TEMEL DEMİRER
“Müziksiz hayat
bir hatadır.”[1]
John Lennon, Paul McCarthney, George Harrison, Ringo Starr’dan oluşan, müzik tarihine adını altın harflerle yazdırmış Beatles’ın ilk plağı 5 Ekim 1962’de çıkmıştı…
O günlerden hemen sonra ya da önce miydi Zeki Müren ile Müzeyyen Senar’ın 45’likleri…
Cem Karaca Apaşlar… ‘68…
Behiye Aksoy, Perihan Altındağ Sözeri, Nesrin Sipahi’li ‘Odeon Yılları’…
Emel Sayın, Muazzez Abacı, Mediha Şen, Yüksel Uzel ve Seçil Heper… Kaybolan gazino ve assolistler zamanı…
Bessie Smith, Edith Piaf…
Richard Strauss, Kazancı Bedih ve taş plaklardan compact disklere yönelen güzergâhta, öncesi ve sonrasıyla müzik…
Gerçekten de onu var eden ne? Ya da “Müziğinizi ne besliyor?” sorusu… Bakın Cesaria Evora ne diyor: “İnanç ve duygular… Şarkı söylerken yaşadıklarımla ilişki kuruyorum, bu yüzden daha çok anlam kazanıyorlar. Özlem, kavuşulamayan aşıklar, şarkıları tüm dünyanın ortak diline dönüştürüyor…”
MÜZİĞİN “NE”LİĞİNE İLİŞKİN?
Halil Cibran’ın, “Müzik, ruhun dilidir. Sevgi ve acının çiçekliği, kişinin yüreğinin düşü, acısının yemişi, sevgililerin dili, gizemlerin açıklayıcısı, yaratıcılık kaynağı, kulaklarımızla görmeyi, yüreklerimizle işitmeyi öğretendir müzik”; Avner Ziss’in, “Müzik, bir halkın ruhunu ve geleneklerini belli bir toplumsal düzenin doğurduğu duyuları ve özlemleri dile getirir,” diye tanımladığı “müziğin kültürel büyüsü”nün altı öncelikle ve özenle çizilerek eklenmeli: “İnsanın ortaya koyduğu, içinde insanın varolduğu tüm gerçeklik kültürü oluşturuyorsa, müzik en önemli parçasıdır bu kültürün…”[2]
Kültürün başat bir alanı oluşturan “Müziğin herkesin anlayabileceği bir dil olduğunu söylemek lazım,” diyen İdil Biret ekler: “Önce müzik dinlemeyi öğrenmeliyiz…”
Gerçekten de Melih Cevdet Anday’ın “Bir müzik yapıtı nasıl dinlenir? Özellikle çoksesli müzik için bunu öğrenmek gerekir, ilk yapılacak olan, işi sadece kulağa bırakmama; başka bir deyişle, ezgi ve melodi ile yetinmemektir. Çoksesli müzik akılla dinlenen bir müziktir; akıl, müziksel yapıtın yapısını anlamaya yönelik olmalıdır. Melodi, müziğin yüzeysel görünüşüdür; asıl önem verilmesi gereken armoni için ise ‘melodinin giysisi’ deyimi kullanılır,” diye betimlediği zenginlik içinde; “Nerede müziğe benzer bir şeyle karşılaştık mı, orada durmalıyız; müzik duygusu, başkalarıyla özdeşleşme ve ritmik yaşam duygusu, var olmayı haklı gösterecek bir ahenk duygusu dışında hayatta elde edilmeye değer bir başka şey yoktur,” diyen Hermann Hesse sonuna dek haklıdır…
Bu kapsamda Felsefeci ve müzikolog Aaron Ridley şunların altını çizer:
“…Müzikal kavrayışın birincil nesneleri, tahmin edilebileceği gibi, saf bir biçimde müzikal ve müzik ölçüleri, ritimler, armoniler, vb. anlamaya yarayan nesneler bu türdendir. Böylece bir müzik parçasını dinlediğinde duyduğunu anlayan kişinin deneyiminde öne çıkan şeyin yokluğu, Çaykovski’yi dinlerken onun müziğini burgulu matkap sesi dinlermişcesine duyan kişinin deneyimini eksik bırakan şeydir.’
‘Müziğin değerinin özellikle tonlarından ve onların sanatsal kombinasyonlarından kaynaklandığını ifade eden biçimselci görüş, müzik ve duygu arasındaki ilişkinin, gerçek olmasına rağmen, yalnızca nedensel olduğu iddiasını yüreklendirir. Bu iddia iki ana formda ortaya çıkar. Bir tanesi doğuştan gelen veya doğal psikolojik mekanizmayı bu işin içine katan, belirli müzikal uyaranların dinleyicide otomatik duygusal tepkiler meydana getirdiğini ifade eden bir koyuttur…’
‘Derinlik metafizik bilginin bir özelliğidir; müziği anlarken, dünyanın en derinindeki doğasını kavrarız. Yani, müzik bir metafizik bilgi kaynağıdır ve bu yüzden, evet, bir müzik yapıtını anladığımızda, anladığımız şey derin olabilir…”[3]
Sostakoviç’in, “İçimden gelen müziği yazmamı kim durdurabilir ki? Bir kalemim, bir kağıdım olduğu sürece imkânsız, imkânsız!” diye haykırışı eşliğinde konuya ilintili olarak ekleyelim: “İyi ya da kötü müzik yoktur. İyi ya da kötü müzisyenler vardır.”[4]
Çünkü “Müzikçilerin toplumsal iklimin meteorologlarıdır.”[5]
TÜRKİYE’DE MÜZİK
Görülmesi gerek:
Türk modernizasyon projesinin en önemli ayaklarından biri müzikti. Tiyatro, sinema, plastik sanatlar, edebiyat gibi pek çok sanat dalının içinde Cumhuriyet’in kültürel modernizasyon projesine en yürekten bağlı kalmış, en çok devlet koruması görmüş, kendisini Türk modernleştirmesiyle en çok özdeşleştirmiş, ‘yeni aydın’ kimliğini en iyi yansıtan alan da müzikti.
Türkiye’nin klasik müziği bu değişim projesinin en sadık çocuğuydu ama klasik müzik maceramız Cumhuriyet’le başlamış da değil. XIX. yüzyıl boyunca giderek yaygınlaşan ve elitlerin yeni ilgi odağı olan Batı müziği, Cumhuriyet’in henüz ilan edilmemiş olduğu yıllarda kültürel alanın en renkli kulvarlarından biriydi.
15 YILLIK “MUSİKA TARİHİ” |
1924’te okullara müzik dersi kondu. Aynı yıl Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti halk konserlerine başladı. |
1925’te müzik öğrencileri Avrupa’ya gönderildi. |
1926’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Avrupa turuna yollandı. Konservatuar, Anadolu’da halk müziği derlemesine girişti. |
1927’de İstanbul Şehir Bandosu kuruldu. |
1928’de müzik teorisi kitaplarının yayımına başlandı. |
1930’da çok sesli ilk Türk eserleri radyo konserlerinde çalındı. |
1931’de Balkan Oyunları ve Müzik Festivali düzenlendi. |
1932’de sayıları 5 bine varan Halkevleri’nde müzik, folklor kolları kuruldu; bandolar, korolar, halk dansları toplulukları oluşturuldu. |
1933’te Joseph Marx İstanbul Belediye Konservatuarı’nın yeniden yapılanması için davet edildi. |
1934’te İran Şahı Pehlevi için ilk Türk operası bestelendi. Aynı yıl Milli Musiki ve Temsil Akademisi Kanunu çıkarıldı. |
1935’te Ankara’ya davet edilen Alman besteci Hindemith müziğin kalkınması için rapor yazdı. |
O raporla 1936’da Ankara Devlet Konservatuarı kuruldu. Aynı tarihte Bela Bartok, Anadolu’da türkü derlemesi yapıyordu. |
1938’de konservatuarın Şan bölümü yöneticiliğine dünyaca ünlü Alman Rejisör Carl Ebert getirildi. Askeri Mızıka okulu kuruldu. |
Ancak süreç içerisinde “bir adım ileri iki adım geri” ilerleyen, duraklayan, kimi dönemlerde sumenaltı edilen bu proje; AKP döneminde öldürücü darbeler aldı…
Konuya ilişkin olarak Ahmet Say, “Müzik sanatının bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün kadroları dağıtılmıştır,”[6] derken, bu yargısının nedenlerini de şöyle sıralıyordu:
“2005’te ilköğretimden müzik dersleri kaldırılmak istendi.
“10 bin müzik öğretmeni açığı olmasına karşın, her yıl eğitim fakültelerinin müzik bölümünü bitiren 500 öğretmen adayından 40-50 gibi çok küçük bölümünün göstermelik ataması yapıldı.
“Profesyonel müzikçi ve sahne sanatçısı yetiştiren konservatuarlara öğrenim için başvuranların sayısı, 20 yıl öncesinin yüzde 15’ine düştü.
“Konservatuvarlardan mezun olan binlerce müzikçi ve sahne sanatçısı sokağa bırakıldı.
“Devlet senfoni orkestraları ve opera bale kurumları ödenek gerekçesiyle yıkılmaya yüz tuttu…”
TÜRKÜ(LERİMİZ)
‘İnsanların Türküleri’nde Nâzım Hikmet’in,
“İnsanların türküleri kendilerinden güzel,/ kendilerinden umutlu,/ kendilerinden kederli,/ daha uzun ömürlü kendilerinden./
Sevdim insanlardan çok türkülerini,/ insansız yaşayabildim/ türküsüz hiçbir zaman./ Hiçbir zaman beni aldatmadı türküler de./
Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin./
Bu dünyada yiyip içtiklerimin,/ gezip tozduklarımın,/ görüp işittiklerimin,/ dokunduklarımın, anladıklarımın/ hiç biri, hiçbiri,/ beni bahtiyar etmedi türküler kadar,” diye betimlediği türküler(imiz) ise, Kemalist modernizasyonun müzik sıkıntılarını yaşamadı…
Özlem Taner’in, “Türküleri gariban insanların dinlediği bir müzik hâline getirdiler. Türkülerde aslında acındırma kaygısı yok, isyan duygusu var,” dediği konuda; Sümer Ezgü de şunların altını çizer: “Türküler, yaşamın ta kendisidir aslında. Herhangi bir ülke hakkında araştırma yapmak istiyorsanız, o ülkenin folkloruna bakacaksınız. Yemek, müzik, dans kültürleri, geleneksel yapıları, yaşam tarzlarını araştıracaksınız. Anadolu hakkında bilgi edinmek için de türküler çok etkili…
“Geçmişte yaşanan halk hikâyelerinde yaşam mücadeleleri duru bir dille anlatılıyor. Türküler dilin sağlıklı yaşaması ve gençlere ulaşması için de çok önemli. Yaşanan acılar, mutluluklar, savaşlar… Seyirlik oyunlara bakılırsa, geleneksel tiyatro görülür. Dilden dile bugüne dek gelen senaryoları, köylülerin son derece modern bir anlayışla bu oyunu nasıl yaşadıklarını görürsünüz. Yani şehirlerde yaşayan mutsuz ve umutsuz insanlara alternatif pencerelerdir türküler. Folklor, türküler, kültürün ta kendisidir. Türküler bizim kimliğimiz nüfus cüzdanımızdır.”
ARABESK MESELESİ
Orhan Gencebay’ın, “Çoğuna sorsanız ne demek olduğunu bilmezler,” dediği arabesk, köyden kente yönelen büyük çözülüşün ürünlerinden birisidir…
“Bir dönem neredeyse ülkenin en büyük sorunlarından birisiydi arabesk. Herkes bu ‘acayip’, ne olduğunu tam olarak kimsenin tanımlayamadığı müziğin peşine düşmüş gibiydi sanki. Üzerine tezler yazıldı, belgeseller yapıldı, nereden çıktığına dair fikirler yürütüldü. Ne var ki zaman içinde ‘arabesk’ kavramı yerini yavaş yavaş kerameti kendinden menkul ‘fantezi müzik’e bırakmaya başladı.
Günün birinde Müslüm Gürses’in ‘karşı saflarla’ işbirliği yapmasıyla da son kale de düşmüş oldu. Artık arabeskin üzerinde uzun uzun düşünülen, toplumsal kökleri sorgulanan bir olgu olmaktan çıktığını söyleyebiliriz herhâlde.
“Türkiye için arabesk, bir müzik türü olmasının ötesinde anlam taşır. Bu aşamada ‘her müzik türü, toplumun bütününde var olan çelişkilerin ve gerginliklerin izini taşır’ diyen düşünür Adorno’ya hak veriyoruz. Konuya bu açıdan bakıp, müziğin bir coğrafyanın, bir ülkenin sesli ve sansür edilemeyen tarihsel mirası olduğunu varsaymalıyız”[7] …
Arabeski, “Türk modernleşmesinin çarpık bir ‘yan ürünü’ olan bir alt kültür” olarak değerlendiren Çobanoğlu, “Sonuçta evrimine bakılacak olursa, bir meydan okuma, bir protest müzik olarak ortaya çıkan arabesk bugüne değin, önceleri kendisinden beklenmeyen ölçüde, yaygınlaşıp, değişip kurumlaştı,” diyor.
Toparlarsak: Minibüste, otobüste, caddede, sokakta; bu ülkede yaşayan hemen herkes Orhan Gencebay’ın, Müslüm Gürses’in, İbrahim Tatlıses’in şarkılarını bir yerlerde ucundan kıyısından dinlemiştir elbet…
Bu müziği duyar duymaz kimilerini koca bir hüzün kaplasa da, kimileri de bu müzik eşliğinde hoş bir seyre çıkar kendilerince. Amasyalı Sefer’in “Hakkı Baba, yalvarıyorum ‘Ben Köylüyüm’ parçasını söyle” yazılı kağıdı, Eminönü’nde zabıtalardan kaçmayı başarabilmiş seyyar kasetçiler, Müslüm konserlerinin vazgeçilmez görüntüsü kendini jiletleyen gençler, tarihi Pera Palas Oteli’nde piyano başında poz veren Kahtalı Mıçı ve daha niceleri…
Arebeskin hâli pür melâlini betimleyen ve büyük şehirlerin görkemli ve karmaşık dokusunda kendine yer edin(e)meyen arabesk tutkunlarının yanı sıra, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Emrah, Latif Doğan, Kahtalı Mıçı ve Kibariye gibi tanınmış isimler…
Ve nihayet Haluk Çobanoğlu, “Kabul etmek gerekirse arabesk parçaların önemli bir bölümü, kişiliğini tamamlayamamış acı çekerken bile kendi egosunu yücelten, düşündüğü ile eylemi arasındaki boşluğu kendine söylediği acıklı yalanlarla dolduran, kendisi ile yüzleşemeyen ‘göçmen’ bir ruh hâlini yansıtır,” derken; 1970’lerde bu göçmenlerin çoğu umutlarını ve umutsuzluklarını, ya bir Yeşilçam filminde ya da Unkapanı Plakçılar Çarşısı’nda buluyordu. 2000’lere gelince ise durum epey değişti. Arabeskçilerin çoğu kendilerini “fantezi müzik yapan sanatçılar” olarak görmeye başladı. Hatta kimileri bu sözcükten nefret ettiğini dile getirdi.
Sabancı Üniversitesi’nin arabesk kulübünün her yıl yaptığı konserlerde “İtiraf ediyoruz, biz bu müziği seviyoruz,” sloganının, konuyu tümüyle açıklamaya yeteceğine değinen Çobanoğlu şöyle devam ediyor: “Sadece arabeskte değil, bu topraklarda yapılan tüm müzik türlerinde arabesk öğeler var. Bu konuda yapılan kapsamlı bir çalışma olmasa da ne arabesk bizi bırakıyor ne de biz onu bırakabiliyoruz.
GÜNDELİK/ “POPÜLER OLAN”
“Fantezi müzik” olarak ambalajlanıp/ sunulan gündelik/ “popüler olan” hakkında söz yazarı Fikret Şeneş şunları der: “Hayatım halkımızın zevki o kadar yerlerde sürünüyor ki. Zevkler ucuzladı; basitleşti, adileşti. Halk dinlemiyor, beğenmiyor. Ama bakın eski şarkıları nasıl dinliyorlar. Demek ki insanların içinde biraz da olsa var. O kadar uzun süre sulanmamış ki içindeki çiçekler, ölmüş tıpkı sevgi gibi…”
Sormadan geçmemek gerek: “Dinleyici kabahatli de, yapımcılar sütten çıkmış ak kaşık mı? Bu sorunun cevabı için geçen yıllarda çıkan albüm bolluğuna bakın. Bir, iki başarılı örneğin dışında aklımızda hangisi kaldı.
Aklımız sıra Batı taklit edilerek ucube bir ‘müzik sanayi’ oluşturuldu. Görkemli prodüktörler, yapımcılar, burnundan kıl aldırmayan menejerler, neredeyse kırmızı halılarda arzı endamlar ve sonuç ortada. Herkes akıl küpü, bu işin uzmanı ama bir gerçeği fena hâlde unuttular.
Bu özünde müziktir ve dinlenmek içindir. Batı’dan adapte (derinliksiz gözlemlerle) yöntemlerle gruplara yön vermek istediler. Sonra bir bakıldı ki, harika bir görüntü ve ‘patlıyor’ çığlıkları.
90’lardaki ‘pop patlaması’nın yansıması 2000’lerde ‘rock patlaması’ oldu. Şu ‘patlama’lardan kurtulup, ‘yükseltme’ dönemine geçsek ya. Ama olmaz bir şeyin yükseltilmesi, çıtanın da yükseltilmesi demektir.”[8]
Görüldüğü ya da herkesin bilgisi dahilinde olduğu üzere memleketin saat ayarı popa göre yapılıyor. Petek Dinçöz, Demet Akalın, Ayşe Hatun Önal, Ebru Şimşek gibi “hem göze hem kulağa hitap edenler”le… Bu isimler ve benzerleriyle, koparılan anlık gürültüler, sonrasında kaçınılmaz olarak, “fos” çıkıyor…
Yani Murat Meriç’in ifadesiyle, “Türk pop müziği, Türk ‘fos’ müziği olma yolunda hızla ilerliyor”!
Orta yerde müthiş bir sıradanlaşma/ apolitizasyon söz konusudur…
Geçenlerde ölen “Beethoven’ın büstünü de kırmadım. Ama Beethoven, Mozart dinlemem” diyen AKP İstanbul Milletvekili, yapımcı ve sanatçı Osman Yağmurdereli, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde okurken, Beethoven’ın büstünü kırıp okulun kurucusu Zuckmayer’in piyanosuna pisleyen grubun içinde yer aldığı iddia edilenlerden…
“Beethoven dinliyor musunuz” sorusuna, “Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği’ni daha çok dinliyorum. Günlük yaşantımda Beethoven’ı, Mozart’ı dinlemem. Arabamda Zara, Kamil Sönmez, İbrahim Tatlıses, Muazzez Abacı ve Seda Sayan gibi sanatçıların CD’leri bulunur,” diye yanıt vermişti…
Tam da bu noktada Vedat Sakman şunları vurguluyor: “Eskiden bir insan, sokaktaki meselelerle alâkâsı yoksa ‘budala kendi için yaşıyor’ diye kınanırdı. Şimdi işler tersine döndü. İnsanların çok bireysel egolara döndüğü görünüyor. Sanatçının ise dışarıdaki dinamikleri bilmesi ve elinden ne gelirse yapması lazım. Bu tür dönemlerin sanatçının üretme sürecine olumlu bir şey yaptığı söylenemez. Yani her şeyde olduğu gibi rölantiye alınmış gibi bir hâl görüyorum etrafımda…”
Ancak her şey o kadar da “umutsuz” değil!
“Ürün değil şarkı yapıyoruz,” vurgusuyla Gökhan ve Burhan Şeşen ekliyorlar: “Günümüzün pop şarkıları bu nasıl satar, bu sözü koyarsak satar… gibi mantıkla düşünülüyor. Bizim gibi insanların böyle planlarla işi yok. Biz önce şarkı yapıyoruz, sonra onlar bizim dışımızda da gelişen bir şekilde pazarlanıyor ürün hâline geliyor. Ama bizimkiler hakikâten şarkı. Hiçbir şarkımızı bir albüme girsin diye yapmadık. İçimizden geliyor, yapıyoruz yani. Farkımız bu…”
DEVRİMCİ(LERİN) MÜZİK(İ)
Devrimci(lerin) müzik(i) hakkında, “Müzik dediğin tepki uyandırmalı, insanları ayağa kaldırmalı,” diyen Grup Yorum gibi düşünüyorum…
John Lennon’la yürüttüğü barış eylemleriyle hatırlanan şair, çağdaş sanatçı, müzisyen Yoko Ono, “John Lennon’la Vietnam savaşına karşı kampanyalar düzenlediniz. 40 yıl sonra ABD bugün yine savaşta. Bugünkü savaşların yaşandığı ortamla ilgili ne söylemek istersiniz?” sorusuna; “Bugün, dünle yine aynı dünyada yaşıyoruz, birçok insanın barışı istediği ve bazılarının sorunları şiddetle çözmeye çalıştığı bir dünyada. Bence mesaj hâlâ aynı: “İnsanların barış ve mutluluk içinde yaşayacağı günü umut et”.
Yine “… ‘Imagine’ parçasını Lennon’la birlikte yapmıştınız. Nasıl bir dünya hayal ediyorsunuz?” sorusuna da “Ben ve John yeryüzünde barışın, sağlığın ve mutluluğun olduğu bir dünya hayal ettik: “Tüm insanların barış içinde yaşadığını hayal et,” yanıtını verirken; neden “böyle düşündüğümü” de gerekçelendirmektedir.
Evet, burada bir an Efkan Şeşen’in ıslığını, 1980-1987 yıllarında Metris Cezaevi’ndeyken yankılanan ıslığını anımsayın… Henüz 17-18 yaşlarında bir siyasi dava nedeniyle cezaevine giren Şeşen’in müziğe yönelmesinin nedeni de ıslığının gördüğü ilgi olmuştu. Başka koğuşlarda yatanların duyabilmesi için havalandırmalara açılan pencerelerden var gücüyle ıslık çalarmış:
“Cezaevlerinde, radyo ve televizyonun olmadığı zamanlarda ciddi ciddi yayın yapardım. Mektup günlerinde, şu an belki hayatta olmayan birçok insanın, en güzel anlarının belki aracıydı ıslık. Hüzünlenirlerdi, coşarlardı. Hiç duyma şansı bulamadıkları ezgileri saatlerce çalardım. Her koğuştan duyulması için öyle bir diyafram kullanırdım ki dudaklarım, burnum, gözlerim, bütün yüzüm uyuşurdu. Hiçbir şeye sahip olmadığınız bir zamanda ıslık sımsıcacık bir şeydi…”
Bu ıslığın sıcaklığına bir de Rahmi Saltuk’un, “tavır” meselesinde işaret ettiklerini ekleyin: “Benim düşünceme göre sanatçı iktidarlarla barışık olmamalıdır, olmayandır. Her zaman iktidarla arasına mesafe koyan konumda olmalı. Ben buna hep dikkat ettim. Çünkü iktidarla bir yakınlık, hele hele bir samimiyet, bana göre sanatçılığın yara alması, gerçek işlevini yerine getirmemesi demektir. Bu tabii ki şöyle anlaşılmasın, sanatçı her iktidara düşman olmak zorunda değil, ama muhakkak mesafeli olmalı…”
ONLAR GİBİ…
Tıpkı Onlar; Ruhi Su, Ludwig Van Beethoven, Sezen Aksu, Kazım Koyuncu, Ahmet Kaya, Aşık Mahzuni, Mozart, Jacques Brel, Victor Jara gibi…
“Düşünmek, insanları hayvanlardan ayıran en büyük ve belirgin farktır. Hele de iyiyi düşünmek bir toplumda suç sayılmaya başladığı zaman, bu o toplumun suçu değil, o toplumu idare eden sistemin suçudur. Otuz beş yıllık sanat ve ozanlık yaşamımda bu suçun suçlusu olmayı çok tattım. Üzüldüm, inledim. İdamlık bir insan olarak yargılandım. Gözleri kapalı işkenceler çektim. Amma çektiklerimin hiçbirisi, beni insanı sevmekten ne doğruyu söylemekten de alıkoymadı,” diyen Mahzuni Şerif’den; tanınmış orkestra şeflerinden Nicolaus Harnoncourt’un, “Bizim onu onurlandırmamıza gereksinimi yok, ama bizim ona gereksinimiz var” diye söze başladığı Mozart’a uzanan yelpazenin bir ucunda Jaques Brel durur…
JACQUES BREL
Bir 9 Ekim’de bizi bırakıp giden Jacques Brel…
O, şarkıcı, daha çok da ozandı. Besteci ve yorumcuydu. Sözlerini kendi yazdığı, kendi bestelediği şarkıları, sahnede olağanüstü bir biçimde yorumlarken, yüreğinden kopan her sözcüğün, her notanın bedelini fazlasıyla ödediğini anlardınız. Her gözyaşının, her kahkahanın, alnında biriken her ter damlasının bedelini ödediğini bilirdiniz…
Sevmediklerine karşı eleştirisi acımasızdı: “Savaş bezirgânları”na; yaşlandıkça daha çirkinleşen burjuvalara; “asla” ve “sonsuza dek” sözcüklerini ağızlarından düşürmeyen yalancı âşıklara; “kahraman” olabilmek için savaşı özleyenlere ve gözleyenlere, “uygarlık adına gaz odalarını, idam sehpalarını, elektrikli sandalyeleri, atom bombasını keşfeden arsız maymunlara” hep öfkesini kustu.
“Kolayı seçenlere”, yani “bağışlamak için gözlerini kapayan din adamlarına”… Yani “savaş bittikten sonra, ‘bu sonuncuydu’ deyip geçmiş ve gelecekteki ölümleri görmezlikten gelip ahkâm kesen askerlere”… Yani ellerindeki nimeti bilmeyip, “aşklarını habire hırpalayanlara”… Sanki gibi yapanlara “kendinize gelin” diye haykırıyordu.
Yeryüzünü tümden değiştirmek isteyenlere ve yeryüzünde hiç ama hiçbir şeyin değişmemesini isteyenlere, “hiçbir düş, savaşı, bombaları, cinayetleri haklı kılmaz” diyor; önümüzde uzanan pisliğin ötesine bakmayı, kulaklarımızı tırmalayan öfkeli seslerinin ötesine kulak vermemizi öneriyordu…
“Serüvene koşmak için trenler bekliyorsan, güneşi yakalayıp gözlerine yerleştirmek için, beyaz yelkenlilerin seni gelip almasını bekliyorsan…
Yarına inanmak için günbatımını görmen gerekiyorsa, umudu yaşatmak için yarınları bilmen gerekiyorsa… Derin görünmek için can sıkıntısına, iyi kalpli görünmek için zayıflığa ve güçlü görünmek için öfkeye ihtiyacın varsa… Demek ki hiçbir şey anlamadın!” diyordu.
Kimi zaman öfkesini yatıştırıp af diliyordu Brel.
Sevmeyi beceremediğimiz erkek ya da kadınlar için… Bozuk para gibi harcadığımız sözcükler için… Yerine getirmediğimiz vaatler için… Attığımız nutuklar, verdiğimiz vaazlar için ve “yeryüzünde yüzbaşılardan oluşan ülkeler” için, tüm insanlardan özür diliyordu.
Neyse ki aşk vardı.
Neyse ki, tüm kötülüklere, çirkinliklere, yozluklara, öfke ve kinlere karşı aşk vardı. “Birbirimize sunabileceğimiz, paylaşabileceğimiz, yalnız aşksa…
Sabahları giydirmek, yürekleri zenginleştirmek, her yol ayırımında yolumuzu bulabilmek için yalnız aşk varsa… Silahlara karşı durmak için tek sığınağımız, tek güvencemiz, yanlış aşksa” korkmamalıyız. “Çünkü hiçbir şeyimiz olmasa bile, sevmenin gücüyle, dünya avuçlarımızdadır, dostlarım.” Sevmenin gücü sonsuzdur Jacques Brel’de.
O, sevdiğine “yağmur yağmayan ülkelerden topladığı, inci damlaları sunacaktır”; “ölümden sonra bile toprağı kazıp sevgilisinin vücudunu ışıkla ve altınla kaplayacaktır” yeter ki onu terk etmesin… Sevdiğine, yepyeni sözcükler icat edecek, ve sevdiği o yepyeni dili anlayacaktır… [9]
Jacques Brel’den söz ederken birden Kazım Koyuncu çıkar karşınıza…
KAZIM KOYUNCU
O; orkestra arkadaşlarının da kendisi gibi kafalarını kazıtmalarıyla, Yeni Melek’te hasta hasta konser verip, ardından da, bizi koyverip gittiğinde Haziran’ın 25’iydi…
Kazım’ın hastalığı, onun deyişiyle “fiyakalı hastalık”, kanserdi; Çernobil’dendi…
“Yenilikler yaratmalıyım… Cesaretimi toplayıp başka bir şeyler yapmak ve bulmak zorundayım. İnsanlar illa ki ‘beni sevsinler’ diye hareket etmek durumunda değilim. Ben böyle davrandıkça insanlarla sevgi ilişkim daha da güçleniyor.” “Herkesin beni sevmesi gibi bir düşüncem asla olamaz. Ki hayatta muhakkak bizi sevmeyen insanlar olmalı. Aksi takdirde çok ciddi sorundur diye düşünüyorum,” diyen Kazım; köklerine ihanet etmeyen, popülizmin peşinden sürüklenmeyen bir müzisyendi. Karadeniz ve Laz ezgilerini, geleneksel enstrümanlarını öne çıkardığı müziğinde değerlerinden taviz vermeyen muhalif kişiliği ön plandaydı…
Sonra, sonra da bizi koyverip gitti; Victor Jara’nın sarsıcılığıyla…
VICTOR JARA
Şili, 11 Eylül 1973… Şili’nin “Yoldaş Başkanı” Salvador Allende, Moneda Sarayı’nı kuşatan General Augusto Pinochet’in faşist darbesine karşı koyarken öldürülür.
Şili sol partilerinin büyük bir kısmının oluşturduğu ‘Unidad Popular/ Halk Birliği’ koalisyonunun adayı Allende, 4 Eylül 1970’de yapılan seçimlerde başkan seçilmişti. O, Şili halkının yoksulluktan kurtulması yolunda çalışmalarını sürdürürken uluslararası sermayenin, ABD’nin hedef tahtasındaki isim oldu.
11 Eylül 1973’de arkasına CIA’yı, Amerikan iletişim şirketi ITT’yi ve Şili’nin Allende’den nefret eden bakır sanayi patronlarını alan General Pinochet, Allende’yi devirerek ülkeyi 17 yıl boyunca karanlıkta bırakacak bir dönemi başlattı. Faşist darbenin ardından 11 Eylül 1973’de devreye sokulan “insan avı”nda, Allende yanlıları, komünistler, sosyalistler ve sendika yöneticileri tutuklanarak okullara, stadyumlara dolduruldular…
12 Eylül 1973 günü Latin Amerikalıların şarkılarını hâlâ dillerinden düşürmedikleri Victor Jara’yı ölüme götüren günlerin başlangıcı olacaktır. Şilili eğitmen, tiyatro yönetmeni, şair, şarkıcı ve müzisyen Victor Jara faşist darbenin ardından ders verdiği Teknik Üniversite’de tutuklanarak ‘Estadio Nacional de Chile/ Şili Ulusal Stadı’na götürülür.
Şili Üniversitesi’nde tanıştığı “Yeni Şarkı” akımının kurucusu Violetta Parra ile müzik çalışmalarını sürdüren, şimdilerde “protest müzik” denilen türün en iyi örneklerini besteleyen, fabrikalarda, tarlalarda, okullarda dilden dile dolaşan şarkıların hüzünlü sesi Victor Jara’dır tutuklanan. Müziğini şu satırlarla dile getirir Victor Jara: “Violeta Parra’dan teslim aldım bu duyguyu. Yapmakta olduğumuz şeylerin kıtasal değeri olduğuna, kitleleri sürüklediğine inanıyorum. Devrimci şarkı, devrimci güçtür. Bütün üçüncü dünya ülkelerinde sözü geçen güçlü bir silah…”[10]
Victor Jara’nın katledildiği o gün yani 15 Eylül 1973… Victor Jara’nın ölümüne saatler vardır. Son şarkısı ‘Şili Stadyumu’nu bestelemektedir Jara. Tutsaklar öldürülmekte, işkenceden geçirilmektedir. Birden Şili Ulusal Stadyum’unu dolduran binlerce devrimci tutsak arasında bulunan Victor Jara, gitarıyla ‘Unidad Popular’ın ünlü şarkısını, Venceremos’u söylemeye başlar: “Venceremos!/ Kıralım zincirlerimizi!/ Venceremos!/ Zulme ve yoksulluğa paydos!/Biz kazanacağız!”…
Stadyumda binlerce devrimcinin hep bir ağızdan söyledikleri bu şarkı, stadın en yüksek rütbeli gestapo subayı, Pinochet’in sağ kolu, işkenceci Albay Mario Manriquez Bravo’yu öfkelendirir. Havaya ateş emrini verir. Stadyum mermi sesleri ile inlerken şarkı hâlâ devam etmektedir. Ateş kesildikten sonra, şarkıyı söyleyeni aramaya başlayan askerler Jara’yı bulurlar ve gitarını çalamaması için önce ellerini kırarlar. Ancak Jara, şarkıyı söylemeyi sürdürmektedir. Jara’nın katili olarak tarihe geçen “Prens” lakaplı Edwin Dimter Bianchi, Jara’nın kafasını dipçikle parçalar. Bedenini delik deşik eder.
Yetmez… kollarını keserek tribünlerin önüne asarlar. Jara artık direnişin simgesi olmuştur; söylediği “Venceremos” da…
Victor Jara’nın işkence edilmiş, 44 mermiyle delik deşik edilmiş bedeni dört gün sonra Santiago Mezarlığı yakınında bulunur ve eşi Joan tarafından toprağa verilir.
Ancak o yok olmaz; artık ‘Venceremos’la her yerde; direnenlerle, başk aldıranlarladır…
Tıpkı Ahmet Kaya gibi…
AHMET KAYA
Ahmet Kaya’nın 1957 sonbaharında doğduğu şartlar düşünüldüğünde, ömrünün çoğunu sonbaharlarla geçireceğini tahmin etmek pek de güç değildi. Ne kumaş fabrikasında işçi olarak çalışan babasının dünyayı değiştirmek gibi bir iddiası vardı, ne de doğduğu şehir Malatya’nın ve ailenin kırk metrekarelik evinin dünyanın güzelliklerini rahatça görebilecekleri bir penceresi.
Aile, babanın emekli olması ve alınan emekli maaşının geçinmeye yetemeyecek kadar az olması nedeniyle Malatya’yı terk edip yeni bir iş ve çocuklar için daha iyi bir gelecek umutlarıyla İstanbul’a göç etme kararı alır.
Dönem, tüm Türkiye’de göç dönemidir. Yüzlerce otobüs ve kamyon doğudan, batıdaki şehirlere ve özellikle de İstanbul’a her gün umut taşımaktadır. Ahmet, ilk kez gördüğü denizi kocaman bir dere sanmış, eşyalarının bulunduğu kolilerin üzerinde yazan ‘Malatya’ yazısından dolayı küçümsendikleri bir şehre geldiklerini, ‘öteki’ olduğunu fark etmiştir.
Ne bildiği kültürü tamamen bırakabilir ne de İstanbul’u Malatya yapabilir. Müzikle yatıp müzikle kalkmaktadır. Halk Bilimleri Derneği’ne gidip gelmeye ve oradaki kültürel çalışmalara katılmaya başlar.
12 Eylül sabahı Türkiye, askeri marşlarla uyanır. Neredeyse tanıdığı herkes hapishanelerde ya da bilinmeyen bir yerlerdedir. 1984’e gelindiğinde Ahmet müzik şirketlerinin kapısını aşındırmaktadır.
Şarkılarının bilinen hiçbir türe benzememesi ve toplumsal mesajından korkulması nedeniyle hiçbiri albümü yapmaya yanaşmaz. Ancak Ahmet’in adı ve şarkıları dillerde dolanmaya başlamıştır. Konserlerinin umulanın üzerinde ilgi görmesi üzerine, elde kalan küçük bir parayla albümünü kendisi yapmaya karar verir. ‘Ağlama Bebeğim’ albümü yayımlanır yayımlanmaz toplatılır ve Ahmet Kaya gözaltına alınır.
İlk mahkemede hâkim, Ahmet’in ‘Ağlama Bebeğim’ şarkısındaki ‘Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluklar’ sözlerine takılmıştır. O güzel yerlerin nereler olduğunu sorar.
Yargılama kısa sürer ve Danıştay kararıyla albüm serbest bırakılır. Hiç beklenmedik bir şekilde albüm önce hapishanelerde, sonra sokakta inanılmaz bir ilgi görmeye başlar. Çoğu konserde gözaltına alınır, tutuklanır.
Aslı sorulursa Ahmet Kaya’yı, sessizlikte bir ses olarak değerlendirmek gerekir herhâlde. 12 Eylül’ün izleri henüz belirginken, 1985’te ilk albümü ‘Ağlama Bebeğim’i yayınladığında, sanat ve fikir hayatı öylesine durgun, hapishanelerde işkence gören, idam bekleyen, sürgünde çile dolduran yüz binlerce insan öylesine sahipsizdi. Bir sene sonraki üçüncü albüm, ‘Şafak Türküsü’, bu büyük kitleye adeta tercüman oldu.
Daha ortada doğru dürüst ‘Türk popu’ da yokken, Hey dergisinin listelerinin tepelerinde, bir ‘protest’ şarkıcı dolanıyordu. 1987’de ‘yorgun demokrat’lara omuz verirken, 1988’de ‘Başkaldırıyorum’la ayaklarının üzerine dikilecekti. ‘İyimser Bir Gül’ün, ‘Sevgi Duvarı’nın ardından, artık Türkiye’nin en çok dinlenen isimlerinden biri olmuştu. Solun zayıflığından bahsederken, belki de bir potansiyel olarak yüz binlerce Ahmet Kaya dinleyicisine bakmak gerekiyordu. Daha sonraları, ‘düşük yoğunluklu çatışma’nın en sert, en karanlık döneminde ‘Şarkılarım Dağlara’ diyebildi. Faili meçhuller alıp başını giderken ‘Beni Bul’ diye bağırıyordu. Mücadele nereye evriliyorsa, nerede bir haksızlık çıkıyorsa, oraya bakmaya çalışıyordu. Şimdilerde müzikte hasret kaldığımız bir hak arama, hesap sorma tavrını korumaya gayret ediyordu…
Bir cebinde Das Kapital, bir cebinde rakı şişesi, yarını belirsiz, dokunsan yanacağın bir adamdı şarkılardaki Ahmet Kaya. Müzik dünyası onu 12 Eylül’ün izleri henüz çok sıcakken tanıdı.
Ve ardından da 90’lar, Anadolu topraklarındaki bitmeyen kavgaların bir yenisinin iyiden iyiye alevlenmesiyle başlar Türkiye’de: Kürt sorunu…
‘Kürt diye bir şey yok, Kürtçe diye bir dil yok’ denilmekte ve Kürt dilinin ve kültürünün kabul edilmesi ve buna saygı gösterilmesi gerektiğini söyleyen birçok insan da vatan haini ilan edilmektedir; bunlardan biri de Ahmet Kaya’dır.
Medyanın uzattığı hemen her mikrofonda, her konserinde, her televizyon programında bu sorunu dile getirir Ahmet Kaya.
Neredeyse her albüm sonrası olduğu gibi ‘98 yılında da bu kez Magazin Gazetecileri Derneği’nin halk oylarıyla belirlediği ‘Yılın Sanatçısı’, Ahmet Kaya olmuştu. 10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının bulunduğu bir salonda ödül töreni yapılıyor, televizyonlardan canlı yayımlanıyordu. Herkes sırasıyla çıkıp ödülünü alıyordu. Sıra Ahmet Kaya’ya geldi, ‘Giderim’ isimli şarkısını söylemek için mikrofonu eline alıp şu konuşmayı yaptı: “Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klipi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.”
Yaptığı konuşmaya karşı çeşitli protesto sesleri yükselirken, Ahmet Kaya, elinde ödülü, her zamanki tavrıyla, gülümseyerek şarkısını söyledi.
Şarkısını bitirince mikrofonu bırakıp yerine doğru yönlenmesiyle bazı sanatçıların(!), gazetecilerin, magazin dünyasının bilinen isimlerinin masalarından önce yuhalamalar yükseldi ve hemen ardından sağdan soldan Ahmet’e çatal bıçak fırlatmaya başladılar. Tüm Türkiye’nin gözleri önünde, canlı yayında kameraların ve ayaklanmış insanların arasından Ahmet’in acı gülümasmesi görünüyordu.
Evet, evet vakayı adiyeden olan seri linç girişimlerinin ilk halkası belki de 1999’da Show TV’deki Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül gecesinde yaşanmıştı. Yılın en çok satılan albümü onundu, ödül ona verildi, o da hâliyle konuşma yaptı. Çıkacak albümü için Kürtçe bir şarkı okuduğunu, bir de klip çekeceğini, büyük TV kanallarının da herhâlde klibi yayımlayacağını söyledi. Sonra gelsin çatallar, kaşıklar, yuhalamalar, efelenip sahneye yürümeler, Reha Muhtar’lar, Serdar Ortaç’lar, Ebru Gündeş’ler, Şenay Düdek’ler, onuncu yıl marşları, güvenlik kordonları…
Ardından da yargılama başladı; hem de ‘Vatana İhanet’ suçlamasıyla…
16 Kasım 2000 sabahı Paris’te kaybettik ve Peré Lachaise’e Yılmaz’ın yanına gitti…
Evet Ahmet Kaya, Pere Lachaise’de, Jim Morrison’un, Laura Marx’ın, Oscar Wilde’ın, Chopin’in, Honore de Balzac’ın, Edith Piaf’ın, Yılmaz Güney’in yanında; Onlarladır, Onlardandir…
Egemen katliamın “kurbanı”dır Ahmet Kaya; tıpkı ustası Ruhi Su gibi…
RUHİ SU
“Müzik, sözdeki duygusallığı abartır, ortaya çıkarır. Bu nedenle de yanlış bir yorum abartılmış olacağından, kolayca anlaşılır,” diyen Ruhi Su eklerdi: “En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı, ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum…”
Unutmak ne mümkün?
Gençlik yıllarımızın devrimci coşkusunun basbariton perdesiydi Ruhi Su. Ezgilerimize, türkülerimize kendine özgü yorumuyla çağcıl bir içerik kazandırmış. Anadolu halkının saz tellerine yansımış yüzyıllar süren yalnızlığına savaşkan ve dövüşken bir açılım getirmişti.
Özellikle 60’lı yılların devrimci gençlik etkinliklerinde ve sosyalizm savaşımında kitleleri o gür sesiyle coşturan, alanlarda, salonlarda, fabrika önlerindeki grev çadırlarında, toprak işgallerinde sazı silahımız; sesi, gölgesinde sığındığımız bir örtü olurdu adeta. Bugün bile boşluğu doldurulamayan Ruhi Su, sadece usta bir saz ve söz sanatçısı mıydı?
Ruhi Su, bir sanatçı olmasının çok ötesinde asıl siyasal düşünceleriyle anımsanmalıdır. Çileli bir yaşamöyküsünün yanı sıra sosyalist kimliğidir öne çıkartılması gereken.
Ruhi Su’nun sanat yaşamına uzanan uzun ve dikenli yolun taşları daha doğduğu günlerden döşenmeye başlamıştı. 1912 yılında Van’da doğduğu zaman anne ve babasını hiç göremeyecek, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın tozu dumanı içinde acılı bir geleceğe doğru kulaç atacaktı. Daha çocuk yaşta öksüz ve yetim kalan ve kendisine Mehmet adı verilen Ruhi Su, bir ailenin yanında Van’dan Adana’ya geldiğinde Çukurova Fransız işgali altındadır ve burada da kendini kan ve ateş ortamında bulacaktır.
Doğuştan müziğe olan yatkınlığı nedeniyle bu alandaki uzun ve çileli yürüyüşü, onu Ankara Müzik Öğretmen Okulu’na, oradan da Riyaseti Cumhur Orkestrası’na değin taşır. 1936 yılında opera sanatçısı olarak Devlet Konservatuvarı’nda ürünler vermeye başlar.
Vedat Nedim Tör’ün desteği ile radyoda da türküler söyleyen Ruhi Su’nun devlet kuruluşlarındaki sanat etkinlikleri, komünist olduğu gerekçesiyle gözaltına alınmasıyla son bulur. Bunun yanı sıra üstüne üstlük repertuvarındaki yapıtlar genellikle Alevi türküleridir!
1952 yılının sonbaharında Türkiye Komünist Partisi ile ilişkilendirilen Ruhi Su, tiyatrodan bir arkadaşının da ihbarıyla, opera binasından çıkarken polisler tarafından alınarak Birinci Şube’ye oradan da Sansaryan Han’a götürülerek alt katlardaki hücrelerden birine kapatıldı. Burada çok ağır işkenceler gördü, tabutluğa kondu.
Büyük aşklar acılarla başlarmış… Ruhi Su ile Sıdıka Su’nun aşkı da böylesi acı günlerin ortamında filizlendi. 1950 yılının baharında başlayan arkadaşlıkları, 1952 yılının sonbaharında Sansaryan Han günlerinde daha da koyulaşıp güçlendi. Çünkü aynı gerekçeyle Sıdıka Hanım da tutuklanıp aynı günlerde Sansaryan Han’a konmuş ve birbirlerine tutuklu olduğunu, ancak beş ay sonra öğrenebilmişlerdi.
Her ikisi de Harbiye Cezaevi’nde üç buçuk yıl kaldılar ve her ikisi de sonuçta beşer yıl hapse mahkûm oldular.
Türkiye Komünist Partisi ile ilişkilendirilmesi nedeniyle tutuklanan Ruhi Su, gözaltında kaldığı süre boyunca ağır baskı ve işkencelere maruz kalır ve sonunda beş yıl hapse mahkûm olur. Bu durum, onu yıldırmak şöyle dursun, sosyalist dünya görüşü yönünde daha da bilenmesine neden olur. İçinden geldiği emek ordusunun siyasal savaşımında bir sıra neferi olarak dimdik ayaktadır; sazı ve sesi artık işçi sınıfının emrindedir ve ölene değin bu ses hiç susmayacaktır.
60’lı yıllar Ruhi Su sanatının halkla buluştuğu, kitlelerle kucaklaştığı yıllardı. Özellikle Türkiye İşçi Patisi’nin gecelerinde hep bir ağızdan söylenen türküler, salonlarda, alanlarda kitlelere verilen bir komut olurdu. İşçiler direnirken, gençler yürürken, köylüler hak isterken insanları bayrak bayrak taşıyan inancın içinde Ruhi Su Türküleri’nden de bir demet olurdu hep.
70’li yıllarda sanata dönük daha yoğun bir yaşantı gözleriz Ruhi Su’da. 1975 yılında Dostlar Tiyatrosu bünyesinde ilk üyelerini sınavla seçerek aldığı Dostlar Korosu’nu kurarak çoksesli türkü çalışmalarını başlatıyordu. Aynı yıl Sümeyra Çakır da bu topluluğa korist olarak katılacaktı. 1976 yılının sonunda “El Kapıları”, 1977’de “Sabahın Sahibi Var”, 1978’de ise “Semahlar” uzunçalarlarında Dostlar Korosu Ruhi Su’ya eşlik etti. Ruhi Su koro ile birlikte başta İstanbul, Ankara olmak üzere Anadolu’nun birçok yerinde dinletiler verdi.
İsmi yurtdışına taştı. Avustralya’da, Avrupa’da dinleyicileriyle buluştuğu etkinliklere katıldı. 12 Eylül askersel devirmesiyle koro çalışmaları da büyük ölçüde etkilendi ve kendi içinde bir sessizliğe büründü. Aslında Ruhi Su da sonsuz sessizliğine doğru hızla yol alıyordu. Rahatsızlığı giderek artıyordu.
Prostat kanseri tanısı konmakla birlikte yaşama olasılığı vardı. Yurtdışına gidip bu rahatsızlığına köklü çözümler bulmak olasıydı, ama o günün yetkilileri bu uluslararası üne sahip kültür elçimize pasaport vermediler. Verdiklerinde ise zaman çok geçti. Yaşamı acılarla, fırtınalarla geçmiş, ünü sınırlarımızı aşarak evrensel boyutlara ulaşmış bu büyük sanatçı, bu aydın ve kendisini içinden çıktığı halkına adamış politik insan, 20 Eylül 1985’te aramızdan ayrıldı. [11]
Fiziksel varlığı toprağa düştüğünde 73 yaşındaydı ve arkasında sayısız yapıtlar bırakmıştı. Daha çok cezaevinde ürettiği bu yapıtları sonradan plaklara, bantlara, CD’lere döküldü. Ölümüne değin 16 adet plak ve 11 adet uzunçalar çıkardı.
Nâzım Hikmet’in şiirlerini de ilk kez türküleştiren Ruhi Su’nun “Seferberlik Türküleri ve Kuvayı Milliye Destanı”, “El Kapıları” ile “Şiirler-Türküler” uzunçalarları Almanya’da da basıldı. “El Kapıları” Köln’de yılın “Eleştirmen Ödülü” nü aldı. 1991’de, o yılın ‘Yunus Emre Yılı’ olması nedeniyle, ABD’de bir plak şirketi “Yunus Emre” ve “Pir Sultan Abdal” plaklarını tek CD’de toplayarak yayımladı.
Ruhi Su’nun yaşadığı dönemin siyasal erklerinin tümünden baskı ve yasaklar görmüş bir ömrü trajik bir biçimde noktalamış olmasına da şaşmamak gerekir. Yaşamının son günlerinde kanser hastalığının tedavisi için yurtdışına gitmek istemine, 12 Eylül askeri darbesinin siyasal kadrolarının izin vermemiş olması, belki onu incitmiştir ama ölürken bile onuruyla topluma bir ileti vermesine fırsat yaratmıştır.
Toparlarsak: 12 Eylül darbecilerinin öldürdüğü Ruhi Su, Aziz Nesin’in deyişiyle: “Sesi güzel, işi güzel, kendi güzel, içi güzel bir insan”, Ruhi Su pasaport alamadığı, yurtdışında tedavi olamadığı için yaşamıyor artık. Darbecilerin bir “hiç” uğruna ölümüne neden oldukları, öldürdükleri Ruhi Su, yaşamı boyunca inandığı doğruları savunan, inatçı ve inançlı bir komünist olan Ruhi Su şimdi türkülerde, marşlarda yaşıyor…
Evet, güçtü bizim Bethoven’imiz olan Ruhi Su usta…
BETHOVEN
“Müzik, her türlü bilgelik ve felsefeden daha üstün bir olgudur. Benim müziğimin anlamına kim ererse, o öteki kişilerin sürüklendiği zavallılık ve yoksulluktan arınacaktır,” diyen Ludwig Van Beethoven kimilerine göre müziğin gelmiş geçmiş en büyük dâhisi, kimilerince en büyük 3B’nin ikincisi (Bach, Beethoven, Brahms), birçok müziksever ve filozofa göre insanlık devrimini kendine ülkü edinerek bunu sanatında, müziğinde içselleştirmiş büyük bir yaratıcı, senfonileriyle klasik batı müziğinin ilk anayasasını yazmış düşünürdür…
Beethoven imgesi gerek müzikte gerek sosyal tarihte bir tür toplumsal devrim ülküsünün simgesi olmuştur. Bu devrimcilik anarşik bir yıkıp yok etmeciliği ya da nihilist bir değillemeciliği değil idealizmi çağrıştırır. Köklerini materyalist bir dünya görüşünden ya da Marksist bir işlevselcilikten alan bir duruş değildir bu. Romantik söylemle içli dışlıdır. Zorbalığın karşısında duran, ezen-ezilen ilişkisinde ezilenin özgürleşmesinden yana olan, eşitlik ilkesine tutunan, kardeşliği savunan halkçı bir devrimciliktir. Bu aslında müzikte romantik dönemin içine işlemiş bir sanatsal başkaldırı ruhunun, Fransız devriminin getirdiği eleştiri ruhu ve yeni değerler anlayışıyla birleşmesinden başka bir şey değildir.
Edouard Herriot’ın Beethoven hakkında 1929’da yazdığı kitap, bu politikacı ve bestecinin ortak ülküsünü şu satırlarda ne de güzel hissettiriyor: “Bizler, Avrupa’nın sorunlarının köhne metotlarla çözülemeyeceğine inananlar, her ulusun içinde üstün kişilerin barışçı bir ortamda serbestçe yetişebileceği yeni bir yolu arayan bizler, büyük Ustanın [Beethoven] ruhuna sadık kalıyoruz. Ve öyle düşünüyoruz ki, insanlığın her üyesi eğer yüce ruhlu ise, bize sanata bağlılığı, ahlâk olgunluğunu, barış için yılmadan çalışmayı topluca öğreten bu eşsiz yaratıcıyı örnek edinmeli, öğütlerini dinlemelidir.” [12]
Yine ironik betimlemesiyle; “Tanrı bazı insanların kulaklarına fısıldıyor, benimkisine ise bağırıyor. Bu yüzden sağırım,” diyen Ludwig Van Beethoven’in yaşamöyküsünü ilk yazan müzik yazarı olarak bilinen dostu Schindler de, Onun hakkında şöyle bir saptama yapmıştır: “Beethoven, mevcut her siyasi kuruma karşı muhalefetini sonuna kadar dile getirmekten kaçınmamıştır.”
Beethoven’in (1770-1827) bestelediği yapıtlarla insanlık tarihine kazınan yıllar, Alman Aydınlanması’nın yükseliş gösterdiği dönem içinde değerlendirmemiz gerekir. Beethoven doğal olarak Fransız Aydınlanması’ndan da etkilenmiş, Voltaire, Rousseau gibi düşünür ve yazarların düşüncelerinden yararlanmış, ama daha çok Alman Aydınlanması ile beslenmiştir.
Beethoven’i Aydınlanma düşüncesinden ve bu düşüncenin toplumsal, siyasal alana uygulanmasından doğan Fransız Devrimi ilkelerinden ayrı düşünmek olanaksızdır. Mozart’ın (1756-1791) müziğinde her şey yalın, melodik, incelikli ve hoş, ondan bir kuşak sonrasındaki Beethoven’in müziğinde ise daha etkin, daha kesin, daha kararlı, kavgacıdır. Çünkü Beethoven’in soluduğu hava daha özgürdür.
Zaten 1800 yılında yazdığı bir mektupta, “Sanatımı yalnızca yoksullar yararına kullanacağım,” diyen Beethoven’nin eserlerinde “özgürlük, eşitlik, insan sevgisi” egemendi ve O hiç kimsenin dümen suyuna girmedi…
Gerçekten de Adnan Binyazar’ın ifadesiyle, “Gerçek sanatçı yalnızca çağının portresini çizmez, kendi portresinin de yaratıcısıdır o. Bilir ki, kendinden başka kimse çizemez kendi desenini; ona uyacak rengi bulup tuvale süremez. Görülüyor ki, yaşadıklarıyla Beethoven kendi çizimiyle de yetinmiyor, çağının, insanının, toplumsal duyarlığın, yurt ve insanını sevmenin bilincini da aşılıyor yüreklere…”[13]
Ve nihayet Mozart’ın, öğrencisi Beethoven için “Bu çocuğa dikkat edin. Yakında bütün dünya onun önünde ayağa kalkacak,” derken; Goethe de şunları ekler: “Şimdiye kadar Beethoven gibi içtenliğini enerjisiyle birleştirebilmiş başka bir sanatçı görmedim. Dünyanın karşısında nasıl dikilip durduğunu şimdi daha iyi anlıyorum…”
Beethoven’i Beethoven yapan dünyaya aşağıdan bakabilmesiydi; Sezen de öyleydi…
SEZEN AKSU
“Acılarım oldu herkes gibi elbet/ Herkese kısmet olmayan sevinçlerim/ Unutulmayı da göze aldım, evet/ Hayat sana teşekkür ederim!” diyen Sezen Aksu’nun “- Sizi ne heyecanlandırır?” sorusuna verdiği yanıtın “- Aşk” olmasında şaşırtıcı bir şey yoktur; tıpkı, “- Heyecanınızı ne öldürür?” sorusuna verdiği “- Mülkiyet duygusu” [14] yanıtı gibi…
Kolay mı? Aşk şarkılarının iflah olmaz şairidir Sezen Aksu…
‘Belalım’, ‘Beni Yak Kendini Yak’, ‘Bir Kış Masalı’ Onundur…
Ve Konfüçyüs’ün dediği “insanın en güzel süsü tevazu” da ondadır…
Sonra da hep politik, yani belli bir duruşu olan bir sanatçı kimliğiyle yolunu sürdürdü Sezen Aksu. O duruş, kimi zaman sanki uzaktan seyredilen, ama aslında hepimizin içinde olan bir çocuk simgesinden yansıdı “Bir çocuk gördüm uzaklarda/ Biraz çocuk, biraz adam, biraz hiçti/ Ellerinde yaşlı zaman demetleri/ Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti/ Bir çocuk sevdim uzaklarda/ Bir elinde yarın, öbür elinde dün/ Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün/ Dünyanın hâline gülüp geçti.” – kimi zaman da bir duanın söylemiyle sonraki bütün kuşaklara yönelik bir uyarı olabildi: “Ne para, ne pul, ne iktidar, ne de güç/ Bu değil gerçek, bu değil gerçek/ Bu kavga bir hayırsız düş/ Uyanır neslim, uyanır elbet/ Bugün dua ettim hepimiz için/ Yüce tanrı insanı affetsin.”
Özellikle seksenli yıllardan bu yana, politikliği, yaşamdan ve insandan yana belirgin tavır alma eğilimi hızla erozyona uğrayan bir sanat ortamında Sezen Aksu, hep kendine özgü, sapasağlam ve insandan yana çıkan bir ahlâkın temsilcisi olarak kaldı. Bu nedenle onun şarkı sözleri, insanı daha insanca bir dünyaya götürmeyi temel amaç edinmiş bir müziğin olmazsa olmaz notaları sayılır.[15]
Örneğin O, Amsterdam Concertgebouw’undaki konserinde seyircilere, “Aramızda çok saf bir şey var. İnsanlık hâli, ben de insanım, uzaylı değilim, siz beni anlarsınız diye umuyorum,” derken; yıllardır şarkılarında insanlık hâllerini anlattığı için sevilmiş olduğunun bilincindeydi…
O bizden biriydi…
“Kentsel yenilenme” vurgunu yiyen ve harabeye çevrilen Sulukuleliler ile “Sulukulemizi yıkmasınlar…”
1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Van’da sahneye çıkıp, “Yoldaşlarım, biz barışı şarkılarla kurduk… Sevgili arkadaşlarım, sevgili yol arkadaşlarım, bunu laf olsun diye söylemiyorum. Bizimkisi çok sahici bir yol arkadaşlığı. Üç kuşaktır şarkılarla dünyanın beceremediği barışı yaşamayı beceriyoruz. Kalpten kalbe köprü kuruluyor şarkı söylerken, şarkı dinlerken, bir şarkıyı, bir resmi, bir şiiri paylaşırken… Dünyanın bütün kuralları yerle yeksan oluyor…”
Ankara’daki konserinde Türkiye’nin son dönemdeki durumundan kaygı duyduğunu dile getirerek, “İnsanlar mutsuzken ben mutlu olamam… Ben tek başıma ne yapabilirim diye düşünüyorum. Bir insanın bireysel öz gücünün farkına vardığı andan itibaren yapabileceklerini düşünüyorum. Kapımızın önünü süpürürsek, hepimiz şöyle ucundan kıyısından tutarsak, inanıyorum ki çok daha güzel şarkılar paylaşacağız. Geceleri çok daha rahat uyuyacağız. İçimiz kanamayacak hiç durmadan. Olacak, sessiz kalmamanızı bilhassa rica ediyorum…” diye haykırandı…
Ötekilerindi; hep, ötelenenlerin, “öte”de kalanların yanında oldu Sezen Aksu…
Anımsayın: “1991 tarihli ‘Gülümse’ albümüne adını veren şiirin 1970’lerdeki yasadışı bir partinin kurucusu Kemal Burkay’a ait oluşunda cesaret bulanlar, ya da Aysel Gürel’in 1980’de idam edilen Erdal Eren için yazdığı ‘Son Bakış’ı yorumlayışını önemseyenler haksız değil. Ama bunları ancak bir duyarlılığın tekil dışavurumları olarak görebiliriz. Kaldı ki, kişisel olarak, Aksu’nun, örneğin Diyarbakır’a gidip Türkiye’nin bütün halklarını ve dillerini sahnede bir araya getirmek için OHAL’in kaldırıldığı 2002 yılını beklemesine ya da Cumartesi Anneleri’nin eylemlerine bizzat yer alması çok etkili olabilecekken bir kaset yapmakla yetinip bir de kendisini Cumartesi Annesi ilan edişine mesafeli yaklaşanlar arasındayım. Ne var ki, bu mesafeyi yeniden değerlendirmemizi sağlayabilecek içtenlikli şarkılar var ‘Deniz Yıldızı’nda.
Aksu’nun Hrant Dink’e ithaf ettiği ‘Güvercin’de yer alan ‘Kaldırımlar zabıt tuttu şahidiz hepimiz/ her yer tetikti’ dizelerindeki açıklık; ‘Memet’ adlı parçasında ‘Öteki de sen beriki de sen’ diyerek ‘öteki’nin adını da Memet koyuşunda ve ikisine de ‘sen yine de hep hayattan bahset’ diye seslenişindeki vicdan; ‘Tanrı’nın Gözyaşları’ adlı parçasının ‘Bir büyük gözaltı hayatımız/ ölü çocuklar coğrafyasında/ Kayıplar destanı hikâyemiz/ melekler anaların dilsiz yasında’ dizelerindeki yakıcılık asla azımsanacak şeyler değil. Sanatçının ‘öte’ tarafa gösterdiği duyarlık kayda değer. Üstelik bu şarkı sözlerinin toplamının ifade ettiği duruş, Aksu gibi sosyal, kültürel ve siyasi açıdan çok geniş bir yelpazede kitleleri etkileme gücüne sahip popüler bir sanatçı tarafından sergilendiği için de ayrıca önemli ve değerli”ydi…[16]
10 Şubat 2009 15:00:33, Ankara.
N O T L A R
[*] Çoban Ateşi, Yıl:3, No:82, 5 Mart 2009…
[1] Nietzsche.
[2] Özlem Tokuş, “Zamanın Sesi Müzik”, Başka, No:4, Ekim 2008, s.73.
[3] Aaron Ridley, Müzik Felsefesi Tema ve Varyasyonlar, çev: Bilge Aydın, Dost Kitabevi, 2008.
[4] Fahir Atakoğlu, “Müzik Benim Yaşam Biçimim”, Cumhuriyet, 7 Mart 2008, s.14.
[5] Doğan Hızlan, “Müzikçiler Toplumsal İklimin Meteorologlarıdır”, Hürriyet, 17 Aralık 2007, s.24.
[6] Ahmet Say, “Müzik Yazıları”, Müzik Ansiklopedisi Yay., 2007.
[7] Haluk Çobanoğlu, Arabesk, Fotoğrafevi Yay., 2007.
[8] Aptülkadir Elçioğlu, “Müzikte Sessizliğin Senfonisi”, Cumhuriyet Hafta Sonu, 6 Aralık 2008, s.4.
[9] Zeynep Oral, “Brel, Otuz Yıl Sonra…”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2008, s.17.
[10] Adnan Özer, Ölümsüz Şarkı Victor Jara, Yarın Yay., 1985.
[11] Sönmez Targan, “Bir ‘Ezgili Yürek’in Öyküsü”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2005, s.6.
[12] Edouard Herriot, Beethoven, Çev: Cevza Aktüze, Pan Yay., 2007, s.15.
[13] Adnan Binyazar, “Sanatçının Sorumluluğu”, Cumhuriyet Dergi, No:1149, 30 Mart 2008, s.8.
[14] “Sezen Aksu 20 Soru”, Taraf, 15 Kasım 2007, s.20.
[15] Ahmet Cemal, “Bir Sezen Aksu Kitabı…”, Cumhuriyet, 21 Aralık 2006, s.17.
[16] Ahsen Erdoğan, “Başka Bir Dünyanın Mümkünleri”, Radikal, 23 Temmuz 2008, s.20.