0 0
Read Time:59 Minute, 34 Second

Belge: 1

BAŞKANLIK KONSEYİNE,

Arkadaşlar,

Uzun süredir size kapsamlı bir rapor yazma ihtiyacındaydım. Ama bir yandan bazı gelişmelerin biraz daha netleşmesini bekledim, bir yandan da yazacağım raporu size sağlıklı bir biçimde ulaştırma sorunumuz vardı. Avrupa üzerinden size bugüne dek en az üç tane rapor gönderdim. Ama bunların size gönderilmediğini öğrendim. Elbette bu çok büyük bir sorumsuzluktur. Ama arkadaşlarımız aynı tutum ve tarzlarından vazgeçmiş değillerdir. Bu raporumda esas olarak son gelişmelerle ilgili görüş ve önerilerimi özet olarak sunmak istiyorum.

Çok kritik ve yaşamsal bir dönemeçten geçtiğimiz bir olgudur. Devrimimiz ve Partimiz üzerinde oynanan komplo tahminlerin ötesinde kapsamlı, çok boyutlu ve girift özelliklere sahiptir. Komplonun stratejik hedefi Kürdistan devrimini ve öncüsü PKK’yi imha etmek, ezmek ve gündemden çıkarmaktır. Bu hedeflerine varmak için fiziksel imhanın yanı sıra, ideolojik-politik çizgisini özünden boşaltma ve sistem için kabul edilebilir ölçülere çekme yöntemlerini uyguluyorlar. Çok açık ki bu uluslar arası imha ve saptırma stratejisinin odağında Başkan Apo var. Bu konu çokça değerlendirilmiştir. O nedenle ayrıntılara girmek yerine komplonun güncel boyutlarını daha doğru ve sağlıklı kavramak açısından başka yönleri üzerinde durmak istiyorum.

Emperyalist dünyanın tam bir “Kutsal İttifak” anlayışlıyla 9 Ekim komplosunu ve 15 Şubat korsanlık hareketini gerçekleştirdiklerini biliyoruz. Bu politikada emperyalist dünya ile TC’nin politikaları tam anlamıyla örtüşüyor. Emperyalizm, Kürdistan devrimi ve Başkan Apo’da temsilini bulan devrimci sosyalist çizgiyi kendi dünya sistemi için çok tehlikeli buldu. Onda 21. Yüzyılda kendisine alternatif bir çizgi, bir model gördü. Dolayısıyla bir an önce bitirmeyi, yok etmeyi, bunları başaramazsa devrimci çizgiden arındırmayı hedeflediler. Bu politikalarını inatla izlediler. Ayrıntılara girmiyorum. Ancak şu nokta çok ilginç. Başkanı Kenya’da katletmek yerine, sağ yakalayıp TC’ye teslim ettiler. Bu ilginç nokta TC ve emperyalizmin planlarının özünü ele veriyor. Mutlaka üzerinde durmamız gerekiyor. Eğer katletseydiler Başkan Apo’nun kişiliği dünya çapında efsaneleşecek, çizgisi evrensel bir meşruiyet kazanacaktı. Bu, emperyalizmin alternatif çizgiyi öldürme politikasının ölü doğması anlamına gelirdi. Bu, komplonun bizim için trajik de olsa bir başarısızlığı olacaktı. Yani yengide yenilgi yaşamak anlamına gelirdi bu. Onlar bu kolay ve kendileri için tehlikeli yolu seçmediler. Bunun yerine sağ yakaladılar, dünyadan mutlak anlamda tecrit ederek bir kontrgerilla kampına kapattılar. Bu tutum, emperyalizmin ve TC’nin Başkan üzerinde uygulamak istedikleri politikayı da ele veriyor: Kürt halkı için efsaneleşen, birleştirici, harekete geçirici, uluslaştırıcı ve ulusal önderlik düzeyini kurumlaştıran Başkan Apo’nun bütün bu özelliklerine son vermek, sıradanlaştırmak, onun şahsında PKK ve devrimi çözmek, devrimci çizgisini bitirmek politikalarının özünü oluşturuyor. Başkan aynı zamanda Partide ve UKM’ de bir şemsiyedir. Ortadan kaldırıldığında şemsiyesiz-çatısız kalan yapının ve birliğin dağılacağını hesaplıyorlar ve bu nokta üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyorlar. Bu beklentileri basına da yansıdı. “PKK Apo’suz yaşamaya alışmadan pişmanlık yasasını çıkarmalıyız” diyorlar. Bu, boş bir söz değil, tersine düşmanın beklentilerini çok net olarak ortaya koyuyor. Aynı zamanda bizim de ne yapmamız gerektiğinin ipuçlarına işaret ediyor.

Düşman çok tehlikeli oynuyor. Başkanın şahsında Parti çizgisini, partide devrimci anlamda birleştirici, örgütleyici, büyütücü ve ileriye taşıyıcı ne kadar ideolojik-politik ve moral değer varsa hepsini tasfiye etmek ve devrimi bittirmek; bunlar olamıyorsa muğlaklaştırmak, süreç içinde marjinalleştirmek istiyorlar. Bunu da Başkanın kişiliği üzerinde yapmayı deniyorlar. Görüldüğü gibi plan çok korkunç ve temel çizgiyi, değerler ve partinin omurgasını dağıtmayı amaçlıyorlar. Sonuçta Başkan önderliğinde yaratılan değerleri ve ulaşılan mevzileri, yine Başkandan başlayarak tasfiye etmek istiyorlar.

Tam da bu noktada Başkanın tutumu çok önemli, yaşamsal değerde. Mahkemeden önce Başkanın tutumunu bir uzlaşma arayışı ve uzlaşma zemini zorlama olarak tanımlamaya çalıştık. Ancak bu konuda sayısız soru işareti, kaygı ve belirsizlik de vardı. Bunlar Başkanın mahkemedeki tutumu ve basına da yansıyan savunması ile büyük ölçüde netleşmiştir. Başkanın sorgudan itibaren verdiği ifadeleri, Avukatlarla yaptığı konuşma notlarını, en son mahkemeye kendi elleriyle yazdığı savunmayı sayısız kez okuduk, üzerinde durduk, anlamaya ve değerlendirmeye çalıştık. Yani süreçle ilgili hemen hemen tüm bilgilere sahip olduğumuzu belirtebilirim. Başkanlık Konseyi’nin son sürece ilişkin açıklamasını da duyduk, her bir cümlesini alamaya çalıştık.

Başkanın mahkemedeki tutumu ve sunduğu savunması hakkında ne kadar tam ve sağlıklı bilginiz var; savunmayı bütün boyutlarıyla inceleme olanağınız oldu mu, bu sorulara tam olarak yanıt verecek durumda değilim. Ancak bana öyle geliyor ki Başkanın mahkeme tutumu ve verdiği savunması hakkında yeterince inceleme ve değerlendirme olanağınız olmamıştır. Bu noktada yanılmayı elbette çok isterim. Ancak yapılan değerlendirmeyi anlamak gerçekten çok güç. Şu noktada hem fikiriz: Düşmanın saldırıları karşısında Başkan yalnız bırakılmamalı, desteklenmeli. Ama öte yandan mahkeme tutumu ve sunulan savunma ile Başkan yeni bir platform yaratmıştır. Şimdiye kadar savunduğumuz, uğruna savaştığımız, şehit düştüğümüz, hapis yattığımız, işkence gördüğümüz, sayısız bedel ödediğimiz ve acı çektiğimiz ideolojik-politik çizgi platformundan çok farklı, onun tam karşıtı bir platform. Bu platformu olduğu gibi destekleme tutumunu anlamak gerçekten mümkün değildir. Herhalde hiçbir arkadaşımız, “bugün savunulan, bizim 25 yıllık çizgimizin bir devamıdır” biçiminde bir değerlendirmede bulunmaz. Böyle bir şey yok. Dolayısıyla ortada birbirine karşıt bu iki platformdan hangisini savunacağız? Bu can alıcı bir sorudur.

Evet, bugün savunulan “uzlaşma” zemini ile 15 Şubat öncesinde savunulan uzlaşma ve barış politikaları aynı değildir. Bunu sayısız kanıtla ortaya koymak mümkün. Bugün önerilen çok farklı. Savunmada açık konuluyor. Eski ideolojik çizgimiz ve programımız yanlıştı, hayaliydi, aslında 1990’ların başından itibaren değiştirmeliydik, ama yapamadık deniliyor. İlan edilen 8 maddelik paket, yine mahkemede savunulan “silahsızlanma ve devletleriyle buluşturma” tutumu hangi çizgiye dayanıyor, bizi nereye götürecek soruları yanıtını bulmalıdır.

Hiç kuşkusuz gelişmeleri bilimsel eleştiri ve politik bakış açımızla titizlikle değerlendirmeliyiz. Derinlemesine anlamalıyız. Ayrıntı düzeyindeki sözcüklere de takılmamalıyız. Ama terminolojiye fazla takılmamalıyız biçimindeki değerlendirmeye katılmak mümkün değil. Terminoloji, teorilerin, bilimlerin, ideolojilerin, politikaların, programların dili değil mi? Birbirimizi nasıl anlayacak ve değerlendireceğiz, başkalarına kendimizi nasıl anlatacağız? Bu evrensel terminoloji dışında başka bir dilimiz var mı? Örneğin “Devletin hizmetinde çalışma” kavramı nedir? Bunun herkese göre bir anlamı olabilir mi? Bizim terminolojimizde bunun yeri var mı? Taktik yapıyoruz, çözüm arıyoruz biçiminde bir açıklama tatmin edici olabilir mi?

Başkanlık Konseyinin daha önceki açıklamalarını derinlemesine okuduk. Nedim arkadaşa yazdıklarını da inceleme olanağımız olmuştu. Sözlü konuşma notlarını aldık, getiren arkadaşla da uzun uzadıya konuştuk, anlamaya çalıştık. Ancak son açıklamalarıyla birlikte bunları değerlendirdiğimizde kafamızdaki soruları yanıtlamak yerine soruların daha da çoğaldığını, derinleştiğini belirtmek isterim. Bunları daha ilerde daha kapsamlı raporlaştırmayı düşünüyorum. Şimdi acil olduğu için daha kısaca değinme gereğini duyuyorum.

Soru ve sorun şurada: Başkanın Mahkemeye verdiği ifadeler ve savunma nasıl değerlendiriliyor? Başkan açıkça bu savunmada ortaya koyduğu çizgiyi bir konferans veya kongre ile partinin yeni çizgisi haline getirilmesini istiyor. Eskinin yanlış ve hayali olduğunu söylüyor? Yani objektif olarak “yeni” bir çizgi ile karşı karşıyayız. Yeni çizgi ile Başkanı düşman karşısında yalnız bırakmama tutumunu nasıl dengeleyeceğiz, nasıl başaracağız ve bunun zorlukları nelerdir?

Bana göre Başkanlık Konseyi, Başkanı politik olarak destekleme ile yaratılan yeni ideolojik ve programatik platformu birbirinden ayırmasını başarabilmeli, bu ikisi arasındaki ince ayırımı ustalıkla yapabilmeliydi. Bunun o kadar kolay olmadığını biliyoruz. Ama başka yolu da yok. Ama bu yapılacak yerde Başkanın sunduğu platform, “Türk ve Kürt halkları arasındaki barış ve kardeşliğin tek doğru yolu” olarak değerlendiriliyor.

Peki yapılanın özü gerçekten böyle midir? Açıkça vurgulamalıyız ki yaratılan yeni platformda biz yokuz, bize ait bir şey bulmak mümkün değildir. Ayrıntılar değil, özü ve esasları çok önemli. Öncelikle Başkanın mahkeme tutumundan söz etmek istiyorum. Kimlik tespiti yapıldıktan sonra Başkan söz aldı ve yakalandığı günden bu yana kendisine kaba baskı, işkence yapılmadığını, söz düzeyinde bir hakarete maruz kalmadığını belirtti. Devamla devlet yetkililerinin kendisine saygılı davrandığını bunun bir gereği olarak devletin hizmetinde çalışma isteğini ve kararlılığını vurguladı. En son olarak da savaşta yakınlarını yitirenlerden özür dileyen sözler etti. Bu ilk konuşmanın başka unsurları da var. Ama onlar üzerinde durmaya gerek yok. Bu ilk konuşma çok önemli bir gerçekliği ifade ediyor. Baskı ve işkence görmediğini açıklamakla bugüne kadar bu doğrultuda yapılan ve bundan sonra yapılacak çalışmaları ve mücadeleleri boşa çıkarmış olmadı mı? Bu durum TC’yi dış kamuoyunda son derece rahatlatmış olmuyor mu? Peki neden? Ne bekleniyor? Baskı ve işkence yapılmadığına dair açıklamalarını daha sonra yazılı olarak mahkemeye verdiği iki dilekçede de ifade ediyor. Belki de bu çok önemli görülmeyebilir. Ama TC’nin elini güçlendiren bir olgu olduğunu da unutmamak gerekir.

Daha da önemlisi “Devletin hizmetinde çalışma isteği ve kararlılığının” vurgulanmasıdır. Bunun devamı olarak yine ilk gün açıklamalarında “bana bir kanal açın, bir olanak sunun, dağdakileri üç ay içinde indiririm” sözleri ne anlama geliyor? Savunma başlı başına “yeni” bir ideolojik ve programatik platform niteliğindedir. 1) Savunmada bize ait hemen hemen hiçbir şey yok. “Yeni” bir ideolojik-politik bakış açısı, yeni bir program, yeni bir mücadele anlayışı ve çizgisi öneriliyor. 2) Parti ideolojisi ve programı hayali, gerçekleşmesi mümkün olmayan, 1970’li yılların ideolojik etkisinde kalan, ağır dogmatik bir ideoloji ve program olarak değerlendiriyor. 3) Yaşanan savaş gerçekliği tanımlanırken: “Kardeşler arasındaki ihmalkarlıktan kaynaklanan, çok acı bir çatışma olarak görüp kardeşçe ama realiteye, demokratik cumhuriyet çatısı altında barışa gidilmelidir” deniliyor. Savunma “yeni” bir ideolojik ve programatik çerçevedir. Buna göre: a) Sosyalizm tümden terk ediliyor. Belki de bilimsel temeli, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya olarak kalıyor. Ama bunun ideolojik ve politik bir anlamı yok. b) Terk edilen sosyalizm yerine “Demokratik Cumhuriyet” olarak tanımlanan yabancısı olmadığımız, sayısız kez eleştirdiğimiz, bu anlamda yeni olmayan bir ideolojik bakış açısı getiriliyor. c) Bunun bir sonucu olarak farklı bir çağ ve dünya değerlendirmesi yapılıyor. Artık dünyamız “Demokratik kuramın kesin zafer kazandığı” bir dünyadır. Bu dünya tahlilinden çıkan sonuç, ayak uydurmak, onunla uyumlu bir evrimi yaşamaktır. d) Kürt sorunu ise pek net olmayan bir dil ve kültür sorununa indirgeniyor. Bu kapsamda –Cumhuriyet ve Kemalizm, -Kürt tarihi ve Kürt isyanları tarihi, -TC ve Kürtler ilişkisi ve çelişkisi resmi görüşe benzer bir biçimde tahlil ediliyor ve buradan hareketle Kürt sorunu bir dil ve kültür sorunu olarak tanımlanıyor. Yine ordu, Kemalizm ve cumhuriyet konusunda bizimle ilgisi olmayan, resmi görüşlere benzer görüşler ortaya konuluyor. e) Devrimci şiddet reddediliyor. –“Yeni” bir devlet tanımı yapılıyor. –Devlet zorunu meşrulaştıran ve bu zora karşı çıkılamazlığı anlatan ifadeler var. –Partiye düzen sınırları içinde bir yasal parti olma ve düzen içi mücadele araçlarıyla kendini sınırlandıran bir çizgi öneriliyor. f) Önerilen program “demokratik cumhuriyet programıdır. Dil ve kültürel haklar verilmeli, yasal zeminde siyasal çalışmalar güvenceye alınmalı. “Üst kimlik”, “alt kimlik” “anayasal vatandaşlık” kavramları kullanılıyor. Bu noktada resmi ulus tezine benzer bir ulus anlayışı geliştiriliyor. Buna göre Kürtler Türk ulusunun alt kimlikli bir unsuru olarak ortaya konuluyor. g) Yasallaşma süreci olarak önerilenler şunlar: Demokratik cumhuriyet olarak tanımlanan TC, bazı yasal düzenlemeler yapacak olursa, af ve diğer yasal düzenlemeler yapılırsa, süreç içinde ve belli bir plana bağlı olarak PKK kendini silahlardan arındıracak ve yasal bir parti haline gelecek. (Bu daha önce açıklanan 8 maddelik pakette de açıkça ifade ediliyordu.) h) Sonuç olarak: Bu savunma ve mahkemede ortaya konulan tutuma bakıldığında şu soru aklımıza takılıyor: PKK’den geriye ne kalıyor, bir şey kalıyor mu? PKK bütün nitelikleriyle başkalaşıma uğratılmak isteniyor. Tabii bu sürecin işlemesi durumunda geriye bir şey kalırsa. En önemlisi ne değişti ki böyle köklü bir başkalaşım öneriliyor? Neden? Neden bu zeminde? Mahkemede Başkan “bu düşüncelere 70’li yıllarda varsaydım, bunların hiçbiri olmayacaktı” demiş. Peki yapılanlar boşuna mıdır? Bu sözleri nasıl anlamak gerekir? Belki de anlayışımız kıt olabilir, dogmatik yaklaşabiliriz. Dar ve yüzeysel de bakabiliriz. Ama ortada tartışmasız olgular var. Bunların bizim ideolojik-politik çizgimizle ne ilgisi var? Daha da önemlisi şu anda iki platform var. Biri Başkanın önderliğinde yaratılan çizgi ve mücadele değerleri, diğeri Başkanın mahkemeye sunduğu “yeni” ideolojik-politik çizgi platformu. Bu iki platformu bağdaştırmak, ikisini aynı çizginin farklı aşamaları olarak görmek kendi kendimizi aldatmak olur. Zaten Başkanın kendisi de “eskinin” hayali ve yanlış olduğunu çok açık vurguluyor. Bu yaşamsal önemde bir noktadır.

Size acil olarak ulaştırmak için bir olanak doğduğu için kısa tutmak zorundayım. Kısa bir süre sonra daha kapsamlı rapor yazacağım. Sonuca geliyorum. Gelinen noktada Partiyi kim yönetiyor, kim yönetecek sorusu bizim en yaşamsal sorunumuzdur. Bu sorunun yanıtının o kadar basit olmadığını düşünüyorum. Yukarda da vurguladığım gibi Başkanı düşman karşısında yalnız bırakmamak gerekir. Ama öte yandan savunduğu görüşler ve geliştirdiği tutum bizim çizgi platformu değil. Bundan sonra neyi esas alacağız, en son 6. Kongre çizgisini mi, yoksa yeni çizgiyi mi? Evet hangi çizgi bizim yönetim gerçekliğimiz olacak?

Başkanlık Konseyimizin ve Merkez Komitemizin en uygun zamanda toplanarak bu yaşamsal sorulara yanıt vermelerinin bir gereklilik olduğuna inanıyor ve bunu öneriyorum. Tarihi sorumluluğumuz çok büyük. Daha önce olduğu gibi düşünmeyi ve politika yapmayı Başkana havale etmeye kalkarsak bu kez bu vebalinin altından kalkmamız mümkün olmayacaktır. Evet, barışçı çözümden yanayız. Ama hangi zeminde, ne pahasına ve hangi çizgi temelinde? Bu soruların yanıtı verilmeden barış ve uzlaşma arayışlarının ne anlamı olabilir?

Kısaca çok kritik bir dönemeç, bu, partimizin tarihinin en büyük sorunudur. Büyük bir sorumluluk, birlik ve inançla bu dönemeci de aşacağımıza ve başaracağımıza inancım büyüktür. En içten bağlılık duygularımla devrimci selam ve saygılarımı sunuyorum.

3 Haziran 1999

S. ROJHILAT (C..)

Raporların altında var olan S. ROJHILAT (C..) imzası,  M. Can YÜCE’ye aittir.

————————%—————-

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3
News Reporter