarı çıkarıyorlar. Ya da Başkan orada avukatlara mesajlarını dikte ettiriyor. Burada tam bir denetim var, her şey devletin bilgisi dahilinde yapılıyor. İlginç bir nokta daha var. Avukatların bu mesaj ve talimatları BK ve partinin diğer ilgili organlarına iletmelerine de göz yumuyorlar, herhangi bir engellemede bulunmuyorlar. Yine  soruyorum: Neden? TC’yi ve bu konudaki titizliğini biliyoruz. Başkan Roma’dayken TV’den yaptığı konuşmalardan ne kadar rahatsız olduğunu, İtalya hükümetinin buna izin vermesini şiddetle eleştirdiğini de biliyoruz. Ama şimdi inanılmaz bir biçimde Başkanın partiyi yönetmesine izin veriyorlar. Neden? Ortada muhatap kabul etme ve bu temelde bir uzlaşma zemini olmadığına göre bunun bir açıklaması olmalıdır. Şimdi buradan ikinci noktaya geliyorum.

İki: Çok açık ki düşman Başkanın “yeni” yaklaşımlarının parti tarafından bilinmesini ve bunların parti tarafından benimsenmesini, partinin de “yeni” çizgiye alışmasını istemektedir. Zaten Başkanın BK’ye yazdığı talimatlarda bu açıkça belirtiliyor. Yeni bir ideolojik, politik ve eylemsel çizgi öneriyor, kadroların ve yapının da buna hazırlanması gerektiğini belirtiyor. Kendi talimatlarının da titizlikle uygulanmasını istiyor. Çok iyi biliyorlar ki Başkan, farklı bir çizgiye girmiştir. Başkan da bunu çok net ve açık ifade ediyor. Bunun bizim için ne anlama geldiğini biliyorlar. Bu “yeni” çizginin ve yaratacağı sonuçları da çok iyi hesaplamışlardır. Bu nedenle Başkana bilinçli bir kanal açtılar ve Başkan da o kanaldan partiyi “yeni” çizgisi doğrultusunda yönetmeye başladı. Kesinlikle düşman Başkanın “yeni” düşünce ve yaklaşımlarının partiye taşırılmasını, partinin bunları benimseyerek politika haline getirmesini istiyordu. Daha sonraki gelişmeler de bunu fazlasıyla doğrulamış bulunuyor. (Çok dikkat çekicidir, Başkan “Savunma”dan sonra da aynı tutumunu sürdürdü, avukatlar aracılığı ile savunmasının propagandasını yapmayı sürdürdü, partiyi ve bizim kamuoyunu hazırlamak için bizim basına sayısız mesaj gönderdi. Bunu yine devletin bilgisi ve denetimi altında yaptı. Başka bir değişle avukatlara verilen mesajlar devletin onayından geçerek dışarıya ulaştı. “Savunma”nın propagandası temelinde yapılan bu çalışmanın sonuçları ilerde ortaya çıkacaktır.)

İşte bu noktada BK, bu vahim durumu göremedi, bilimsel kuşkuyu, politik yaklaşımı elden bıraktı, inisiyatifi kaptırdı, kendisini köprü haline getirdi. Terminolojinin sindirilmesinde zorlanılsa da sonunda varılan sonuç, “Başkanın bir bildiği var” gibi bilimsel ve politik olmayan bir yaklaşımdır ki bu da inisiyatifi yitirmedir. Ondan sonra hep sürüklendik. Hala da öyle… Oysa inisiyatif kaptırılmasaydı Başkanın önüne başka alternatifler sürülebilirdi, en azından bu denenebilirdi. Ama eski tarz yaklaşım bunun önünde büyük bir engeldi. Eskiden de bu tarz yaklaşımla kaybediyorduk, şimdi ise kaybeden sadece biz olmayacağız, koca bir devrim ve bütün değerleridir…

Kaldı ki kuşkuyla yaklaşmak için bir çok bilgi vardı BK’nin elinde. Örneğin ilk sorgu ifadesi, savcılık ve mahkemeye verdiği ifadeler, ardından Avukatlarla yapılan görüşme tutanakları, avukatların izlenimleri, 8 maddelik öneri ve en önemlisi BK, MK ve Avrupa Temsilciliğine hitaben yazılan mesaj ve talimatlar, Başkanın içinde bulunduğu psikolojik durumu, nasıl bir çizgiye geldiği, ne yapmak istediği ve partiden beklentileri bir çok yönüyle anlamamıza yarayacak veriler ve bilgilerle doluydu. Küçük bir  eleştirel yaklaşımla durumu ve geldiği “yeni” platformu anlamak zor olmayacaktı. Soruyorum, özellikle BK’ye hitaben yazılan 6 ve 13 Mayıs 1999 tarihli talimatlara ne kadar eleştirel bir bakışla yaklaşıldı? Burada açıkça devlet için kabul edilebilir bir ideolojik, politik ve eylemsel çizgiye gelmemiz isteniyor, ideolojimizin ve programımızın tümden değiştirilmesi gerektiği belirtiliyor. Bunu aslında 1990’lı yılların hemen başında yapmamız gerektiğini anlatıyor. İçinde daha başka unsurlar da var, bu anılan metinlere yeniden bakılabilir.

Peki biz bu talimatların özünü ve bizi götürebileceği noktaları ne kadar anladık? Anlamadığımız ortadadır. Bu devlet için kabul edilebilir çizgiye gelme yaklaşımından yine keramet bekledik. Oysa onların istediği ve kabul ettiği çizgiye gelsek bile bizim hakkımızdaki kesin hükümleri ve pratiği mutlak teslimiyet, tasfiye ve ölümdür. TC’nin tarihi ve güncel Kürdistan politikasını niye anlamıyor ve kendimizi aldatıyoruz? Durum çok açık olmasına rağmen BK’den bazı arkadaşlarımız “Başkanın söyledikleri, ‘93’ten bu yana söylediklerinin bir devamıdır, daha da olgunlaştırılmış biçimidir” diyorlar. Gerçekten öyle midir? Doğru, ’93 çizgisine uzanan boyutları var. Ama unutmayalım ki, bunlar belli bir ideolojik-politik çizgiye oturuyordu. Şimdi ise dayandığı ideolojik-politik çizgi farklılaşmıştır. Bugün atılan adımların tümünde devlet için kabul edilebilirlilik esastır.

Devam ediyoruz. BK, Başkanın sorgu ve Savcılığa verdiği ifadeler üzerinde de fazla durma gereğini duymamıştır. Yanılma payımızı hep bırakıyoruz, ama bize yansıyanlardan çıkardığımız budur. Başkanın sorguda verdiği ifadeyi nasıl anlamalı ve açıklamalı? Kendisi avukatlara “önemli değil, ben onlarla sohbet ettim” demiş. Avukatlar bize böyle aktardılar. Bu açıklama tatmin edici mi? Bize tatmin edici gelmedi. Şimdi denilecek ki, “zaten bilinen şeylerdi.” Hayır, böyle bir yaklaşımın doğru olmadığını düşünüyorum. Orada sorgudasın. Bilinen veya bilinmeyen orada söylenen her sözcüğün hukuki, siyasal, örgütsel ve moral değeri ve sonuçları olacaktır. İfadelere bakılırsa sayısız ayrıntı verilmiş, HADEP’ten, MED-TV’ ye kadar… Bunu anlamak gerçekten zor. Neden? Bu tutum hangi stratejiye ve taktik tutuma oturuyor? Bu soruların doyurucu bir  açıklaması olmalı. Denilecek ki, “durum farklı.” Doğru, ama düşmanın istediği platforma gelmenin bir anlamı olabilir mi? Bu noktada mutlak tartışmasız bir yaklaşım yerine biraz bilimsel ve eleştirel yaklaşım gerekmez miydi?

Öte yandan uçakta söylenen sözlerin yeri ve zamanı mıydı? Ne amaçlandı, ne beklendi? Belki başta bunları anlamak zordu. Ama daha sonraki gelişmelerle birlikte değerlendirdiğimizde bunların tümü bir bütünlük oluşturuyor.

Başkan, 22 Mart 1999 tarihinde savcılığa yazdığı bir dilekçede, daha önce verdiği ifadesine ek olarak çeşitli konularda bilgi ve düşüncelerini sunmak istediğini belirtiyor. Burada 22 Mart tarihi çok ilginçtir, bizim açımızdan anlamı çok açıktır. Dikkat çekici bir nokta da yeniden ifade verme isteminin Başkandan gelmiş olmasıdır. Buna neden ihtiyaç duydu, nasıl bir tutum geliştirmek istiyordu sorularının yanıtı ifadenin içeriği incelendiğinde anlaşılacaktır. Başsavcılık bu dilekçeyi aldıktan sonra Bayram tatili olmasına rağmen 3 Nisan Cumartesi günü iki savcıyı İmralı’ya gönderiyor ve bunlar, Başkanın ifadesini alıyorlar. Daha sonra Başkanın doğruladığı bu ifade çok ilginçtir, Başkanın geldiği “yeni” platformu anlamamızda çok önemlidir. O nedenle biraz üzerinde durma gereğini duyuyorum. BK’nin bu ifadeyi değerlendirmemesini gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum. En azından biraz bilimsel kuşkuyla yaklaşması için önemli verilerle dolu bir ifadedir. İfade gerçekten çok ilginç ve yabancısı olmadığımız noktaları içeriyor. Kısaca özetlemek istiyorum.

Başkan, ifadesinin alınması sürecinin hem kendisi ve hem de Türkiye için çok önemli olduğunu belirttikten sonra şu ilginç değerlendirmede bulunuyor. “Ben sorgulanırken kendi kendimi de sorguladım. Benim sağ-sol çatışması içinde klasik bir solcu kabul edilmem, ya da klasik bir Kürtçü kabul edilmem doğru değildir.” Bu ifadede dikkat çekici olan ulaştığı “yeni” değerlendirmelere sorgu aşamasında kendi kendisini de sorgulayarak ulaşmasıdır. Mümkündür, ama neden sorgu aşamasında? Bu, bir çok soruyu birlikte getirmiyor mu? Başka durumları çağrıştırmaz mı, en azından düşmanda kimi olasılıkları çağrıştırmaz mı?

Ulaşılan değerlendirmeler devletin kabul edebileceği değerlendirmelerdir. Kemalizm’e ve Kemalist devletin Kürt isyanlarını bastırma durumuna yeni bir yaklaşım ve değerlendirme getiriyor. Bunları daha sonra “Savunma”da daha ayrıntılı bir biçimde açıyor. Bizim açımızdan en önemli nokta programla ilgili söylenenlerdir. Savcılığa verdiği ifadede “değişen olaylar ve zaman(ın) bu programın hayali olduğunu gösterdi”ğini belirtiyor. Size yazdığı talimatlarda ise programın 1990’ların başında “PKK 70’ler ideolojisi, programı ve eylemiyle tarihi rolünü oynadı deyip, ondan sonraki aşamaya hazırlanabilmeliydik” (6.5.1999 tarihli talimattan) biçiminde bir değerlendirmede bulunuyor. Bu iki ifade arasında önemli bir fark var. Biri tarihi rolünü oynayan bir çizgi ve programın aşılması, diğeri zamanla hayali olduğu anlaşılan bir programdan söz ediliyor. Ama ortak olan nokta ise bu programın bugün artık terk edilmesi gerektiğidir. Savcılığa verilen ifadede kullandığı “PKK programının politik ve siyasi bir değerinin olmadığını anladım” sözleri hepimizi derinden yaralamıştır. Bu, kendini, bu uğurda verilen şehitleri, çekilen acıları, yaratılan değerleri ve emekleri bir çırpıda inkar etme anlamına gelmiyor mu? Bir hayal peşinden mi koşmuştuk, politik anlamı olmayan amaç ve hedefler peşinden mi sürüklenmiştik? Elbette bu tür değerlendirmeleri kabul etmek mümkün değildir. Aynı ifadede Kürtlerin mevcut sistem içinde siyasal hakları olduğunu, 1990’lardan sonra kültürel haklarının da geliştiğini belirtiyor. İfadenin ilerleyen bölümlerinde ise şunları belirtiyor: “1993’ten beri PKK’yi şiddet kullanan örgüt olmaktan çıkarıp siyasi alanda faaliyet gösteren bir örgüt haline getirmek için çaba sarf ettim. Benim PKK üzerinde otoritem vardır. Ayrıca halk da beni çok tutmaktadır. Bana imkan verilirse PKK’yi yasal çerçeveye çekerim. Devlet imkan verirse, silahlı çatışmaları sona erdiririm.” Devletten istenen imkan nedir? Bunu 8 maddelik paketten, “savunma”da dile getirilen görüşlerden çıkarmak mümkündür. Bu ifadede konulan görüşler daha sonra “savunma”da açılacak ideolojik-programatik çizginin taslağı niteliğindedir. Bu nedenle önemlidir. Önceden görülmesi ve tedbir alınması açısından önemlidir. Ama bu yapılmamış, tersine bu kadar açık konulmasına rağmen bunlara köprü olunmuştur.

Elbette getirilen “yeni” görüşler, bir taktik yaklaşım olmadığı için, tümüyle o güne kadar getirilen ve uğruna mücadele edilen, PKK’nin varlık koşulu olan çizginin inkarı ve reddi olduğu için üzerinde ciddiyetle durulmalıydı. Peki sömürge Kürdistan tezi ile “Kürdistan’ı coğrafi olarak aldım” yaklaşımını bağdaştırmak nasıl mümkündür? Yine Kürt ulusu gerçekliği ile “Kürtler, Türk ulusal bütünlüğü içerisindedir. Ancak, ayrı kültür ve dili olan bir unsurdur” değerlendirmesini bağdaştırmak mümkün mü? Bu iki cümlelik ifadelere fazla kafa takmamak gerekir biçiminde bir değerlendirme yapılabilir. Ama ben katılmıyorum. Unutulmasın ki, PKK, “Kürdistan sömürgedir” teziyle ortaya çıktı ve büyüdü. Şimdi ise bu tez reddediliyor, onun yerine “Türk ulusal bütünlüğü içinde ayrı dili ve kültürü olan bir unsur” tezi getiriliyor. Peki, ne değişti? Kürt halk gerçeğine ne oldu, hangi süreçten geçerek Türk ulusal bütünlüğünün bir parçası haline geldi? Bu sorular önemli, çünkü üzerinde hareket ettiğimiz halk gerçeğinin tanımı, bizim ideolojik-politik çizgimizin esaslarından biri konumundadır.

İfadenin son bölümünde ise Başkan tutumunu çok net olarak koyuyor: “Yukarda açıklamaya çalıştığım hususlar benim samimi duygularımdır. Amacım ülkemizi ve devletimizi daha da güçlendirmek ve yardımcı olmaktır. Kişisel hiçbir beklentim yoktur. Şimdilik söyleyeceklerim bundan ibarettir. Gerektiğinde düşüncelerimi yazılı olarak da Başsavcılığınıza ve mahkemenize sınacağım.” Bir devrim ve ulusal kurtuluş önderliğinin, tarihten silinmek istenen bir ulusun ayağa kalkışında ve yeniden yaratılması mücadelesinde önderlik etmiş, ulusal önderlik kurumunu kendi kişiliğinde kurumlaştırmış bir kişiliğin, amacını, kendi düşmanı devleti daha da güçlendirmek, ona yardımcı olmak olarak koyabilir mi? Koyarsa bu, nasıl değerlendirilmelidir? Devrim Önderliği ile düşmanını “devletimiz” olarak görüp onu daha da güçlendirmek ve ona yardımcı olmak rolünü bağdaştırmak mümkün mü? Ne teorik, ne siyasal, ne tarihsel, ne sosyolojik, ne de ahlaki olarak devletle devrimi, TC ile Kürdistan devrimini aynı kişilikte bileştirmek mümkün değildir.

Ama BK, bu gerçekliği görecek yerde “terminolojiye takılmayalım, özünü yakalayalım” dedi, yapılanları en zor ve sınırlı koşullarda “siyasal açılım” olarak değerlendirdi. Özü çok açıktı: Amaç, “ülkemizi ve devletimizi daha da güçlendirmek ve yardımcı olmak”tı. Bunun “büyük politika”yla ne ilgisi vardır? Kendimize ait hiçbir şey geride bırakmıyoruz, inkar ve ret yoluna gidiyoruz. Bunun adı da “büyük politika oluyor.” Peki, gerçeklik böyle olmadığına göre niye kendi kendimizi kandırıyoruz?

Kısacası şunları anlatmaya çalışıyorum. 31 Mayıs duruşmalarında ortaya çıkan tablo önceden biliniyordu, bunu kestirmek zor değildi. Kestirmenin ötesinde her şey çok açıktı. Buna müdahale edilmeliydi. Eğer müdahale edilmediyse bunun iki nedeni olabilir. Bir: Durumu tam olarak ve sonuçlarıyla kavramamak, Başkanı 15 Şubat öncesi gibi algılayıp inisiyatifi yitirmek. İki: Bütün gelişmeleri tam olarak kavrayarak Başkanın “yeni” görüşlerine ve tutumuna olduğu gibi katılmak ve bu doğrultuda mücadele etmek. Bilemiyorum. Kesin bir yargı belirtmiyorum. Bilemediğim ve kestiremediğim başka olasılıklar da olabilir. O nedenle yargı belirtmiyorum. Ama birinci olasılıkta kavrayışsızlığın yol açtığı çizgi dışı bir durumun, ikinci olasılıkta ise program ve tüzük dışı ve karşıtı bir olgunun ortaya çıktığı anlaşılıyor.

Peki, ne yapılmalıydı. Bu konuda da birkaç olasılıktan söz edilebilir.

Savunmadan önce Başkanın nasıl bir savunma yapacağı anlaşılmıştı. Kendisi de nasıl bir savunma yapacağını, savunmanın taslağını BK’ye göndererek ortaya koymuştu. Bu noktada sorun enine boyuna tartışılmalı ve değerlendirilmeliydi. Aslında savunmanın içeriği ve siyasal anlamı büyük ölçüde açığa çıkmıştı. Şu soru netleşmişti: Partiyi kim yönetecek, daha da önemlisi hangi çizgi temelinde? Sorun taktik sorun, eylem biçimleri sorunu değildi. Sorun programatik ve ideolojikti, kaderimizi ve geleceğimizi belirleyen bir sorundu. O nedenle BK’nin tutumu yaşamsal önemdeydi. Bir önceki raporumda dile getirdiğim gibi Başkanın geliştirdiği “yeni” çizgiyi ve anlamını kavrama ile düşman karşısında yalnız bırakmama tutumu arasında denge kurma, bu iki yönü dengeleme sorunu vardı. Ama bu yapılacak yerde BK, tamamen kendisini Başkandan gelen mesaj ve talimatlara endeksledi, eleştirel ve ihtiyatlı yaklaşımı gösteremedi. Mahkemenin açılmasından sonra BK’nin bu tutumu ve durumu daha da netleşti.

Mahkeme açıldıktan, Başkanın savunması netleştikten sonra bir çok belirsizlik de açığa çıkmıştı. Bu noktadan sonra BK’nin ve onun adına konuşan arkadaşların tutumu çok şaşırtıcı geldi bana. Özellikle Osman arkadaşın tv’de yaptığı konuşma önemlidir. 15 Şubattan hemen sonra da bu arkadaşın yaptığı konuşmalar kendi içinde bir çok yanlış öğeyi taşıyordu. Örneğin “barış dilencisi olmayacağız” sözü ne anlama geliyor, çok radikal görünmesine rağmen içinde önemli bir zaafı taşımıyor mu? İstanbul Mavi Çarşı’da yanlış bir eylem olmuş, arkadaş bu olay karşısında eylem anlayışımızı koyup net bir mesaj verecek yerde, bizim eylem anlayışımız olmadığını ve bununla birlikte saygı duyduğunu belirten bir konuşma yapmıştı. Bunlar önemlidir. Daha da önemlisi tv’de yapılan son konuşmadır. Bu konuşma her açıdan bir talihsizlik anlamına geliyor. Mahkemenin 59. Maddeyi uygulamasını ısrarla istemesi ne anlama geliyor? Biz zindanda yaşayanlar hiç birimiz bu maddeyi istemediğimiz gibi hiçbir zaman da kendimize yakıştırmadık. Kimi arkadaşlar espri konusu yaptıkları zaman bile tepkilere neden oluyordu. Ama şimdi BK üyesi bir arkadaşımız ısrarla 59’un uygulamasını istiyor, bunun siyasal ve moral sonuç ve etkilerini hiç düşünmeden bunu yapıyor. Bunu sadece küçük bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Konuşmanın diğer unsurları daha vahim. İki yönü var. Biri açıklamanın bir yönü, gerçeği yansıtmıyor. Diğer yönü ise yetkisini aşan bir nitelikte. Dolayısıyla daha dikkatli bir dil kullanmak parti saygınlığımız açısından zorunludur. Kendisine parti çizgisinin değişip değişmediği yönünde sorulan soruya karşılık Osman arkadaş, basa basa değiştiğini söyledi. 1978’de yazılan Manifestonun 1990’ların başına kadar işlevini görüp tamamladığını, bundan sonra PKK’nin yeni Manifestosunun Başkanın mahkemeye sunduğu savunma olduğunu belirtti. 1978 Manifestosunun esas işlevinin inkar edilen Kürt sorununu açığa çıkarmak ve kabul ettirmek olduğunu, bunun da büyük ölçüde başarıldığını söyledi. Peki, bizim manifesto ve programımızın esas işlevi bu muydu? Hani asgari ve azami hedefler? Hani bağımsızlık ve sosyalizm programları? Bunlar yok muydu? 5. Kongrede kabul edilen Program ve Tüzükte her şey açık konulmuyor mu? Manifestomuzun esas işlevi salt inkar edilen Kürt gerçeğini açığa çıkarma ve kabul ettirme noktalarına indirgenmeyeceğine göre gerçekliği neden eğip bükme gereğini görüyoruz, bu, tüm partilileri ve ilgili bütün çevreleri kandırma anlamına gelmiyor mu? Neden bunu yapma gereğini duyuyoruz? Örneğin Başkan programımızın hayalci ve yanlış olduğunu ve değiştirilmesi gerektiğini söylüyor. Ama Osman arkadaş Manifestoyu yanlış yorumlama ve yansıtma gereğini duyuyor. Neden? Bu, belki de günü kurtarabilir (onu bile yapması mümkün değil ya) ama bizim saygınlığımıza darbe vuracağı çok açıktır. Daha önemli bir nokta var. Arkadaş Savunmada dile getirilen görüşlerin bundan sonra partinin çizgisi olduğunu ilan ediyor. Savunmanın yeni “Manifesto”muz olduğunu altını kalın çizgilerle çizerek vurguluyor. Arkadaşın kendisi öyle düşünebilir. Ancak bir program ve bir çizgiyi değiştirmenin nasıl olacağı ve buna kimin yetkili olduğu Tüzükte açıkça ve hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde yazılıyor. Böyle bir şeye sadece tek bir organ yetkilidir. O da Kongreden başkası değildir. Başkan bile savunmasında belirttiği görüşlerin bir Kongre ile parti çizgisi haline getirilmesini söylüyor. Peki Osman arkadaş yetkisi olmadığı halde bütün partililere ve dünyaya neden böyle bir açıklama yapma gereğini duyuyor? Her şeyimizi verdiğimiz, on binlerce şehidimizin uğruna her şeyini ortaya koyduğu çizgimizin, programımızın bir arkadaşın böyle bir açıklamasıyla bir kenara atıldığı söylenirse burada ciddiyet aramak mümkün mü? Gerçekten BK de böyle mi düşünüyor? Bu kadar basit mi? Anlamak güç. Bunun tarihsel, siyasal ve moral sorumluluğu altından kalkmanın o kadar kolay olmadığını vurgulamak isterim. En başta BK’miz ve onun üyeleri sorumlu davranmak, söyledikleri sözlerin nereye vardığını, ne anlama geldiğini önceden sayısız kez hesaplamak durumundadırlar. Osman arkadaşın konuşması bir kez daha dinlensin.

 Savunma ve Başkanın mahkeme tutumu hakkında ilerde daha geniş değerlendirmelerde bulanacağım. Ancak bu bölümde çok önemli gördüğüm birkaç noktayı kısaca vurgulamak istiyorum. Hiç kuşkusuz savunmaya birazcık eleştirel ve bilimsel bir gözle bakıldığında, her açıdan bizim inkarımız, reddimiz ve mahkumiyetimizden başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Devlete hizmet etme isteği ve kararlılığı nedir? Bunun her taraftaki ve herkes için, yani evrensel anlamı nedir? Peki her şey bu kadar açık olmasına rağmen takınılan tavrı nasıl tanımlamak gerekir? Son savunmada da her şey çok açık konuluyor. 25 yıllık mücadele değerleri ve emeğin, sonuçta bir af ve bazı kültürel kırıntılara takas edilmesi öneriliyor. Bizim tasfiyemizin karşılığı bu kadar.

Devlete PKK’nin bir tehlike olmaktan çıkarılıp devlete bağlanması için sayısız kanıt ileri sürülüyor. Buna karşılık ise istenen basit ve bugüne dek sayısız kez reddettiğimiz kırıntılardır. Bu o kadar açık ve tartışmasız konuluyor ki, anlamamakta ayak diretmenin hiçbir açıklaması yoktur. Kürt sorununun “çözümü” sıradan bir af ve kültürel kırıntılar sorununa indirgediği için “Demokratik cumhuriyet”, “Demokratik birlik”, “barış, kardeşlik ve özgürlük” sözleri içi boş sözcükler olarak kalıyor. Daha doğrusu inkar ve reddimizin teorize edilmesi işlevinden başka bir anlama gelmiyorlar.

Örneğin son savunmasında, “Karşılığında fazla bir taviz söz konusu değildir. Bazı yasal düzenlemelerle demokratik yolları bütünleşme ve dönüşme için açık bırakmaktır. Devletin bu siyasi duyarlığı göstermesi  her halde bu kadar olup-bitenden sonra anlaşılır ve uygulanır olmalıdır. Bu temelde PKK’nin olumlu karşılık vermesi zor olmayacaktır,” diyor.

Son savunmasının başka bir yerinde ise, “2- PKK’nin askeri sorun olmaktan çıkması, Kürt sorununun siyasal yolunu açacak ve beraberinde siyasi sorun olmaktan çıkması da gelecektir. Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilecektir. Devletle demokratik bütünleşme yolu açıldıkça devlete karşıt konum aşılacaktır. Yasal sürecin gerekleri demokratik tarz açık tutuldukça PKK’nin tüm iç ve dış merkezleri, kurumları anlamsız hale gelecek, tehlike olmaktan çıkacaktır. Bu da gerçekten devlet açısından kendini aşırı kilitlenmeden kurtaracak, maddi manevi güç kaybını önleyecektir,” biçiminde değerlendirmede bulunuyor.

Başka bir yerde ise yine net belirtiyor: “Karşılığında, artık dünyanın her tarafından verilen ve verilmesi kaçınılmaz olan, bir taviz olarak da görülemeyecek olan, doğal demokratik ve kültürel haklardır. Kolay ve en masrafsız çözüm derken bunu kastediyorum.”

Son savunmasının başka bir yerinde çözümden ne anladığını biraz daha net ortaya koyuyor. “Demokratik ve kültürel kimlik iyi anlaşılmalıdır. Siyasi kimlikten farklıdır. Daha çok devletle özgür yurttaş ve özgür toplum temelinde demokratik birliği ifade eder. Kültürel kimlik tarihten gelen varlığına sahiplenmeyi ifade eder.”

Yine savunmanın son bölümünde yaptığı bazı alıntılar ve bunlara ilişkin yaptığı değerlendirmeler, istenilen çözümün ne anlamına geldiğini çok net olarak ortaya koyuyor. O paragrafı da buraya almak istiyorum.

Bundan sonra yaşamımda yapabileceğim güçlü ve bağlı halkla birlikte yeni barış ve kardeşlik sürecini yaratmaktır. Demokratik Cumhuriyete kararlılık sözünü bu temelde değerlendirmek, tarihi önem taşır. Fırsat buldukça gereklerini şüphesiz yerine getireceğim. Sözümde samimiyet pratiğimle ancak kanıtlanarak kendini gösterecektir. Bu temelde devletin duyarlılığı şüphesiz belirleyici önem taşır.

Yargılamanın ilk günden sonra Emniyet Genel Müdürlüğü, Terör ve İstihbarat Dairesinin konuya ilişkin açıklamasını önemli buluyorum. Aynen almakta yarar görüyorum: Cumhuriyet gazetesi 2 Haziran 1999. ‘Güneydoğu Sorununun çözülmesi için bir takım adımların atılması PKK’ye taviz anlamına gelmez. Buna kamuoyunu hazırlamak gerekir. Bunda medyaya büyük görevler düşüyor. Devlet eğer olumlu adım atar ve olaylar yüzde 50 azalırsa bile bu çok büyük bir gelişmedir…. Devlet soruna intikamcı ve feodal duygularla değil bilimsel yaklaşır. Soruna köklü bir çözüm yolu açıksa inatlaşmaya gitmez, bu davadan çıkarılacak sonuçlara göre, devlet de bir takım demokratik ve kültürel adımlar atıp, bu işe artık son verecektir. Türk halkının terörle yaşamaya daha fazla dayanacak hali kalmamıştır.’

Gerçek devletin olgun ve duyarlı yaklaşımının seçkin bir örneği ile karşı karşıyayız.”

Bizim köklü tasfiyemizi devletin en yetkili organlarına öneren polis örgütünün ilgili bir birimin bu planı, Başkan tarafından “seçkin bir örnek” olarak değerlendiriliyor. Burada “çözüm” konusundaki örtüşme ilginç değil mi? Böyle  bir övgülü yaklaşım, “Demokratik birlik”, “Özgürlük” ve diğer kavramların hiçbir siyasal pratik değerinin olmadığını tartışmaya yer  bırakmayacak kadar kanıtlamıyor mu?

Her şey çok açık değil mi?

Aslında bütün ayrıntılar ve öğeler birbirini tamamlıyor. Örneğin özür dileme olayı es geçildi, daha doğrusu “büyüklük” olarak değerlendirildi. Gerçekten öyle mi? Bütünden koparıldığında bir ölçüde öğle değerlendirilebilir. Ancak gerçeklik öyle değildir. Bu tutumu bütünlüğünden koparmadan değerlendirmek durumundayız. Özür, işlenen bir hatanın, kabahatin kabulüdür. Bu tutumda hata olarak kabul edilen savaşta yaşanan şu veya bu hata değil, savaşın tümüdür. “Şehit aileleri” kavramı nedir? Şehitlik, kutsal bir dava uğruna yaşamını yitirmedir. Bütün ideoloji ve dinlerde böyledir. Burada savaşta ölen askerleri “şehit” ilan ettin mi onu bir dava savaşçısı kabul etmek, kendi davanı ise mahkum etmek durumundasın. Bir savaşta aynı anda iki tarafın ikisi de haklı olamaz. Bir tarafın ölülerini “şehit” ilan ettin mi, kaçınılmaz olarak diğer tarafı haksız savaş yürütücüsü olarak değerlendirmek zorundasın. Bu, nesnel bir sonuçtur. Bu gerçekliği görmek gerekir. Bu, sergilenen tutumun küçük bir ayrıntısı. Savunma boyunca verilen ifadeler, resmi tezleri ve politikayı doğrulamaya dönük değil mi? Bunlar devlete hizmet etmenin somut pratikleri olmadı mı?

Uluslar arası komplonun esas unsurları, bunu gerçekleştiren güçler neden açıklanmadı? ABD, İsrail ve TC, bu güçler, komplonun esas unsurları değil mi, peki neden bunlardan tek bir sözcük dahi söz edilmedi? Başta Yunanistan olmak üzere diğer devletler üzerine bu kadar gitmenin anlamı neydi, hangi politik yaklaşıma oturuyordu, bunun gelecekteki olası sonuçları nelerdir? Mahkeme boyunca bu kadar ayrıntılı ifade vermenin, sorgudaki ifadeleri bu kadar ayrıntılı tekrarlamanın bir anlamı var mıydı? Bununla ne yapılmak, ne kanıtlanmak isteniyordu? Bunlar gerçekten ilk konuşmada ifade edildiği gibi devlete hizmet etmenin bir gereği midir? Yoksa bütün bu yapılanlar rastlantı mıydı, bir şeyleri kurtarmaya dönük bir tavır mıydı? Peki kurtarılmak istenen neydi? İdeolojimiz, programımız gidiyor, o güne dek yaratılan değerlerin en sıradan savunması yapılmıyor, ama resmi çizgi ve politikayı doğrulayan, savunan bir mahkeme çizgisi ve pratiği izleniyor? Bununla istenilen çözüm nedir, kurtarılmak istenen nedir? Gerçekten bu kadar açıklama, ifade ve resmi çizgiyi doğrulayan ve savunan tutumdan sonra bizden geriye ne kalıyor? Son savunmadaki ortaya konulan tutum ile her şeyimiz tasfiye edilip devletle bütünleştirilmek istenmiyor mu? Yine son savunmada kendisinin geçirdiği değişim dönüşümün savcılıkça samimi bulunmaması tutumu üzerinde bu kadar durulması, samimiyetin kanıtlanmaya çalışılmasını nasıl açıklamak gerekir? Sorular çoğaltabilir, ama yazarken bile sınırsız acı veren bu soruları sormanın ve gerçekliği bütün derinliği ile bilince çıkarmanın, karşı karşıya bulunduğumuz bu vahim tehlikeyi kavramanın kaçınılmazlığı da ortadadır.

Bugün Başkanın durumunu ve konumunu bilimsel ve soğukkanlı bir biçimde değerlendirmek zorundayız. Gelinen noktada 25 yıllık parti çizgisi ve mücadelesinin dışında bir yerdedir. Aslında parti şu anda bir ikilem ve çıkmazla karşı karşıyadır. Bu durumda Başkanı her açıdan desteklemek, yarattığı “yeni” zemine kaymak ciddi bir sorundur; bu, partiyi hızla tasfiyeye götürür. Ama politik olarak düşman karşısında yalnız bırakmanın da tarihsel, siyasal ve ahlaki sorumluluğu var. Siyasal açıdan yanlış olur, olumsuz sonuçları olur. İşte tam da çıkmaz dediğim durum budur.

Ama BK’nin böyle değerlendirmediği anlaşılıyor. Yansıyanlara bakılırsa bütünüyle kendisini Başkanın geliştirdiği zemine bağlamış, başka konularda da var olan ciddi tehlike ve kaymayı teorileştirme çabasını sergiliyor izlenimini veriyor. Daha önceki raporumda da belirttiğim gibi partiyi kim yönetiyor ve hangi çizgi temelinde? Kendimizin inkarı ve köklü bir reddinden başka bir anlamı olmayan “yeni” çizgiyi mi, yoksa en son 6. Kongrede onaylanan 25 yıllık çizgiyi mi esas alacağız? Bu sorulara zaman yitirmeden yanıt vermek durumundayız. Elbette bunun yanıtını her partili ve her parti organı vermek, en üst düzeyde de kararlaştırmak durumundadır.

Şimdi yapılan şudur: Savunma harıl harıl yayınlanıyor; bu, bir destektir. En önemlisi parti ve halk gerçeklerden kopartılıp sanal bir ortama çekiliyor. Unutmayalım ki yarın, bugün yapılanları telafi etmenin olanağı olmayabilir. Bu sanal sürecin sonuçları topyekün tasfiyedir. Önümüzde iki yol var. Biri, “Savunma” çizgisi doğrultusunda partiyi yönetmek ve gelişmeleri yönlendirmek. Bu, ne Başkanı ne de Partiyi kurtarır. Tersine çıkmazı derinleştirir. Bu, her açıdan kendini bağlamak, hareket inisiyatifini tümden yitirmektir. İkinci yol ise şu: Bu çok kolay ve risksiz değildir. Ama en az zarar ve tahribatla kurtulmanın yolu budur diye düşünüyorum. Politik ve taktik olarak Başkanı desteklemeliyiz, ama mahkeme boyunca ortaya koyduğu ideolojik-politik çizgiyi kesin reddetmeliyiz. Bu iki yön arasında dengeyi korumak ve her zaman sürdürmek zordur. Bu nedenle bu dengeli tutum, doğası gereği geçici ve göreli olmak durumundadır. Ama öyle de olsa bu ikili yön arasındaki dengeli tutumu götürülebildiği kadar götürmeliyiz. Bu  iki yön arasındaki denge şöyle formüle edilebilir: “Biz Başkanımızın barış girişimlerini destekliyoruz. Savunmasında dile getirdiği görüşler ise ancak kongremizin kararlaştırabileceği görüşlerdir. O nedenle bunların tartışılmasını kongre platformumuza bırakıyoruz.” Böyle bir açıklama partinin hareket özgürlüğünü epey genişletirdi, ancak bu olanak da büyük ölçüde ortadan kaldırılmış bulunuyor, Osman arkadaşın açıklamaları hareket yeteneğimizi alabildiğine daraltmıştır. Bu konuşma bir biçimiyle düzeltilerek yeniden inisiyatif kazanılabilir.

BK’nin yayınladığı bildiriler ve yaptığı kimi değerlendirmeler hakkında da birkaç söz söyleme gereğini duyuyorum.

 

 

2- BK’NİN DİĞER KONULARDA YAPTIĞI AÇIKLAMALARA İLİŞKİN ÖZET GÖRÜŞLER.

BK’nin kimi zamanlarda yaptığı açıklamalar yanlış öğeler içeriyor, yanlış anlamalara neden oluyor. Kimi değerlendirmeler ise sanki “yeni” bir politik yönelimin ipuçları niteliğinde görülüyor. Örneğin Abbas arkadaşın şu sözleri ilginç ve düşündürücüdür. "Önderlik gerçeğimizin içinde bulunduğu durum nedeniyle düşmanın içine girmiş durumdayız. Bu anlamda yaklaşımlarımız değişiklikler arz ediyor. Etmek durumunda. Süreç değişiyor ve biz çözüm arıyoruz. O nedenle geçmişteki gibi davranışlar gösteremeyiz. Çözüm değil de mücadeleyi geliştirmek istediğimiz dönemin sloganlarıyla, mücadele biçimleriyle bu dönemi götüremeyiz. Bu dönem çözüm dönemi. Çözüm de; 15 Şubat öncesi farklıydı çözüm arayışımız, 15 Şubattan sonra biraz farklılık arz etmiştir. Düşmanla farklı bir diyalogu, zemini ararken, uluslararası güçler bizi böyle bir duruma sürüklediler. Hakimdirler. Bu anlamda çözümü bizim de bu gerçeği görme temelinde aramamız gerekli. Sistemin içine girmiş olarak, sıfırdan başlayarak yeniden çözüm adım adım ulusal, kültürel sorunumuzu çözüp, adım adım geliştirmemiz bizim için bir zorunluluk oldu. Bunu da herkesin iyi görmesi, anlaması önemli."

Bu değerlendirmede üzerinde durulacak bir çok nokta var. “Mücadele dönemi”, “çözüm dönemi” gibi ayrımlar yapaydır ve kimi pratik, taktik yaklaşımları teorileştirmeye eğilimli ayrımlardır. Bu, kendi içinde farklı eğilimlere açık kapı bırakan bir ayrımdır. Daha da önemlisi “uluslararası güçler bizi böyle bir duruma sürüklediler. Hakimdirler. Bu anlamda çözümü bizim de bu gerçeği görme temelinde aramamız gerekli” sözlerinde ifadesini bulan yaklaşımdır. Burada “Hakimdirler” sözü biraz gerçekliğe boyun eğme izlenimini veriyor, böyle bir zorunluluğu ima ediyor gibi. Ardından gelen “Sistemin içine girmiş olarak” sözü bu anılan imayı daha da kuvvetlendiriyor. Yani bu değerlendirmeden çıkan sonuç şu: Uluslar arası güçler hakimdirler, güçlüdürler, biz de bu gerçeği kabul ederek çözümü sistem içinde aramalıyız. Bu yaklaşımın ideolojik-politik anlamını ve sonuçlarını genişçe tartışmanın şu anda yeri olmadığını, ama bizi götüreceği noktanın bugüne kadar karşı mücadele ettiğimiz düzen içi, sistem için kabul edilebilir bir nokta olduğunu, bunun da tehlikeli bir yaklaşım olduğunu belirtmek durumundayım. Bazı pratiklerin teorileştirilmesi eğilimini görüyorum, bunun bir çizgi durumuna gelmesi durumunda ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Şimdi uluslar arası dengeleri gözetmek, bunları hesaba katmak başka bir şeydir, ama “güçlüdürler”, “hakimdirler” gibi boyun eğme zorunluluğunu çağrıştıran bir değerlendirme içine girmek ve bazı geri adımları teorileştirmek başka bir şeydir. Evet, güçlüdürler, ama bunu bugün mü yakaladılar? Güç ilişkilerini elbette görelim, ama bunlara boyun eğmeyi çağrıştıran, emperyalizm kavramını bulanıklaştıran ifadelerden de kaçınalım. Güç ilişkilerini görelim, ama kendi bağımsız ideolojik-politik çizgimizden de ödün vermeyelim. Bu konuda sosyalizm tarihini, sosyalist partiler tarihini unutmayalım. KDP ve YNK, kendi sistem içi çizgilerini gerekçelendirirlerken ileri sürdükleri tezler nelerdir? Güçlü ve mutlak dış güçler teorisi, onların işbirlikçi çizgilerinin özünü oluşturmuyor mu?

Kısacası bu konuşmada emperyalizmi, Yeni Dünya Düzenini mutlak egemen gören, bu nedenle bir tür boyun eğmeyi, sistem içinde yer arama zorunluluğunu teorileştiren ifadeler var. Bunun yanlış ve çizgimizle bağdaşmadığını belirtmek isterim.

Emperyalizm ve Yeni Dünya Düzeni gerçekliğini, bunun bölge ve Kürdistan politikalarını daha bilimsel sosyalist bir gözle değerlendirmek bizi doğru çizgide yürütecek en temel güvencedir. Böyle bir yaklaşım bizi doğru değerlendirmelere götürdüğü gibi, doğru politikalar geliştirmemize de temel oluşturacaktır.

Cuma arkadaşın da benzer görüşleri var. Avrupa’nın yok, ABD’nin bir Kürt çözümü var, bunu dikkate alırız anlamına gelen    sözleri olmuştu. Bu sözleri tek başına aldığımızda belli bir değerlendirme yapmak güçtür. Ancak Abbas arkadaşın açıklamaları ve Başkanın BK’ye gönderdiği mektuplardaki değerlendirme, mahkeme tutumu ile birleştirilerek değerlendirildiğinde işin rengi biraz daha netleşir gibi oluyor. Bu noktada kafamızda beliren soru şudur: Bu değerlendirmeler, BK’nin kendi geliştirdiği yeni değerlendirmeler mi, yoksa Başkanın mahkeme süreci boyunca geliştirmeye ve partiye kabul ettirmeye çalıştırdığı ideolojik ve politik platformun teorileştirilerek partiye yedirilmesi mi? Bilemiyorum. Ama ortada bir gerçeklik var: Hızla bir çizgi kayması yaşıyoruz. Oysa çeyrek asırlık bir mücadele çizgisi ve değerleri, bunların 6. Kongre gerçekliği ile onaylanması var. Daha 6. Kongre kararlarının mürekkebi bile kurumadı. Bu değerlendirmelerden de anlaşıldığı kadarıyla, en azından bir eğilim olarak ABD’nin “Kürt Çözümüne” yatma işaretleri ortaya çıkmıştır. Başkan bunu daha açık dillendiriyor, Abbas arkadaş biraz teorileştirmeye çalışıyor. Cuma arkadaş ise daha dolaylı bir ifade kullanıyor. Ebette yanılmayı isterim, temel dileğim de budur. Örneğin Başkanın ABD çözümüne ilişkin ilettiği talepler var. Şunlar var, Avukatların aldığı tutanaklardan aktarıyorum: “Talepler benim imzamla olsun. a- Bu Girişim (ABD girişimi kastediliyor), Ortadoğu’da demokratikleşmeye hizmettir. Bunun gelişmesine karşı değiliz. Irak’ta, Balkanlarda geliştiyse ABD öncülüğünde gelişimine karşı değiliz. b- Güvenceler verilirse, bu demokrasi bloku içinde rolümüzü oynamaya çalışırız. Demokratik bir blok şeklinde gelişeceğine inanıyoruz. c- Arabuluculuğunuzla Türkiye’de silahları bırakmaya hazırız. d- PKK, kendi program ve eylem yapısını değiştirerek, yasal-siyasal oluşuma kendisini hazırlamak istemektedir. Bunun için Türkiye’de beklentiler, bölgede bazı demokratikleşme adımları atmasıdır. (Koruculuğun lağvedilmesi, OHAL kaldırılması, vb.) e- Toplumsal barış için ve silahsızlanmayı sağlamak için af gereklidir. f- Hızlı hareket edilmeli, sınırlar değişmeden, Güneye himaye (güvence) verilmelidir.” Bu sözlerin ardında ABD ile görüşülmesini ve hızlı davranılmasını istiyor.

Abbas arkadaşın son yazdığı yazıyı da okudum. Bu yazı kendi içinde doğrular taşısa da esas olarak çıkış noktası yanlış, daha çok Başkanın savunmasıyla ortaya çıkan ideolojik platformu teorileştirmeye çalışıyor. Dogmatizme eleştiri, “dünya değişti” adına “yeni” çizgiyi kabul ettirme çabası görülüyor. Aslında yazı kendi içinde tutarlı değil. Bir yandan Başkanın “yeni” çizgisini esas alıyor, bir yandan da onunla hiç ilgisi olmayan, hatta onunla taban tabana karşıt görüşler savunuyor. Kısacası kendi içinde bütünlüğü ve tutarlığı olmayan yazının ideolojik zemini yok, PKK çizgisi ile Başkanın “yeni” çizgisi bir tür harmanlaştırılmıştır. Dolayısıyla ortaya eklektik ve iç tutarlıktan yoksun, omurgası olmayan bir yazı çıkmış. Aslında arkadaş hep değişimden söz ediyor, ama bundan çıkarılması gereken ideolojik ve politik sonuçları belirtmiyor. Oysa Başkan görüşlerini çok net koyuyor. Başkanın “yeni” çizgisiyle PKK’nin çizgisini birleştirmek, uyumlu hale getirmek mümkün değil. Başkan savunmasında yeni bir dünyadan söz ediyor. Bu dünya, “demokratik kuram ve sistemin zafer kazandığı bir dünyadır.” Bundan çıkarılan ideolojik sonuç açıktır: Elveda sosyalizm! Kaldı ki savunmada geliştirilen görüşleri burjuva demokratik veya liberal demokratik görüşler olarak değerlendirmek bile mümkün değildir. Devleti kutsayan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddeden, orduyu demokrasi öncüsü ve esas dinamiği olarak gösteren, sömürge bir halk gerçeği olan Kürtleri Türk ulusal bütünlüğünün dili ve kültürü farklı bir unsuru olarak tanımlayan, demokratik cumhuriyet kavramını merkeziyetçi, tekçi bir sisteme indirgeyen, dahası TC’yi demokratik cumhuriyet olarak tanımlayan, Kürtlerin devlet kuramayacağını teorileştiren, sınıflar gerçeğini göz ardı eden, Kürt tarihini ve isyanlarını resmi görüşle değerlendiren bir yaklaşımı sıradan burjuva demokrat, liberal demokrat olarak değerlendirmek mümkün değildir. Kaldı ki geliştirilen görüşlerin hiçbir orijinalliği yok, hiçbiri yeni üretilmiş düşünceler değil. Örneğin “dünya çapında demokratik sistemin zaferi” sözü bir Amerikalı burjuva ideologu olan Fukuyama’nın “liberal demokrasi ve piyasa ekonomisinin kesin zaferi” anlamında “tarihin sonu” belirlemesinin başka bir ifadesi değil mi? Bu ideolog, “tarihin sonu” sözüyle, insanlığın yarattığı en son sistemin liberal demokrasi ve piyasa ekonomisinin olduğunu, bundan sonra başka bir sistemin olmayacağını belirtiyordu. Bunu da reel sosyalizmin yıkılışından  hemen sonra söylüyordu. Abbas arkadaş koşulların değiştiğinden söz ediyor. Başkanın “yeni” yaklaşımını buna dayandırıyor. Peki bu değişiklik, Kürt ulusal varlığını “Türk ulusal bütünlüğü içinde dili ve kültürü farklı olan bir unsur” olarak tanımlamaya götürecek kadar köklü mü? (Savunma ile ilgili daha kapsamlı çalışmamız var, tamamlandığında göndeririz.)

BK’nin 6 Mayıs tarihli bildirisinde Seçimlerle ilgili yapılan seçim değerlendirmesi ilginçtir. Seçime katılan partiler, devletin en yetkili organları bile bu kadar “iyimser” yorumlar yapmamışlardı. Devletin “yeniden yapılandırma” pratiği ile ilgili yapılan değerlendirme de gerçekliği yansıtmaktan uzaktır. Neden böyle hayali ve “iyimser” değerlendirmeler yapma gereğini duyuyoruz, gerçekten anlamakta zorluk çekiyoruz. Bu bölümü yayınlanan bildiriden olduğu gibi aktarıyorum.

"18 Nisan seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle TC tarihinin en önemli seçimi durumundadır. Bu seçim sonuçları ile Türkiye’de yaşanan ekonomik ve sosyal gelişmeyi ve bir süredir yürütülen askeri düzenlenmeyi tamamlayan sivil siyasi yapılanma ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu durum Türkiye açısından yeniden yapılanma, eski darlıklarını aşma, devlet ve toplum yaşamının değişik alanlarında daha uyumlu, istikrarlı ve bütünlüklü bir yapılanmaya ve yönetim düzenine kavuşma anlamına  gelmektedir. 21. yüzyıla girerken kendini bu biçimde yenilemeye çalışan   TC’nin, bu temelde içe ve dışa yönelik yeni politikalar oluşturacağı böyle köklü kararlar alma sürecinde bulunduğu, yeni hükümet oluşumunun böyle bir yaklaşımla kapsamlı bir program temelinde olacağı, Türkiye’deki iç ve dış gelişmelerin bunu zorunlu kıldığı ve mevcut yönetim düzenlemesinin de böyle kapsamlı kararlar alma güç ve yeteneğinde olacağı açıktır."

Bu değerlendirmenin hiçbir yanı doğru değil. Bunun ardındaki mantığı çözmekte zorlanıyorum. Doğru değerlendirme yapılmadan doğru politikalar geliştirmek de mümkün değildir. O nedenle daha objektif değerlendirmelerde bulanmak bizim için kaçınılmazdır.

Aynı bildiride sık sık Türk Kürt çatışmasından söz ediliyor. Öyle ki sanki biz bunu bir tehdit öğesi olarak kullanıyoruz izlenimi çıkıyor. BK’nin böyle düşünmediğini biliyoruz. Ancak böyle bir olasılığın ifade tarzı, sözcüklerin seçimi dikkatli yapılmadığı için meydana gelebilecek bir olayın faturası sonra bize çıkabilir. Yarın özel savaş aygıtı böyle bir çatışma başlattığında bizim Türk Kürt çatışması olasılığını ifade etme tarzımızdan dolayı bu olayın faturasını üzerimize yıktıklarında biz bunun altından nasıl kalkarız? Evet, böyle bir olasılık var. Bu hiçbir zaman bizim tercihimiz olmadığı gibi böyle bir şeye karşı şiddetle mücadele ederiz. Böyle bir tehlikenin kaynağı ve kışkırtıcısı, planlayıcısı ve uygulayıcısı özel savaş ve emperyalizmdir. Sorunu böyle koymak başkadır, ama sanki biz bunu bir tehdit olarak kullanıyoruz izlenimini uyandıracak bir koyuş tarzını seçmek başkadır. İlerde bundan en çok zarar gören biz oluruz.

Şunu da unutmayalım ki, bir Türk Kürt çatışması çıkmayacaktır. Eğer özel savaş böyle bir şeyi planlarsa bu, Türk Kürt çatışması olmayacak, tam anlamıyla Kürt kırımı olacaktır. Bir tarafta askeri ve sivil olarak örgütlü devlet, öte tarafta dört bir yana dağılmış örgütsüz ve silahsız Kürt halkı. Bu kadar eşitsiz koşullarda ortaya çıkacak bir çatışma durumu Türk Kürt çatışması değil, Kürt kıyımı, Kürt kırımından başka bir şey olmayacaktır. Bu vahim gerçekliği teşhir etmek gerekir. Bu yapılacak yerde, TC’ye “çözüme gel, yoksa yüz yıl sürecek bir Türk Kürt çatışması çıkar” demenin pek bir anlamı yok. Kaldı ki halkların kırımı TC’nin umurunda mı? Halklara yapılacak çağrıların içeriği ve mesajları da daha farklı olmalıdır. Bir de bu Türk Kürt çatışması sözü olur olmaz zamanda kullanıyor. Bu da yukarda belirtmeye çalıştığım faturanın üstümüzde kalma olasılığını arttırıyor. Bu noktada çok daha dikkatli bir dil ve üslup kullanmak durumundayız. Kullandığımız sözcüklerin uzun vadeli sonuçlarını da iyi hesaplamalıyız. Bu konularda çok soğukkanlı ve uzun vadeli düşünerek, iyi hesaplanmış bir dil ve üslup kullandığımızı söyleyemem. Bu kadar deneyimden sonra böyle tutumlarla karşılaşmak insana üzüntü veriyor.

Kimi zaman yapılan bazı açıklamalar ise gerçekten bizi gülünç duruma düşürebiliyor. BK veya Askeri Konsey adına yapılan bir açıklamada, Başkanın bugüne dek eline silah almadığını, herhangi bir eyleme katılmadığını, dolayısıyla eylemlerden dolayı bir hukuki sorumluluğunun olmadığını belirtiliyordu. Şimdi bu değerlendirmenin herhangi bir ciddiyeti var mı? Böyle bir açıklama yapmanın bir gereği de yoktu. Politik ağırlığımıza ve ciddiyetimize denk bir yaklaşım ve üslup kullanmak durumundayız.

Bu nedenle BK bünyesinde bir “Sözcülük” kurumunu oluşturmanın gerekli olduğunu ve bunun bir çok karışıklığı, yanlış anlaşılmayı, bizi zor duruma bırakabilecek açıklamayı önleyebileceğini düşünüyor ve öneriyorum.

3- SONUÇ

 

Yukarda anlatmaya çalıştığım gibi durum  çok ciddi, vahim ve yaşamsaldır. Yaşamsal bir kavşaktayız. Vereceğimiz karar, kaderimizi, varlığımızı ve geleceğimizi belirleyecektir. Bu nedenle bir an önce karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeli ikilem karşısında doğru bir karar vermek zorundayız. Her arkadaşımızın tehlikenin büyüklüğü ve bir an önce doğru karar verme zorunluluğunu iliklerine kadar yaşadığına inanıyorum.

Aslında tam anlamıyla bir çıkmazla karşı karşıyayız. Başkanın yarattığı yeni durum ve çizgiyi kabul etmek, bu, kendi kendimizin ipini çekmekten başka bir şey değildir. Ama öte yandan Başkanı politik açıdan düşman karşısında yalnız bırakmanın da sorumluluğu var. Burada Partiyle Başkan karşı karşıya getirilmiş bulunuluyor. Objektif durum budur. Başkanın mahkeme süreciyle birlikte partiye ve devrimimize dayattığı çizgi, kabul ettirmeye çalıştığı platform, tam anlamıyla tasfiye ve devletle bütünleştirme platformudur. Bunu yazılı savunmalarında çok net, tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyor. Ne yazık ki, BK’miz de Başkanın bu “yeni” platformuna onay ve destek vermiş bulunuyor. Bunun bir sonucu olarak parti ve halk gerçeklerden kopuk, ya da gözlerini gerçeklere kapatarak bir bilinmeze doğru sürükleniyor. Bilinmez değil, tümden silahsızlanmaya, donanımsızlaştırılmaya doğru götürülüyor. Bunda BK’nin tutumu belirleyicidir. Savunmalar ve Başkanın tutumu hakkında partide ve halkta bir hayali dünya yaratılmıştır. Bunu çok tehlikeli buluyorum.

BK tehlikenin ne kadar bilincindedir, bilemiyorum. Gelinen noktada sorun ideolojik-politik dönüşüm, başkalaşım sorunu da değildir. Son savunmasıyla birlikte dayatılanın pratik tasfiye olduğu çok  açıktır. Mahkemeye sunulan birinci yazılı savunma, partinin ve pratiğinin ideolojik, politik ve moral inkarı, reddi ve mahkumiyetinin ideolojik platformu; son savunma ise pratik-politik tasfiyemizin uygulama planı niteliğindedir. Mahkeme süreci boyunca yapılan sözlü savunmalar ise bu iki boyutu tamamlayan unsurlar olmuştur.

Bu noktaya neden gelindi, bu durumun çok yönlü nedenleri nedir? Bunlar çok önemli ve ileride genişçe tartışılacaktır. Şimdi bizim için yaşamsal önemde olan durum, Başkanın geldiği çizgi ve platformu doğru tanımlamak, bizi nereye götüreceğini doğru kavramaktır.

Bu noktada devletin tavrı ne olur, bilemiyorum. Ama eğer Başkanın platformuna “evet” derse ve bunu da BK onaylarsa bu, bizim parti ve devrim olarak idam fermanımızın imzalanmasından başka bir şey olmayacaktır. Şu andaki tavırları, büyük olasılıkla bu “yeni” platformu bize yedirme, buna bizi alıştırma, bizi daha iyi bir kıvama getirme, hatta “samimiyetimizi” test etmek için bir grup arkadaşın teslim oluşunu dayatma ve kabul ettirme ve sonuçta bütün partiyi –fazla fire verdirmeden- istedikleri noktaya getirme biçiminde olabilir. Bu bir olasılık, güçlü bir olasılık. Burada partinin tavrı çok önemli ve onların planlarının gidişini belirleyecektir. Daha şimdiden İmralı’da BK üyeleri için hücre inşa ettiklerini ve kimin hangi hücreye konulacağını bile basında yansıttılar. Bu, bir psikolojik savaş oyunu olduğu gibi üzerinde durulması gereken bir noktadır.

BK’nin bütün bu vahim süreci görmemesi, hala kendisini Başkana kilitleyerek politika belirlemesi gerçekten inanılır gibi değil. Aslında gizli saklı hiçbir şey yok. Bari bundan sonra bir şeyler yapmak gerekir. Acilen yapılması gereken şudur:

Her şeyden önce yapılması gereken, Başkanın durumunu ve bize dayattığı “yeni” ideolojik-politik çizgiyi doğru değerlendirmek; kendimizin yarattığı sanal, hayali dünyadan çıkıp gerçekler dünyasına dönmektir. Gerçekler olduğu gibi görülmek istenmiyor. Kürtlerin neredeyse ulusal özelliği haline gelmiş kendi kendini kandırmayı şimdi bir siyaset tarzı haline getirmiş gibiyiz. Unutulmasın ki, kabul edilmesi çok zor gelse de, sınırsız acı verse de Başkan artık 15 Şubattan önceki Başkan değildir. Bu görülmeden doğru politika yapmak ve izlemek mümkün değildir.

Karşı karşıya kaldığımız tehlikeyi değerlendirmek ve gerekli çıkışı sağlamak için Başkanın durumu ve karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeli durumu MK düzeyinde tartışmanın, hatta tartışmayı üst düzey kadro yapısıyla yürütmenin kaçınılmaz bir ihtiyaç haline geldiğini düşünüyorum. Sağlıklı ve doğru bir tartışmanın yürütülmesi ve doğru sonuçlandırılabilmesi için Başkanla ilgili bütün belge ve bilgilerin MK üyelerine ve üst düzey kadro yapısına iletilmesi gerekir. Başkanın ilk sorgu ifadesi, savcılığa verdiği ifadeler, ilk mahkemeye verdiği ifadeler, BK, MK ve Avrupa Temsilciliğine gönderdiği talimat ve mesajlar, avukatlarla yaptığı görüşmelerin tutanakları, mahkemeye verdiği yazılı savunmalar, mahkemede yaptığı sözlü açıklamaların tutanakları (resmi mahkeme tutanakları) vb. belgeler anılan arkadaşlara verilmeli. Bu tartışma sürecinden sonra genişletilmiş bir MK toplantısıyla Başkanın ve ona karşı başından beri BK’nin izlediği politikanın bütün boyutlarıyla değerlendirilmesi ve gerekli tutumun belirlenmesi gerektiğini düşünüyor ve öneriyorum.

Bu raporumun da bütün MK üyelerine gönderilip okutulmasını, genişletilmiş MK toplantısı önerisi konusunda MK üyelerinin de düşünce belirtmesini istiyor ve öneriyorum. Tüzük (5. Kongrede kabul edilen tüzük hükümleri bunu gerektiriyor) işleyişinin de böyle olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca yapılacak MK toplantısına bizim de daha etkin katılabilmemiz için olanakların sağlanmasını ve gerekli duyarlılığın gösterilmesini istiyorum.

Savunmalarla ilgili daha kapsamlı rapor hazırlamaya çalıştığımızı ve bu çalışma tamamlandıktan sonra göndereceğimizi belirtiyor raporumu sonuçlandırıyorum.

Parti çizgisi ve bütün değerlerimiz temelinde en içten bağlılık duygularımla devrimci selam ve saygılarımı sunuyorum.

                                                                29 Haziran 1999

                                                                  S. ROJHILAT (C..)

——————————-%———————-


 

Belge: 3

BK’YE,

Değerli Arkadaşlar,

Gerçekten gelişmeler çok hızlı. Akıl almaz bir hız söz konusu. Bir süre önce size yazdıklarımın artık eskidiğini, yetersiz kaldığını düşünüyorum. Uluslar arası komplo son hızla, planlandığı gibi sona doğru yol alıyor. Şu anda komplonun final sahnesini hazırlıyorlar, yılın sonuna gelmeden, yani 21. yüzyıla girmeden bizim işimizi tümden bitirmek, gündemden çıkarmak istiyorlar. Yeni yüzyıla, yeni bin yıla bizim topyekün tasfiyemiz üzerinden giriş yapmak istiyorlar. Mevcut durumun ve olası gelişmelerin tahlilinden ve öngörüsünden çıkarak bunları söylemiyorum. Hayır, somut, net, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar maddi bir tasfiye planından, onun final sahnesinden söz ediyorum. Gelinen noktada önümüzde iki net yol var.

Bir: Bu tasfiye, ölüm ve bitiş planına onay vermek, kendi kendimizin, tarihimizin, varlığımızın ve geleceğimizin ipini çekmek!

İki: Bu kendi ellerimizle gerçekleştirilmek istenen ve dünya tarihinde başka bir benzeri olmayan topyekün tasfiye planını bütün olanak ve gücümüzü, bütün yeteneklerimizi ayaklandırarak boşa çıkarmak; bunun için de tasfiye sürecinin hızını aşan bir tempoyla harekete geçmek!

Bu iki yolun dışında bir yol yok, bu ikisini birleştirmek ise TC ile PKK’yi aynı kişilikte birleştirmek kadar olanaksız ve akıl almaz bir şey olur. Sessiz kalmak ise en büyük gaflet olur ki, bu da boynumuzdaki ipin çekilme anını beklemekten başka bir anlama gelmez.

Başkanın 7.7.1999 tarihli BK’ye yazdığı talimat sanırım size ulaşmıştır. Yine son dönem avukatlarla yapılan görüşme tutanaklarını da incelemişsinizdir.

Çok anlatmaya çalıştık, kaygılarımızı, sorularımızı, korkularımızı, kuşkularımızı dile getirmeye çalıştık. Gücümüz ölçüsünde tehlikenin yaşamsallığını anlatmaya çalıştık. Ama etkili olamadık. Ne var ki bu son talimat, kaygılarımızın ne kadar haklı ve yerinde olduğunu gösterdi, doğruladı. Eğer bugün etkili bir tavır alınmazsa parti olarak birkaç aylık ömrümüzün kaldığını büyük bir acı ve öfkeyle belirtmek istiyorum. Şunu çok net vurgulamak istiyorum: Binlerce kez yanılmak isterim, bugüne kadar yazdığım raporlarda belirttiğim kaygı ve korkuların yersiz olduğunu görmek kadar beni hiçbir şey mutlu edemez. Yine yaptığım değerlendirmelerin yersizliğini görmek de benim en büyük dileğimdir. Kesinlikle sabit fikirli değilim, olamam, olmam düşünülemez. Hiçbir şey her şeyimizi verdiğimiz partimiz ve halkımızın kutsal davasının üstünde olamaz. Deyim uygunsa bütün çırpınışlarımın temelinde bu var. Kısacası bu yazdıklarımdan dolayı doğrulanmayı değil, yalanlanmayı isterim.

7.7.1999 tarihli talimatta bütün temel çizgileri ve ana öğeleri çizilen PKK’yi tasfiye planına, komplonun final sahnesine birden bire gelmedik. Bunun ipuçları daha ilk günlerde ortaya çıkmıştı. Ama bu görülmedi, ya da görülmek istenmedi. Görüldüyse de etkili tavır geliştirilmedi. Mahkeme sürecinde, savunmalarda bu tasfiye planının bütün çizgileri tüm açıklığıyla vardı. Ama bu görülmedi, daha da kötüsü “Demokratik Cumhuriyet”, “barış”, “özgürlük”, “kardeşlik” ve “demokratik birlik” sözcükleriyle gizletilen bu tasfiye planı hakkında halkımız ve partimizin bilinci çarpıtıldı, belleği silinmeye çalışıldı. Yaratılan sanal dünyada bizi var eden, bizi biz yapan bütün ilkelerimiz, amaçlarımız, değerlerimiz ve her şeyimiz ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Bu süreç katlanarak devam ediyor. Hatta daha tehlikeli boyutlar kazanarak sürüyor. Bir Özgür Politika’da yayınlanan yazılara bakmak bile bellekleri silme, bilinçleri saptırma çabalarının hangi boyutta sürdüğünü göstermeye yeter. Aynı durum buradaki gazete ve dergilerde de yapılıyor. Gerçekler ve aklın sınırları o kadar zorlanıyor ki anlam vermek çok güç, kimi zaman “biz böyle miydik, 25 yıllık bilinç böyle bir çırpıda bir kenara atılacak kadar güçsüz müydü” diyesi geliyor… Ve bütün bu bilinç ve ruhsal operasyonun gerekli sonucu yarattığını, yapımızın ve halkın istenilen kıvama getirildiğini düşünmüş olmalılar ki, topyekün tasfiyenin final sahnesini yürürlüğe koymuş bulunuyorlar. Ortada korkunç bir plan var. Dünyada eşi benzeri bulunmayan bu tasfiye planını adım adım gerçekleştiriyorlar. Biz bunu bütün boyutlarıyla anlayacak ve buna karşı tavır geliştirecek yerde bu planın köprüsü, zemini ve aktörleri haline gelmiş bulunuyoruz. Esas kahreden budur. Peki olup biteni anlamak çok mu zor? Plan çok mu karmaşık, karmaşıklaştıran ne ve kim?

Bana göre plan çok basit ve net. Barış sözü ile bize yedirilen zehrin tadı ilk günde ortaya çıkmıştı. Ama BK inisiyatifi kaçırdı. Hep sorduk: Partiyi kim yönetiyor? Soruyu daha net ve açık tekrarlıyorum: Partiyi Genelkurmay mı, biz mi yönetiyoruz? Bunun mekanizmaları nelerdir?

Başkandan gelen tüm sözleri, istemleri, mesaj ve talimatları, savunma ve mahkeme sürecini, en son 7 Temmuz talimatını bir sistematik içinde incelediğimizde ve değerlendirdiğimizde partiyi kimin yönettiği, nereye götürmek istediği gayet iyi anlaşılır: Bunların hiç birinde Başkan APO yok, Partiyi, parti yönetmiyor.

Devletin başından beri dayattığı mutlak teslimiyet ve tasfiyedir. Bu planın ardında ABD ve diğer uluslar arası güçler var. Ama biz komployu bütün boyutlarıyla deşifre edip halkımızı, partimizi, kendimizi aydınlatmadık, buna göre kendimizi donanımlı kılıp konumlandırmadık. Neden? Şu soru da yaşamsaldır: 15 Şubattan bu yana, bir aylık eylemler sürecini dışta tutarsak, komployu boşa çıkarıcı bir planımız oldu mu, yoksa komplocuların işini kolaylaştıran, ona zemin sunan, köprü olan bir tutum içinde mi olduk? Elbette bunlar tartışılır, hesaplar sorulur. Hiç kimse on binlerce şehidin manevi yargı gücünden kurtulamaz.

Ama bugün daha acil yapılması gerekenler var, öncelikle bunun üzerinde yoğunlaşmak ve tasfiye planını boşa çıkaracak, düşmana pirim vermeyecek bir duyarlılık içinde olmak zorundayız. Çok acil olarak tavır almak, topyekün ve mutlak tasfiye, imha planının son aşamasını, final aşamasını boşa çıkarmak zorundayız.

7.7.1999 tarihli talimat çok açık olmasına rağmen çok iyi kavranması gerektiğini düşünüyorum. Bizim idam fermanımız olan bu talimatın ana çizgileri çok nettir.

1- 1 Eylül 1999 tarihinde silahlı mücadeleye son verdiğimiz açıklanacak, bunu Başkanın kendisi açıklayacak. Tasfiye planının bu önemli maddesi talimatta şu sözlerle ifade ediliyor: “Şiddetin pratik olarak da güvenceli olarak sona erdiğini kuşku götürmez bir biçimde kanıtlamak gerekiyor” sözlerinin ardından şunları yazıyor: “1 Eylül 1999 silahlı mücadeleye son verdiğimiz ve güçlerimizi sınır gerisine, güneye çekip sürece göre değerlendirme ve hazırlıklara çekmektir.”

2- Bu açıklama ile birlikte Kuzeydeki bütün gerilla birlikleri sınırın ötesine, Güneye çekilecek.

3- Bu genel çekilme işleminin olağanüstü Barış Kongresini toplama bağlamında olduğu açıklanacak. Güneyde yoğunlaşacak güçlerimiz sadece meşru savunma çizgisinde kalacak.

4- Barış Kongresi toplanarak, “Barış” çizgisi, ve programını kararlaştıracak.

5- Bu süreçte devletteki gelişmeler beklenecek. Mahmure kampı adres olarak kullanılacak, BM’nin inisiyatifine girilecek.

6- Eğer topyekün imhayı dayatırlarsa direnilir, şereflice ölünür. Çünkü onun dışında direnişin bir anlamı kalmamıştır.

Ayrıca anılan talimatta klasik bir barışın yapılmadığını, devletin PKK ile direkt barış yaptığını demeyeceğini, bizim de eşit bir tarafmışız gibi yaklaşamayacağımızı belirtirken nasıl bir “barış” anlayışı içinde olduğunu açıkça belirtiyor. Ama daha da önemlisi şu sözleridir: “Hemen belirteyim daha önce çerçevesini size verdiğim ve süreci kontrol ettiğine dair düşünce ve inancımı belirttiğim olgun devlet yaklaşımı diyebileceğim devlet organ  veya organlarına güveni sürdürme gereğini bir kez daha dile getirmek durumundayım.” Bu süreci kontrol eden devlet organ veya devlet organları hangileridir ve devlete, bu anılan organlara güven ne anlama geliyor? Bu sorulara mutlaka yanıt vermemiz gerekiyor, yanıt verirken de hangi ölçüleri esas aldığımızı da belirtmek zorundayız. Uzatmak istemiyorum, bu bir iki tamamlayıcı nokta ile bizim tasfiye planımızın, idam fermanımızın anlaşılmayan bir yanı kalıyor mu?

Fazla ayrıntıya girmiyorum. Ancak bir iki ayrıntının önemli olduğunu düşünüyorum. Emin Çölaşan bir yazısında ve yaptığı TV konuşmalarında “madem ki APO dağdakileri indirebileceğini söylüyor. Bunu gerçekleştirme olasılığı milyarda bir olsa da deneyelim. Al sana fırsat diyelim. Eğer dağdakileri indirmezse idam kararı 5 dakikalık bir iştir” anlamına gelen bir tutum geliştirmişti. Başkanın buna karşı avukatlara söylediği ise şu: “Çölaşan niye milyarda bir diyor. Ben yüzde 99 başarırım.” “ yüzde 99 başarırım” dediği nedir, nasıl başaracak? Peki bunları yorumlamaya gerek var mı? Hiç kuşkusuz burada sözü edilen yüzde 99 başarı, 7 Temmuz talimatında çizilen tasfiye planından başkası olmasa gerektir…

Silahlı mücadeleye kesin bir biçimde son verdiğimizi, bunu kanıtlamak için bütün güçlerimizi Güneye çektiğimizi, Kuzeydeki bütün mevzilerimizi boşalttığımızı düşünelim. Bunların siyasal, askeri, örgütsel, tarihsel ve moral anlamı nedir, sonuçları neler olabilir? Bu dayatılan plan Başkanı infazdan kurtarır mı? Daha da önemlisi bizden geriye bir şey kalır mı? Bütün mücadele tarihimiz, yaratılan değerler, yakalanılan mevziler, amaçlarımız, özlerimiz, hayallerimiz, ütopyamızdan geriye ne kalacak? Bu soruları net bir biçimde yanıtlamak gerekiyor. “Anlayın, derinleşin” gibi bir yanıtın yanıt olmadığını, yoldaşlar arasında böyle bir geçiştirmenin olamayacağını hepimiz çok iyi biliyoruz. Amaçsız, ideolojisini yitirmiş, her şeyini kaybetmiş, TC, ABD ve BM’nin insafına kalmış, dört bir yandan kuşatılmış bir parti ve gerilla gücünü düşünün, partide ve halkta yaşanacak büyük çöküntü ve çöküşü düşünün. Hangi yürek, hangi vicdan buna dayanır? Bu çözülüş ve çöküş, tarihi bir çözülüş olacak, etkileri reel sosyalizmin sonuçlarından daha sınırlı olmayacaktır. “Barış Kongresi” ise bizim cenaze törenimizden başka bir anlama gelmeyecektir.

Gerçekten değerlendirme yapmakta, komplonun sonuçlarını yazmakta sözcük bulamıyorum, yüreğim kaldırmıyor, vicdanım isyan ediyor. Peki bu tasfiye planının gerçekleşmesinden sonra biz yaşayabilir miyiz? Şehitlerimizin adını ağzımıza alabilir miyiz? Yaşam gerekçelerini yitirmiş kişiler, topluluklar yaşayabilirler mi? Abartmıyorum, durumu dramatize ettiğimi de sanmayın, hayır, ortada abartı değil, tablonun çok yetersiz bir özeti var sadece.

Diyarbakır’ı bilen ve yaşayan arkadaşlarımız var. Orada ideolojik teslimiyeti yaşamadık, inançlarımızı yitirmedik. Ama o teslimiyet ortamını yaşadık, onun ruhsal işkencesini çok derinden yaşadık. Düşmanın işkencesi değil, o teslimiyet döneminde amaçlarımıza ters düşmenin vicdani ve ruhsal işkencesi dehşetti, anlatılamaz. Bunu yaşayanlar bilir. Bu tasfiye planıyla ortaya çıkacak tablo, akıl almaz ve korkunç boyutlarda olacak. Ruhsal ve kişilik parçalanması, toplumdaki çöküş tasavvur bile edilemez…

Evet, bütün bunları bütün yoldaşlarımızın en az benim kadar gördüklerine ve derinden yaşadıklarına inanıyorum. Gelinen noktada bu planı bozma kararının salt BK’ye bırakılamayacağına inanıyorum. Kesinlikle bunu bir tereddüt veya güvensizlik olarak algılamamak gerekir. Sorun bu değil. Yoldaşlarıma inanıyor ve güveniyorum. Hepimiz, bütün partililer bu arkadaşlarımıza güç vermeliyiz. Sorun basit, sıradan bir işleyiş ve kural sorunu değildir. Her şeyimizi ilgilendiren ve mutlaka doğru kararla partimizi, her şeyimizi kurtarmak zorundayız. Bu tarihsel görevden hiç birimizin kaçma hakkı, lüksü yok, olamaz. Böyle tarihi bir kararı tüm partimiz, tüm halkımız vermelidir. Bunun dışında alınacak ters bir kararın, tasfiye planını onaylayacak kararların hiçbir meşruiyeti olmayacaktır. Devrimimizin ve partimizin kaderiyle ilgili, hatta hayallerimizle ilgili verilecek bir karara katılma, tüm partililerin ve tüm halkımızın hakkı ve görevidir. Ama komployu yürüten güçler acele ediyor, her şeyi bir oldubittiyle sonuca götürmek istiyorlar. Bizim de hemen harekete geçmemiz gerekir. Acilen yapılması gerekenleri kısaca şöyle özetlemek istiyorum. Sıralayacağım maddeleri kendi içinde daha ayrıntılı bir plana dönüştürmek mümkün, ama önemli olan alacağımız tutumun özü ve genel çerçevesidir. Kısaca öneri paketim şunlardır:

1- Silahlı mücadeleye son verme, gerillayı Güneye çekme, Kuzeyi boşaltma ve başka biçimlerde gündemleşecek tasfiye planını, her türden (ideolojik, politik, örgütsel, moral, vb.) silahsızlandırma politikalarını tüm netliği, kesinliği ve şiddetle reddetmek. Planı deşifre etmek ve boşa çıkarmak.

2- Bu tasfiye planını bütün ayrıntılarıyla bütün parti organlarına ve çalışanlarına açmak, partiyi uluslararası komplonun tüm boyutları hakkında bilgilendirmek, eğitmek, donanımlı kılmak.

3- Mahkeme süreciyle birlikte dayatılan “savunma” çizgisinin parti dışılığı ve parti karşıtlığını uygun yöntemlerle partiye ve halka anlatmak, bu konuda haftalardır yürütülen “savunma” lehindeki yayınlara kesin bir biçimde son vermek, basın ve yayın organlarını tam denetim altına almak, parti çizgisiyle çelişen hiçbir yayına izin vermemek.

4- Partinin İmralı’dan yönetilmesine ikirciksiz bir biçimde son vermek. Bu kararı ve kararlılığı uygun bir biçimde ve üslupla Başkana iletmek. (BK’nin telefon numaralarının ve açık olduğu saatlerin istendiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu konuda yaşanacak gelişmeleri kestirmek zor değildir. Bu nedenle bu maddenin gereklerini yerine getirmek en yaşamsal önlem olmaktadır.)

5- Barış anlayışımızı devrim anlayışı ve çizgisi doğrultusunda netleştirmek, şimdi reformist, hatta teslimiyet demek olan barış söylemine son vermek, ideolojik çizgi egemenliğini yeniden kurmak.

6- Bu karmaşık süreç netleşene kadar kontrolü savaş taktiğini sürdürmek, topyekün saldırı yerine aşamalı olarak savaşı tırmandıran bir taktik çizgi izlemek. Bu bağlamda şehirlerde sivillerin zarar göreceği hiçbir eyleme izin vermemek, bu konuda eylem ve savaş anlayışımızı tartışmaya yer vermeyecek netlikte ortaya koymak.

7- Başkanın durumunu ve son süreci kesin bir değerlendirmeye tabi tutmak için genişletilmiş bir MK toplantısını gerçekleştirmek.

8- Her açıdan 6. Kongre çizgisini esas almak ve “Barış Kongresi” önerisini kesin bir dille reddetmek. Şimdiki dönemde bir kongreye değil, 6. Kongre çizgisini kararlılıkla uygulama zamanı olduğunu deklere etmek.

Önerilerimin özü ve doğrultusu, yeniden partinin bağımsız çizgisini ve yönetimini egemen kılmak, 6. Kongre çizgisine dönmek, bu temelde komployu ve tasfiye planını boşa çıkarmaktır. Özellikle “savunma” çizgisini destekleyen açıklama ve yayınlara son vermeyi, partiyi ve halkı gerçekler ve parti doğruları temelinde aydınlatmayı ve konumlandırmayı zorunlu görüyorum.

Bütün gücümüzle bu tasfiye planına karşı duralım. Sonuna kadar parti meşruiyeti temelinde bu tasfiye planına karşı mücadele edeceğimi, bunun kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum. Bunun dışında bir tutuma hakkımızın olduğuna inanmıyorum. Bizi, partiyi ve Başkanı kurtaracak temel yol ve güç partimizin kanıtlanan 25 yıllık çizgisi ve devrimler tarihinde eşine az rastlanan büyük değerleri ve bunların şaşmaz, kararlı izlenmesi ve uygulanmasıdır. Bu temelde her türlü esnek ve yaratıcı taktiği ve mücadele biçimini geliştirmek kazandıracaktır. Yani çizgiye bağlılıkla taktik ustalık, yaratıcılık birbirini dıştalamaz. Bu tarihsel kavşakta, her şeyimizle ölüm dirim savaşını verdiğimiz bu yaşamsal dönemeçte hiçbir bireysel kaygı ve beklentinin yeri ve anlamı olamaz.

Ayrıca zindanların durumu da iyi değil. Çoğu “savunma” çizgisine yatmış gibidir. Bunda bizim payımızın olduğu açıktır. Bu durumun sonuçlarının nasıl olacağını kestirmek zor değildir.

Her olasılığa hazır olmakta yarar var. Önümüzdeki günlerde yeni, daha çarpıcı bir tasfiye planıyla karşılaşırsak şaşırmayalım, her şey olabilir. O nedenle bir kez daha önemle vurgulamak istiyorum: Acilen karar vermek zorundayız.

Bu tarihsel sürece denk bir yaklaşım ve duyarlılıkla davranmanın yaşamsal olduğunu, gerçek PKK militanlığının bunu gerektirdiğini bir kez daha vurgularken, çizgi ve bütün parti değerlerimiz temelinde en içten bağlılık duygularımı, devrimci selam ve saygılarımı sunuyorum.

                                                           13 Temmuz 1999

                                                           S. ROJHILAT (C.. )

 

NOT: Bu raporu yazıp tamamladığımda Şahin arkadaşın sizin de onayını alarak Ö. Politika’da yayınlanan yazılarımın yayınlanmasına son verdiğini duydum. Yazıların süreçle çeliştiği söylenmiş. Bu yaklaşımı doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Soruna bireysel planda bakmıyorum. Bir yönetim tarzı olarak doğru bulmuyorum. Her zaman bana ulaşma, haber gönderme olanağı vardı. Varsa eleştirilerini belirtebilirdi. Ben sürecin hassaslıklarını dikkat ettiğime inanıyorum. 25 yıllık çizgimiz ve temel doğrular temelinde yazdım. Kendimi ve halkı kandırmayı ilkesizlik olarak kabul ediyorum. Benimle tartışılsaydı, yazmaktan vazgeçebilirdim. En önemlisi meşru parti çizgisini yazmak suç mu? Bir daha vurguluyorum, dönemin hassaslıklarına dikkat ettiğime inanıyorum. Bundan böyle de böyle olacaktır. Ö. Politika’da aklın sınırlarını zorlayan yazılar çıkıyor, açıkça bize yakışmayan üsluplar kullanılıyor. Bunlara onay veriliyor. Ama 25 yıllık çizgiyi savunan yazılarım ise yasaklanıyor. Bu da bizim paradoksumuz, ama acıdır. Hassaslıklara dikkat etmek başka, acaba başkaları ne düşünür kaygısının ardına gizlenmek başka. Yazdıklarımda tek bir cümle çizgi dışı görülsün, sayısız kez özeleştiri vermeye hazırım. Bir nokta daha: Size yazdığım raporları aylarca sümen altı eden, göndermeyen Şahin arkadaşın, yazılarımı yasaklama çabası içine girerken bu kadar aceleci davranması bana biraz anlamlı geldi. Yazdığım raporlar kendilerinin durumuyla ilgiliydi.

——————-%—————

Yazarın haberi, onayı olmadan yukarıdaki belgeleri kopyalamak, olduğu gibi başka bir site veya yayın organında yayınlamak yasaktır. Ancak aktif link vererek kısa kısa alıntılar yapmak mümkündür!

 

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter