M. Can YÜCE / Bugün 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Eyleminin on yedinci yıldönümü. Değerlendirmeme başlarken öncelikle bu büyük eylemin kahramanları; Hayri, Akif, Kemal ve Ali yoldaşları saygıyla anmak istiyorum.
14 Temmuz çizgisi, bugün bizim açımızdan çok daha yaşamsal bir önemdedir. 14 Temmuz çizgisini kavramak, uygulamak ve bunu yaşamın her alanında, her anında; büyük bir direnişle, sorumlulukla, iradeyle uygulamak, gerçekten de yaşamsaldır ve en çok ihtiyaç duyduğumuz gerçekliktir. Tabii bu, içinden geçmekte olduğumuz sürecin özellikleriyle doğrudan ilişkilidir. Partimizin, halkımızın, devrimimizin, hatta Türkiye ve Ortadoğu halklarının, dünya sosyalist hareketinin karşı-karşıya bulunduğu ciddi tehlike iyi kavranmadan; bu tehlikenin boyutları, olası sonuçları bugünden görülmeden, 14 Temmuz'un güncel anlamı da iyi kavranamaz. İyi kavranamadığı zaman da gerekli politik duyarlılık, sorumluluk ve tavır geliştirilemez.
Bu anlamda bizim tekrar tekrar 14 Temmuz derslerine dönmemiz, 14 Temmuz çizgisini, 14 Temmuz'u 14 Temmuz yapan esas ilkeleri ve temel ruhu çok iyi görmemiz ve kavramamız gerekmektedir. Bunu kişiliğimizde, düşüncemizde, ruhumuzda yaşayarak, mücadelede ve yaşamımızda güncel olarak somutlaştırmamız kaçınılmaz bir zorunluluk olmaktadır. Şimdi güncel gelişmelere ve sorumluluklara geçmeden önce, 14 Temmuz'u 14 Temmuz yapan tarihsel koşulları, bu tarihsel koşullara verilen yanıtı ana çizgileriyle de olsa özetlemek istiyorum.
I.
Bazı olayları, gelişmeleri anlamlı ve değerli kılan, onları diğer olaylardan ayıran özellikleri; gerçekleştikleri tarihsel koşullar ve oynadıkları tarihsel roldür. Bu anlamda 14 Temmuz'u anlamak için, hangi tarihsel koşullarda gerçekleştiği; oynadığı tarihsel rol ve bunun sonuçları üzerinde durulmalıdır. Yine eylemin sonuçları nasıl değerlendirildi ve 14 Temmuz günümüze kadar nasıl yaşatıldı, nasıl bir devrim sürecine, dönüştürüldü, sorularını da cevaplamak gerekir.
12 Eylül, TC açısından kendini karşı-devrim temelinde yeniden örgütlemek anlamına geliyor. Esas özü, karşı-devrimdir. Kemalizm’in güncel sorunlara, güncel çelişkilere yanıt verecek şekilde yeniden kurumlaştırılmasıdır. Kemalizm’in 1980'nin Türkiye, bölge ve dünya koşullarına yeniden uygulaması ve yeniden restorasyonudur. Hem de en gerici tarzda, en karşı-devrimci tarzda. Bu karşı-devrimciliğin özünde, Kürdistan devrimini tasfiye etmek ve bununla birlikte Kürt sorununu yeniden betonlama, tarihe gömme politikası vardı. Bunu kendileri de itiraf ediyorlar.
Kenan Evren, darbeden sonra gazetelerde çıkan yazılarda, çeşitli vesilelerle yaptığı röportajlarda; 12 Eylül hareketine daha 1978 yılında karar verildiğini, Hilvan'da gelişen mücadelenin böyle bir planı uygulamalarına neden olduğunu çok açık belirtiyor. Tabii, Kürdistan'da gelişen devrim, yaşanan büyük uyanış ve kitleselleşme -özellikle Hilvan direnişinin de gerçekleşmesi sömürgeciliğin karşı harekete geçmesinde belirleyici olmuştur. Daha sonra yaşanan gelişmeler ise, alınan kararın somut bir planlama çerçevesinde gerçekleştirilmesinde etken olmuştur.
Burada şunu görmemiz gerekir: 12 Eylül'ün birçok hedefi vardı. Bunu bir program temelinde hayata geçirmek istiyordu. Aslında 12 Eylül, emperyalizmin de planladığı bir karşı-devrim hareketiydi. Sosyalizme karşı; Ortadoğu'daki rolünü oynama, NATO içindeki rolünü oynama, ama en önemlisi de çözülmeye başlayan devleti yeniden toparlama, örgütleme, bunun için toplumsal muhalefeti -en başta da Kürdistan'daki Ulusal Kurtuluş Hareketlerini- ezme hedefini önlerine koymuşlardı. Aynı zamanda toplumsal, ulusal kurtuluş hareketlerinin dinamiklerini yok etmek için; toplumda ve tek tek kişilikler düzeyinde koyu bir pasifikasyonu, çürümeyi, depolitizasyonu kurumlaştırmayı da amaçlamışlardır. Ayrıntılarına fazla girmeyeceğiz. Kısaca 12 Eylül darbesiyle, giderek kitleselleşen, büyüyen Kürdistan devriminin, örgütlülüğünü ve yükselen kurtuluş umutlarını tümden yok etmek istiyorlardı. Yani hedefleri sadece PKK'yi bitirmek değildi. PKK şahsında Kürtlerin tüm umutlarını, ulusal özellikleri ve bilinçleri yok edilmek isteniyordu. Çok kısa bir zaman kesitinde yoğunlaştırarak sonuçlandırmayı hedefliyorlardı.
Bunu nasıl yapacaklardı? PKK hakkındaki değerlendirmeleri şuydu; "biz esas olarak PKK'yi bitirdik. Öncü kadrolarına, örgütün ana gövdesine ve kitle temeline büyük bir darbe vurduk. Büyük bir kısmını da içeriye alarak yoğun bir sindirme ve pasifikasyon hareketini geliştiriyoruz. Bu anlamda kitleyi sindirmek bizim için zor değil. Fakat tüm direniş umutlarının, tüm direniş odaklarının söndürülmesi gerekiyor." Yani, "biz dışarıda kitleleri, halkı, köylüleri sindiririz. Ama bunun kalıcılaşabilmesi, giderek ulusal imhaya dönüşebilmesi için, hiçbir direnme odağının, kurtuluş umudunun ve bu umudu canlandıracak, alevlendirecek hiçbir güvenin bile kalmaması, sindirilmesi gerekir" diyorlardı. Onlara göre, PKK'yi bütünüyle içeri aldıklarında geriye "kılıç artıkları" kalacaktı. Ve bunlar da sağa-sola dağılarak yurtdışının kendi tuzakları içinde eriyip gideceklerdi. Dolayısıyla geriye zindana alınan PKK kalıyor. Zindan politikasındaki hesapları da şuydu: "Eğer biz zindandakileri teslimiyete çekersek ve bu temelde kurumlaştırdığımız teslimiyet ve ihaneti dalga dalga tüm topluma yayarsak; ideolojik-politik teslimiyeti giderek ruhsal teslimiyetle tamamlamış olacağız." Böylece '40'lardan sonra olduğu gibi, bir kez daha Kürt sorunu betonlanarak tarihe gömülecekti.
Dikkat edilirse burada bir ulus hedefleniyor. Bir halkın umudu, geleceği, varlığı her şeyi hedefleniyor. PKK'nin yeşertmiş olduğu ulusal kurtuluş umudunu, yurtseverleşmeyi, insanlaşmayı, devrimcileşmeyi tümüyle tersine çevirmek ve PKK'lilere direniş eğilimlerinin yanlış, hayalden ibaret ve anlamsız olduğunu yaşatmak istiyorlardı. Yani, PKK'lilere sosyalizm düşüncesinin yanlış olduğunu itiraf ettirmek, böylelikle PKK'lilerin yarattıkları değerleri, yine onların eliyle yok etmeyi önlerine hedef olarak koymuşlardı. Zaten teslimiyet ve ihanetin ya da itirafçılaştırmanın özü de buydu.
12 Eylül'den hemen sonra uygulanan yoğun bir pasifikasyonla dışarıda muhalefet kısa sürede susturuluyor, kitleler korkutularak; kendi gerçekliğinden kaçış ve bireyciliğin her türü geliştirilmeye çalışılıyor. Bu şekilde dışarının işi hallediliyor. Zindana yönelirken, programlarını hemen birden bire uygulamadılar. Yani, şunu demediler; "gelin düşüncenizden vazgeçin, Türk olduğunuzu söyleyin, geçmişinize, devrimciliğinize küfredin, tüm bildiklerinizi kusun, geleceğinizin olmadığını söyleyin" kısacası, "kendinizi yiyin, bitirin, kendi kendiniz olmaktan çıkın, bizim basit, birbirinizin yüzüne bakamayacak kadar düşürülmüş, bir eklentimiz haline gelin." biçiminde bir program dayatmadılar. Yani, hedefledikleri programın tümünü birden önümüze koymadılar.
İlk gelişleri şöyleydi: 12 Eylül'ün ilk gecesi yoklama çektiler. "Sayıma gelirken, sıraya gireceksiniz, ayağa kalkacaksınız" dediler. Tabii biz onların belirttiği gibi sırayla değil, daha önce olduğu gibi davrandık ve sayımlarını öyle aldılar. Bu henüz başlangıçtı. Gözdağı vererek psikolojik baskı yaparak; korkuyu adım adım şırınga etmeye devam ettiler. İlk gün kalabalık bir grupla gelerek "her şey değişti, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" havasını verdiler. İlk emirleri de; "ayağa kalkacaksınız" şeklindeydi. Buna karşılık biz de, "hayır, kalkmıyoruz.' dedik. Bunu bir süre dayattıktan sonra "görürsünüz" deyip gittiler. Şimdi bu ilk karşılaşmaydı. Giderek bunun dozunu yükselttiler. Saç kesme, bıyık kesme ve daha başka şeyleri de dayattılar. Suları kesiyorlardı. Su almak için hücre bölümüne giden arkadaşları yakalayıp dövüyorlardı, saçlarını, bıyıklarını kesiyorlardı veya başka yere götürüp tecrit ediyorlardı. Aynı şekilde temsilcileri de götürüp dövüyorlardı. Daha çok psikolojik baskı yönü önde olan, korkutmayı esas alan, ama adım adım tırmandırılan bir yöntem izlediler.
II.
2 Ocak 1981'de bir A.G. eylemi gerçekleştirdik. Taleplerimiz büyük, ama eylem gücümüz sınırlıydı. Bu büyük bir çelişkiydi. Dolayısıyla, eylem kimi yerde kırıldı, kimi yerde başarıldı. Ancak bununla birlikte şiddettin düzeyi de arttı. Çok daha sistemli bir biçimde yönelmeye başladılar. İstedikleri şuydu, "her sayımda ayağa kalkacaksınız, sıraya gireceksiniz, ayrıca yemeklerde dua okuyacaksınız. Birisi afiyet olsun diyecek, siz de sağ ol diyeceksiniz ve ondan sonra yemeğinizi yiyeceksiniz. Yoksa yemek yerine dayak ve işkence yersiniz." dediler. Tutsaklar üzerinde estirilen işkence terörden sonra saflaşmalar başladı. Kimileri direndi. Kimileri de "direnemem" dedi. Geçmeden bir noktanın altını özellikle çizmek istiyoruz. Biz, A.G. eylem planımızı diğer siyasetlere de bildirdik. Eylemimizin amacını açıklarken, onlara, 12 Eylül'ün ne yapmak istediğini, üzerimizde uyguladıkları politikaların hedeflerini, amaçlarını ve bunu hangi yöntemlerle gerçekleştirecekleri konusunda bir değerlendirme de yaptık. Direnmenin bizim için yaşamanın tek yolu olduğu, bunun dışında ideallere bağlı, onurlu bir yaşamın mümkün olmadığını anlattık.
O zaman bazı Kürt hareketlerinden bazı örgütlerin önemli kadroları vardı. Onların dediği şuydu; "12 Eylül Kürtler açısından katliamları gündeme getirecek bir rejimdir. Eğer biz şu anda onlara karşı bir direniş geliştirirsek, hepimizi duvar diplerinde kurşuna dizerler. Bizi yaşatmazlar. Kesinlikle bir daha dışarıyı göremeyiz. Onun için direnmek yerine, kurallara uyalım. Böylelikle belki koşullar değişir, biz de dışarı çıkar ve mücadeleye tekrar kaldığımız yerden devam ederiz." Onların anlayışı buydu ve bunun için direnişlere katılmadılar. Dayatılan ulusal imha ve adım adım geliştirilen kurallar karşısında hiçbir itirazları olmadı. Adeta bilerek, isteyerek ve sonuçlarını görerek uydular bu kararlara. Belirttiğimiz gibi, bunu kendileri için bir kurtuluş yolu, kurtuluş umudu olarak değerlendirdiler. Tabii bu ruh hali, ideolojik yaklaşımlarının bir sonucuydu. Bu tavrın götüreceği nokta da teslimiyet ve ihanetti.
Oysa biz ancak, ideallerimiz, ilkelerimiz ve amaçlarımız temelinde onurumuzla yarattığımız direniş değerlerimizle yaşayabilirdik. bizim yaşam gerekçemiz bunlardı. Bu gerekçelerimizi yitirdikten, bunlara ters düştükten sonra, yaşamanın anlamı kalmaz. Direnişin dışındaki her yol, kendi insanlığından çıkmaktır, amaçlarına ters düşmektir ve kendine karşı suçlu konuma düşmektir.
2 Ocak 1981 A.G.'den sonra, baskılar, teslimiyet programı çok daha sistematik bir biçimde günlük olarak dayatıldı. Şubat ayına gelindiğinde, -24 Şubat Esat Oktay Yıldıran'ın görevi devraldığı tarihtir- örgüt büyük ölçüde dağıtılmıştı. Koğuşlar arasında irtibat kesilmişti. Direnenler iki tecrit bölümünde (35. ve 36. koğuşlar) toplatılmıştı. Diğer koğuşlarda kurallar bütünüyle hakim kılınmış, psikolojik üstünlük düşmanın eline geçmişti. Yapılan baskı ve işkenceler sonucunda şu dayatılıyordu: "Direnerek bir şey elde edemezsiniz. Direnmenin sonu boştur. Direnmek demek, daha fazla işkence demektir" yarattıkları psikolojik baskıyla bu düşünceyi şırınga ederek; umudu, inancı kırmak istiyorlardı. Bu psikoloji koğuşlarda büyük oranda hakim kılınmıştı. Direnenler de vardı. Sayıları belki azdı. Yine de tüm merkezi kadrolar, yani örgütün esas gövdesi direniyordu. Ama, kitle ise büyük ölçüde teslim olmuştu.
Düşmanın uyguladığı yöntemler çok ilginç: Çok açık bir şekilde "ben seni ulusal olarak imha ediyorum" demiyor. Bunu alıştıra, alıştıra, sindire, sindire yapıyor. Ve böylece, direnişe, devrime, partiye ve geleceğe olan inanç ve umut giderek yitiriliyor. İnancın ve umudun yitirildiği noktada da teslimiyet başlıyor. Yaşam gerekçemiz olan bu temel değerlerimiz ortadan kaldırıldıkça, zayıflatıldıkça, içteki düzen yönler hortlatılmakta ve tüm bir kişilik parçalanması yaşanmaktadır. O zaman birey, kendi düşünceleriyle çelişir hale geliyor, duyguları farklılaşıyor. Tabii, bu ayrı bir çözümlemeyi gerektiriyor. Burada anlatmaya çalıştığımız; düşmanın kendi politikalarını adım adım, Úalıştıra alıştıra ve büyük bir planlamayla uygulamaya çalışmasıdır. Şimdi bunun görülmesi teslimiyet politikasında uygulanan bu ilk adımın doğru kavranması açısından önemlidir. '81 Ocak direnişi daha sonraki direnişlerin temeli olması bakımından önemlidir. Direniş, zaaflarından dolayı yenilgiye uğradı. Ama bunun dersleri ve deneyimi daha sonraki direnişlerin başarısında çok önemli bir etken oldu.
Esat Oktay göreve geldiğinde net olarak şu planı dayattı: Bir; "geldiğimde ayağa kalacaksınız, iki; yemek duası okuyacaksınız, üç; Türk olduğunuzu söyleyeceksiniz." Programı buydu. Tabii, tutsak kitlesi arasında bulunan halktan insanlar, köylü insanlar veya biraz daha işin bilincinde olmayan insanlarımız şöyle yaklaşıyordu: "Dua okusak ne olacak? Türk olduğumuzu söylesek, sanki Kürtlüğümüzü mü yitireceğiz?" veya işte "subay geldiğinde ayağa kalkarsak ne olacak, bizim evimize de geldikleri zaman kalkmıyor muyuz?" diyorlardı. Yani bizim geleneklerimizi de şu şekilde tersine çevirmeye, bize karşı bir silaha dönüştürmeye çalışıyorlar. İşte "sizin evinize dışarıdan bir yabancı geldiği zaman ayağa kalkmaz mısınız?" diyorlardı. Hem işkence uygulanıyor, hem de geleneksel değer yargıları bu şekilde ters yüz ediliyordu.
Bu noktada işin bilincinde olmayan arkadaşların "kalksak ne olacak" tarzındaki soruları da aslında, direnişin beyinde ve yürekte yitirilmesidir. Ya da yitirilme sürecinin başlamasıdır. Çünkü burada sorun, ayağa kalkıp kalkmamak, Türk olup-olmadığını söylemek değil, sorun bir teslimiyet programıdır ve ondan sonra gelecek adımlardır. Sorun bu üç kuralla sınırlı kalsa ve ondan sonra sen yine kendi amaçlarına, ilkelerine, değerlerine göre bir yaşamı sürdürebilirsen, o zaman onurlu yaşamını korumak uğruna taviz vermiş olursun. Daha sonra yine kendi ilkelerine göre siyasal ve ulusal kimliğinle çelişmeyen, onurlu bir yaşamı sürdürürsün ve düşman da sana saygı duyar. Bu temelde verilen bir taviz anlaşılırdır. Ama burada yaşanan böyle değil.
Sorun burada ideolojik-politik ve ruhsal olarak teslim olmaktır. Teslim olduktan sonra da teslim olanları her türlü politikaya açık hale getirmektir. Henüz ihanet, itirafçılaştırma ya da buna dönük bir zorlama yok. Sadece belirttiğimiz üç kural var. Ayağa kalkacaksın, yemek duası okuyacaksın, Türk olduğunu söyleyeceksin. Direniş ve teslimiyet üç noktada düğümleniyor. Belki, denildiği gibi bu üç kural sözcük düzeyinde fazla anlamlı değildir. Ama bu kavramlara politik açıdan yüklenilen anlam çok önemlidir. Aslında bu üç nokta devrim ile karşı-devrimin ulusal kurtuluş ile ulusal imhanın çatıştığı, düğümlendiği odaktır. Bu yüzden de "kesinlikle hayır.'" diyerek kabul etmiyoruz. Çünkü bu üç kurala bindirilen temel politik anlamın ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Belki, henüz tüm dehşetiyle görmüyoruz veya bu derinlikte hissetmiyoruz. Ama düşünce düzeyinde tespit etmede zorlanmıyoruz. Bu konuda hiçbir hata veya eksiklik yaşamıyoruz. Dolayısıyla da tek seçeneğimiz olan direnişi tercih ediyoruz.
Direniş, ölüm orucu ile takviye edildi. Mart'ın hemen başında Ölüm Orucu başladı ve 45 gün sürdü. Eylem sürecinde yapılan görüşmelerde, sorun bu kez tek noktada düğümlendi. Esat Oktay bizzat kendisi şunu söylüyordu. "Geldiğimde ayağa kalkın, gerisi kolaydır. Buna karşılık ben de size işkence yapmayacağım ve savunma hakkınızı tanıyacağım, bunun için gelin Ölüm Orucunu bırakın." Tabii bunun arkasındaki planı ve söylenenlerin bir aldatmacadan ibaret olduğunu görüyorduk. Ancak sonradan direniş kırıldı ve yenilgiye uğradı. O süreçte mahkemeler açıldı. Mahkemelerin açılmasıyla birlikte bu kez tutsakların tümüne birden yönelmiyorlar. Bunun yerine parça parça düşürmeye çalışıyorlar. Artık direnişin de sonlarına gelmişiz. İlk olarak Diyarbakır grubunu götürdüler mahkemeye. Dönüşte tutsaklar yoğun işkence, psikolojik baskı uygulamalarıyla teslim alınmaya çalışılıyordu. Teslimiyet dayatmaları sonucunda, ilk veya ikinci günde, sayı (yanılabilirim, ama büyük ihtimalle birinci gündü) 3 kişiye düştü. İkinci veya üçüncü günde ise bir kişiye düştü.
III.
O dönem mahkemeler bizim açımızdan çok önemliydi. Hayri arkadaş bunu özellikle vurguluyordu. Mahkemelerde PKK'yi savunmak, PKK'nin haklılığını, meşruiyetini ortaya koymak, ulusal kurtuluş mücadelesine olan inancımızı ortaya koymak, bunu tarihe halka mal etmek çok önemlidir. Bizim açımızdan en büyük tarihsel ve güncel görev budur. Eğer biz kazanmak ve geleceğimizi kurtarmak istiyorsak, bu çizginin haklılığını, meşruiyetini, başarma umudunu, inancını mahkeme kürsülerinde dile getirmek zorundayız. Bununla birlikte, ortaya çıkış koşullarımızı, ideolojimizi, programımızı, kısaca çizgimizi bütün boyutlarıyla çok kararlı bir biçimde ortaya koymak ve savunmak zorundayız.
Çünkü bu bizim için en büyük sınavdır. Bu anlamda savunmalar, partimizin kadrolarımızın ve savaşçılarımızın samimiyetinin, tutarlılığının, ciddiyetinin denek taşıdır. Biz bunu başarmazsak inandırıcı olamayız. Düşüncelerimizin doğruluğunu, haklılığını kitlelere anlatamayız; dolayısıyla devrimi geliştiremeyiz. Bu anlamda savunmalar bizim açımızdan çok önemli ve yaşamsaldır. Bir de bizim davamız Ortadoğu'nun en büyük davasıdır, uluslararası boyutları olan bir davadır. Kürdistan konumundan dolayı emperyalizmin genel saldırısının odağı durumundadır. Aynı zamanda sosyalist cephenin de önemli bir noktasıdır. Bu bakımdan biz bu cepheden sosyalizmi, devrimi, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesini militanca savunmak zorundayız. Ancak yargılanmak, mahkum edilmek istendiğimiz mahkeme kürsülerini, TC'yi, emperyalizmi ve tüm gericiliği, mahkum edeceğimiz bir kürsüye dönüştüreceğimizi bildikleri için, yani yargılamanın esas yargı gücü haline geleceğini bildikleri için bu olanağı kapatmak istiyorlardı. Uygulanan tüm baskıların ve işkencelerin önemli bir nedeni de budur.
Mahkemeleri bizim için bir mahkumiyet ve bu mahkumiyeti de ideolojik-politik bir bitişle tamamlamak istedikleri bir kürsü olarak değerlendirmek istiyorlardı. Zindanlardaki baskıların en büyük amacı budur. "Mahkeme, PKK ile TC arasındaki savaşın en önemli muharebesi olacaktır. Belki sonucun tayin edilmesinde çok önemli bir rol oynayacaktır" diyordu Hayri yoldaş. Bu anlamda mahkeme savunmalarına çok büyük önem veriyordu. Bütün direnişlerde en önemli taleplerimizden biri, savunma hakkı önündeki tüm engellerin kaldırılması bu konuda olanakların sağlanması, yazılı savunma için tüm belgelerin içeriye alınması yönündedir.
Diyarbakır mahkeme sürecinde şunu da belirtiyordu Hayri yoldaş. "Mevcut direnen güçlerimizle şu aşamada bir statü kazanma olanağımız yoktur. Ama bu durumumuzla mahkemelerde gerekli savunmayı yapamıyoruz. Bu kadar önemli olan bir konuda da yetersiz kalıyoruz. Olanak vermiyorlar. Bu anlamda savunma hakkının verilmesi koşuluyla belli kuralları kabul edebiliriz." Kuralara uymayı bu gerekçeyle kabul etmişti. "Savunma haklarımızı versinler, asgari düzeyde de olsa biz orda PKK'yi savunmalım, bize yöneltilen suçlamaları reddedelim. Ayrıca TC'nin zindan politikasını, Kürdistan politikasını ve 12 Eylül'ü teşhir edebileceğimiz, buna karşı tavır geliştirebileceğimiz bir savunma tutumu içinde olalım. Eğer bu olanakları yakalayabilirsek, geçici olarak, kurallara uymaya bile razıyız." diyordu.
Tabii kurallara uyulmasında esas neden bu değildi. Ama Hayri arkadaşımızın düşüncesi buydu. Gerçekte yenilgide daha farklı etkenler de vardı. Aslında direniş bitti demek de doğru olmaz. Direniş yenildi, ama bitmedi. Başka biçimlerde devam etti. O süreç gerçekten çok ilginç ve önemli derslerle doludur.
Orada şunu gördük: Biz direnirken, koğuşlar çok rahattı, koğuşlara çok fazla yönelmiyorlardı. Genelde direniş yenilgiye uğradı, bu sefer bizi biraz dinlendirmeye aldılar. Başta çok şiddetli yönelmediler. Ama bu kez koğuşlara yöneldiler. Sadece işkence de değil, onur kırıcı ne kadar uygulama varsa, adım adım uygulamaya başladılar. Klasik tarzda olduğu gibi sadece işkence ve ezme politikasıyla saldırmadılar. Daha başka yöntemler geliştirdiler. Adım adım geliştirilen teslim alma planının bu aşamasında tutsakların insani kişiliğini, insani değerlerini, onurunu çiğnemeye yönelik bir uygulama söz konusuydu. Uygulamaların özünde, bireyi insanlığından çıkarma hedefi vardı. Kısa bir süre sonra, bize de peş peşe Úkurallar dayatılmaya başlandı. Öyle ki, yaşamın tüm alanı, her ayrıntısına kadar kurallardan ibaret kılındı, kurallarla ilişkilendirildi. Bu noktadan sonra şunu daha net gördük: Direniş yenildikten sonra uygulanan kurallar, irademizi, inisiyatifimizi dar bir alanla sınırlayan ve bizi amacımızla ters düşüren bir duruma yol açtı. Savunma yapmak amacıyla kurallara uyuluyor ama, kurallara uymak bu olanakları yaratmıyor. Tam tersine varolan olanaklar da elden gidiyor veya çok sınırlandırılıyor. Mahkemelerde savunma yapmayı ve devrimci tutumu engellemek için akla, hayale gelmeyecek işkenceler yapıyorlardı. Mahkemeye gidiş-geliş sırasında yapılan işkenceler, zindanda yapılan işkenceyi kat be kat aşıyordu.
Hayri ve Mazlum arkadaşlar, M.K. üyeliğinden yargılanıyorlardı. Bundan dolayı "biz bütün davalardan sorumluyuz, dolayısıyla bütün davalara çıkmak zorundayız" diyorlardı. Mahkeme heyeti de bunu kabul etmek istiyordu. Arkadaşlar bütün işkenceleri göze alarak, her gün bu davalara katılıyorlardı. O zaman her mahkeme aşaması, kesintisiz bir ay sürebiliyordu. Tutuklanan gruplar kalabalıktı ve davalarını her aşaması oldukça uzun sürüyordu. Örneğin, sorgu aşaması bir ay sürüyordu. Ama daha sonra bu grupları parçaladılar. Artık mahkemeye toplu olarak çıkarmıyorlardı. Diyarbakır Ergani grubunu bir süre birlikte çıkardılar, bunları da daha sonra ayırdılar. Bunların dışında Hilvan, Siverek, Mardin ve Batman grubu ile dört grup vardı. Bu dört grubu da ayrı ayrı çıkarıyorlardı mahkemeye. Her birisi de günlerce sürüyordu. Bu günlerin her biri, zindandaki uygulananın çok ötesinde yoğun işkencelerle doluydu. Savunma yapmak için, başta bu işkenceleri göze almak gerekiyordu. İşte, Hayri, Kemal ve Mazlum arkadaşlar, bu işkenceyi göze alarak her gün mahkemeye çıktılar.
Arkadaşlar, o vahşet koşullarında mahkemede bir şey söyleyebilmek, hem genel gelişmeleri izlemek, hem de Parti aleyhine ortaya çıkabilecek gelişmeleri eleştirmek, partiyi savunmak, ideolojik-politik çizgimizi ortaya koyabilmek için bütün bu işkenceleri göze aldılar. Bu, tarihte eşi az görülen büyük bir direniştir. Bir sözcüğü söylemek için, insanlık dışı işkenceleri hakaretleri göze almak ve bunu günlük olarak yaşamak, gerçekten de başlı başına büyük bir direniştir. Ama görüldü ki, bütün bu özverilere, olağanüstü fedakarlığa, cesarete ve büyük direnişe rağmen arkadaşlara söz hakkı verilmiyor. Dolayısıyla bu koşullarda asgari ölçülerde bile savunmanın yapılamayacağı anlaşıldı. Elbette sorun sadece savunma yapıp-yapmamak da değildi. Sorunun özü çok açıktı: Topyekün bir teslimiyet dayatılıyordu. İdeolojik-politik teslimiyet, itirafçılaştırma, tüm değerlerine, varlığına, umutlarına, inançlarına, geleceğine, ters düşürülme politikalarının giderek fiili olarak uygulanması da söz konusuydu. Bu noktada önemli bir paradokstan söz etmek gerekiyor. Belli bir çerçevede kurallara uyuluyor. Bu henüz ideolojik bir teslimiyet ve inançlarından kopmak değildir. Ama, ortaya paradoks bir durum çıkıyor. Örneğin, cezaevinde bir kural olarak, Türk olduğunu ve Türklük marşları söyleniyor. Mahkemede ise, tamı tamına bir ilke savunuluculuğu yapılıyor. PKK ideolojisi, politikası ortaya konuluyor. Partiye yönelik tüm saldırılara karşı tavır konuluyor. Ama karşılığında da mahkeme salonundan, koğuşun kapısına kadar göz açtırmayan fiziki ve psikolojik işkencelere maruz kalınıyor. İşte direniş açısından paradoksal dediğimiz durum budur.
Şu çıkıyor ortaya: Kurallara uymakla -ki, bu bir ölçüde teslimiyettir- sorun bitmiyor. Düşman bu noktadan sonra daha fazlasını istiyor. Koğuşlarda uygulanan işkence ile tutsaklar adeta insan olmaktan çıkarılıyor. Bu konuda bir örnek vermek istiyorum. Havalandırmaya çıkarıyorlar, havalandırmada lağım çukurları var. Herkesin o koyulardaki insan pisliklerini birbirine sürmesi gerekiyor. Bazıları "kurnaz" davranarak bunu yapmıyorlar. Ama koğuşa giderken bakıyorlar ki, gardiyan tek tek tutsakların üzerini kontrol ediyor, kontrol sırasında üzerinde pislik olmayanlar daha büyük bir pislik seansına alınıyor. İlk seansta "kurnaz" davrananlar, bu kez başka arkadaşın üzerindeki pisliği alıp, kendine sürüyor.
Burada insanların düşürüldüğü durum, yaşadıkları utanç durumu çok dehşet vericidir. Bu bir insanlıktan çıkarma operasyonudur, insanlıktan çıkarma politikasıdır. Birey sadece Kürtlüğünden, devrimciliğinden çıkarılmıyor, en temel insanlık değerlerinden uzaklaştırılıyor. Onuru ayaklar altına alınıyor. Gerçekten büyük bir utanç içinde bırakılarak kimsenin yüzüne bakmayacak kadar bitirilmeye çalışılıyor. Dikkat edilirse tüm bu düşürülme, onursuzlaştırma, insanlığından çıkartma çabaları, finale oynamaya dönüktür. Nedir o final? İhanettir.' İtirafçılaştırma, kendini bütünüyle kusma ve o kusmuğu bütün bir topluma saçıp, toplumu da bu temelde teslim alma ve bu teslimiyeti kalıcı bir şekilde kurumlaştırmadır. Hedef budur. İşte bu noktadan sonra planları şöyleydi: "Tamam biz kuralları oturttuk, direniş savunmalar boyutunda sürse de, bunu da kırmanın yolu; mahkemeleri ulusal imhanın yayıldığı, geliştirildiği bir karşı-devrim kürsüsü haline getirmektir. Bunun için de itirafçılaştırma politikasını geliştirmeliyiz" dediler. Ve planlarını uygulamaya başladılar.
IV.
'81 sonu ile '82'nin başları itirafçılaştırmanın çok yaygın ve şiddetli bir biçimde uygulandığı süreçtir. Bu uygulamayı da hemen topyekün olarak dayatmadılar, yine tek tek bireyler üzerinde hesap yapıyorlardı. Kendilerince bireyleri tahlil ediyor; sorgu sürecinde o günkü duruşuna kadar ki çizgisini inceleyerek, zaaflarını tespit etmeye çalışıyorlardı. Kendilerince zaaflı gördükleri ve sonuç alabileceklerini düşündükleri kişilerin isimlerini bir listeye de toplayarak, onları itirafçılaştırmaya çalışıyorlardı. Tabii, bu öyle bir itirafçılaştırma ki, kesin sonuç almak istiyorlardı. Bu anlamda gözlerine kestirdiklerini düşürmeye çalışıyorlardı. Kısacası bu süreçte zindanlarda, teslimiyet, korku, çaresizlik ve umutsuzluk egemendi.
Elbette kimse bu durumu kabul etmiyordu, ama çıkış da bulamıyordu. Bir yandan direnişe, Ölüm Orucunun doğruluğuna inanılıyor, ancak diğer yandan, kendine güvensizlik, inançsızlık yaşanıyordu. Başarabilme konusunda inançsızlık vardı. "Başarabilir miyiz, başaramazsam ve çok daha kötü durumlara düşerasm ne olur?" "Şu anda içinde bulunduğumuz durum kötüdür, ama kötünün kötüsü, beterin beteri de var. Ya başaramazsam, o zaman ne olur" kaygısı taşınıyordu. Şu da çok açık görülüyordu. Düşman hiçbir şeyle yetinmiyor, bu konuda sınır tanımıyordu. Dayattıkça dayatıyordu. Atılan her geri adım, yeni dayatmaları beraberinde getiriyordu. Dolayısıyla, inancın zayıflaması, "daha kötü olurum" endişesi olsa da, başarma zorunluluğu da çok net görülüyor. Düşmanın azgın dayatmaları başka bir seçenek orta bir yol bırakmıyor. Birey, başaramadığı noktada ihanetin de ötesine düşeceğini çok iyi görüyor. Bu durumda ölmesini bilmek de gerçekten bir başarıdır. Başarıdır çünkü, kazanamadan yaşamak, ikinci bir teslimiyet ve her şeyin bitişi demektir. Bu düşünce kişiliklerde büyük bir iç çatışmaya yol açıyordu. Bütün bu düşman dayatmaları, teslim alma, ulusal imha ve yoğun işkencelerin yarattığı ruhsal durum, beyinlerde ve yüreklerde büyük bir savaşa yol açıyordu. Çelişkiler yoğun olsa da, tereddütlerin yarattığı çözümsüzlük vardı.
Arkadaşlar yeni bir Ölüm Orucunun örgütlendirilmesi üzerinde düşünüyor. Bunun hazırlığını yapıyorlardı, ama henüz somut bir tasarıya dönüşmemişti. Bunun nedeni belirttiğimiz tereddütlerdi. Bunun yanında başka etkenler de vardı.
İşte tek tek bireylerde yaşanan bu çatışmaları çözüm yoluna sokacak çıkış gücüne dönüştürecek bir kıvılcıma, bir ışığa ihtiyaç vardı. Mazlum yoldaşın eylemi böylesi bir kıvılcım rolünü oynadı. Çıkış yolunu gösterdi. Mesaj çok açıktı. İçinde bulunduğumuz durum, yaşadığımız açmazlar aşılmadan, düşman politikası geri püskürtülemezdi. Bu anlamda eylem, yapılması gerekenler konusunda kesin bir tavırdı da. Düşman bizim yaşamımızı bizi teslim almada, kendi gerçeğimize ihanet etmede bir silah olarak kullanıyordu. O zaman bu silahı düşmanın elinden alıp düşmana doğrultmamız ve düşman politikalarını vuracağımız bir silaha dönüştürmemiz gerekiyordu. Mazlum yoldaşın eyleminin Úanlamı budur. Bu eylemi aslında Kürdistan tarihinin o binlerce yıllık direniş ile teslimiyet, ihanet etme ve Kürdistan'ı egemenlik altında tutma politikasının zindandaki çatışmasıdır. Böylesi tarihsel bir çatışmada çözüm yolunun ortaya konulması çok önemliydi.
O güne kadar mahkemelerde takınılan tavırların yetmediği görüldü. Düşman politikalarının geri püskürtmek, ulusal imhanın önüne geçmek için ideolojik-politik bir duruşun ve bunun pratik eylem gücünün ortaya konulması gerekiyordu. Mazlum yoldaş eylemiyle bunun başarılabileceğinin umudunu, inancını geliştirdi. Kısacası içinde bulunduğumuz çıkmaza son noktayı koydu ve aştı. Bu eylem artık teslimiyete, ihanete dur demekti. Bütün yurtseverleri, devrimcileri, PKK'lileri direnişe çağırma kıvılcımıydı.
Dikkat edilirse, burada mücadele dar bir boğazda boğdurulmak isteniyordu ve bu bir halkın varlığını, yokluğunu ilgilendiren bir dar boğazdı. Bu anlamda oldukça tehlikeli bir dönemeçti. Kurtuluş ya da tükeniş, bu darboğazın açılıp-açılmaması noktasında düğümleniyordu. İşte kahramanlık dediğimiz olay da budur aslında. Toplumlar tarihinde ve diğer dünya devrimlerinde de böyle gerçekleşmiştir. Bir halk, bir topluluk, bir parti ölüm-kalım anında bir ışığa bir çıkışa, mücadeleye ihtiyaç duyar ve o mücadeleyi bir kişi yaparsa, işte bu bir kişi yaptığı mücadeleyle bir tarih yazar. Bir topluluğa veya bir halka çıkış yolunun gösterir. Bu anlamda bireysel bir kahramanlık değildir. Sosyalist ideolojiyi savunmak ve korumak için bütün insanlık adına gerçekleşen bir kahramanlık eylemidir.
Dikkat edilirse burada "Berxwedan Jiyane" şiarı tek yaşam seçeneğidir. Direnişin dışında bir yaşam şansı yok. Bu yüzden "Direnmek Yaşamaktır" sözünü bireysel veya dar sosyal anlamda düşünmemek gerekir. Sözcüğün gerçek anlamıyla, ulusal, toplumsal yaşam koşullarının yaratılması ve yolunun açılması olarak düşünülmelidir. Burada direniş ve yaşamın diyalektik ilişkisi çok önemlidir. Ve doğru kavranması gerekir. Deneyimlerde görüldüğü gibi, düşmanı geriletecek, politikalarını boşa çıkaracak tek seçenektir. Direniş çizgisi buydu. Hareket noktası bu esas çizgiye dayanmak koşuluyla bazı durumlarda kimi taktik adımlar atılabilir ki, direniş pratiğimizde bu da vardı. Bu tür adımlar direniş sürecinde soluk alma olanaklarını geliştiriyor, ama tabii ki, inisiyatif elde olmak koşuluyla. Geri adım atılsa bile, amaca, siyasi kimliğe uygun bir yaşam ve mücadele çizgisi hiçbir zaman yitirilmiyor. Dolayısıyla, o geri adımlar bile temel ve yaşamsal olanı korumak için atılıyor. Direnişi de dar anlamda kavramamak gerekiyor. İdeolojik-politik, ruhsal olarak ideallere bağlı bir yaşam seçeneği olarak algılamak gerekiyor. Direniş, yaşamı kazandıracak, düşmanı geriletecek tek seçenektir.
Bunun dışında teslimiyete yel açabilecek bütün geri adımların götüreceği nokta ihanet ve tükeniştir. İşte sözünü ettiğimiz reformist grupların durumu böyleydi. Örneğin, bir örgütün lideri, Esat Oktay Yıldıran'ın köpek bakıcısı olmuştu. Yine onların kaldığı koğuş, Esat Oktay'ın en gözde koğuşuydu. Hatta ödül olarak onlara TV de vermişlerdi. Burada düşmanın amacı, şuydu; aslında onlara çok büyük değer vermedikleri açıktı. Onların gerçekten de, ne Esat Oktay'ın ne de genel olarak düşmanın tüm güçleri nezdinde zerre kadar saygınlıkları, itibarları yoktu. Buna rağmen, TV ve daha bir çok şey veriyorlardı. Çünkü onları teslimiyete özendirmeye çalışıyorlardı. Yani düşmanın sunduğu bir takım olanaklar, onları daha kötü bir noktaya çekmek içindi. Diğer yandan belli bir direniş olduğu zaman da, -bırakalım fiili direnişi, direniş potansiyeli bile olsa- bunu kırmak için de böyle özendirici yaklaşımları oluyordu.
Ama biz yine kendi pratiğimizden, Diyarbakır deneyimlerinden de biliyoruz ki, direnişin yenilgiye uğramasından sonra en onur kırıcı, aşağılayıcı, insanlıktan çıkarıcı işkenceleri; direnmeyenlere karşı yapıyorlardı. Örneğin, 35. koğuşta kimi onur kırıcı yaklaşımları dayatmak istediler. Ama tepkiyle karşılaştılar. Bu durumda geri çekilmek zorunda kaldılar. Direnişin yeniden alevlenmesini önlemek için bundan vazgeçtiler. Aynı zamanda daha saygılı ve ölçülü davranıyorlardı. Fakat kendisinde zerre kadar direnme umudu kalmamış kişilerin düşman nezdinde hiçbir saygınlığı hiçbir yaptırım güçleri yoktu. Bir eşyanın bile değeri vardı, ama onların değeri yoktu düşman karşısında. Çünkü bitmişti, tükenmişlerdi. Düşman, kendisine karşı koyacakları en küçük bir olanaklarının dahi olmadığını görmüştü. Bu anlamda bu gerçekliği çok iyi görmek ve anlamak gerekiyor. Hele daha sonraki mücadele pratiği değerlendirildiğinde, direnişin, devrimci ulusal kurtuluşçuluğun, devrimci mücadelenin Kürdistan toplumunda neler yarattığı, yine devlet yapısı üzerinde, Kemalizm üzerinde nasıl darbeleyici, çözücü bir rol oynadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bunların, ayrıntılarına girmeye gerek yok.
Mazlum arkadaşın eyleminin ardından Dörtlerin eylemi gerçekleşti. Dörtlerin eylemi, artık kurtuluş yolunu çok kesin net ve geri dönülmez bir biçimde ortaya koydu. Tehlike çok büyüktü. Şahsımızda bir ulusun kurtuluş umutları yok edilmek isteniyordu. Halk olarak, çatlatılan beton mezara yeniden ve daha kalın betonlanarak gömülmek isteniyorduk. Tehlike bu denli büyüktü. O zaman en büyük görev, bu tehlikeye karşı direnmekti. Bunun için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Dörtlerin eylemlerine rağmen, itirafçılaştırma politikası daha da yoğunlaştırılarak sürüyordu. Yıldırım Merkit ve diğerlerinin itirafları başlamıştı. Diyarbakır ve Mardin gruplarında da itirafçılar vardı. O süreçte Ölüm Orucu kararı kesinleşmişti artık. Ama henüz başlamamıştı. İtiraf edenlerle savunma yapanlar arasında bir saflaşma yaşanıyordu. Parti zaten savunuluyordu ama, bu konuda tereddüt içinde olanlar vardı. Onlar da savunma çizgisinde netleşmeye başladılar. Bu ayrışmayla birlikte bir direnme eğilimi de giderek gelişme olanağını buldu.
V.
14 Temmuz'a geldiğimizde artık mevcut direnme düzeyiyle düşmanın politikasının boşa çıkarılmayacağı daha net anlaşıldı. Artık tarihi bir kararla tüm bu direnişlerin zaferle sonuçlandırılması, doruklaştırılması gerekiyordu. Çünkü bu dönem itiraf ve ihanet politikasının dorukta yaşandığı bir dönemdi Ulusal imha politikası sonuca götürülmeye çalışılıyordu. Buna kesinlikle müdahale edilmesi gerekiyordu. Bu tarihsel müdahale 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Eylemiyle yapıldı. 14 Temmuz, Kürdistan'a dayatılan sömürgeci politikaların, en son olarak TC'nin geliştirdiği ulusal imha politikasının cepheden karşılanmasıdır. Özellikle zindanlarda yoğunlaşan 12 Eylül vahşetine karşı bir zafer abidesidir.
Yukarda vurguladığımız gibi zaferi kazanmak zorundaydık. Kazanmanın dışında bir seçeneğimiz yoktu. Bu zafer sadece tarihi bir zafer değil, aynı zamanda geleceği de o günde kazanmaktı. Geleceği en azında asmbolik bir düzeyde, embriyon düzeyde kazanacak, zaferi bu düzeyde kesinleştirecek bir eylem olmak zorundaydı. Bu anlamda "başardık, başardık" sözünü sadece direnişi başlatmanın işareti, bunun başarısı olarak düşünmemek gerekir. "Başardık, başardık" sözcüğünü ulusal imhaya karşı atılması gereken bir adım, verilmesi gereken tarihi bir karar ve bu tarihi kararın zafere götürülmesi anlamında söylenen bir söz olarak algılamak gerekiyor. Arkadaşlar kesin ikirciksizdiler. Kazanmanın dışında en ufak bir duyguları, düşünceleri yoktu. Bunun için kendilerini tamamen amaçlarına, ilkelerine kilitlemişlerdi. Oynadıkları rolün tarihsel bilinci içindeydiler. Kürdistan halkının, partinin geleceğinin o adımda düğümlendiğini çok iyi biliyorlardı. Bunun için tek bir nokta haline gelmişlerdi. Duyguda, düşüncede tek bir nokta, tek bir irade ve tek bir odak haline gelmişlerdi. Amaçlarına kilitlenerek, sınırsız bir feda ruhu ile kendilerini adama ve ideallerine bağlanmayı yaşadılar.
14 Temmuz eyleminin özü, 12 Eylül'ün Kürdistan ve PKK politikasının boşa çıkarılması, tersyüz edilmesidir. Bunun karşısında PKK ideolojisinin, PKK'nin öncülük ettiği UKM'nin zafer kazanmasıdır. Bu büyük muharebede düşman yenilgiye uğratılmıştır. Bu tarih, bir zaferdir. Semboliktir ama, büyük bir zaferdir, sadece manevi anlamda değil, maddi olarak da büyük bir zaferdir. İhanet politikası püskürtüldü, savunma hakkı kazanıldı ki, savunma Hayri arkadaşı da üzerinde en çok durduğu bir konuydu. "Ne yaparsanız yapın çok iyi bir savunma yapın" diyordu. Ölüm Orucunda iken görüşme olanağımız olmuştu. -O zaman bizi henüz 36. koğuştan çıkarmamışlardı- "neler yapabiliriz" diye sormuştuk. "Yapacağınız şey, mahkemelerde çok iyi savunma yapmaktır" demişti. Biz de "kuşkun olmasın, gereklerini yerine getireceğiz" demiştik. Kısacası, savunmalar üzerinde çok durmuştu.
Peki savunma neden bu kadar önemliydi? Çünkü savunma, mahkeme ve zindanlar bir bütündür. Burada PKK ve PKK şahsında UKM bitirilmek isteniyordu. Mahkeme kürsüleri ihanetin yayıldığı, yüreklere ve beyinlere işlendiği bir kürsü haline getirilmek isteniyordu. Buna karşı davayı savunmak, hem de en zor, en olanaksız, en umutsuz koşullarda; umudu aydınlatmak, umudun dili özgürlüğün dili olmak çok önemliydi. Dayatılan imha politikasına karşı devrimci ideolojiyi savunmak aynı zamanda özgür geleceği savunmaktı ve bununla düşmanı mahkum etmekti. Partili militanlar açısından kendi davalarında samimi olup-olmadıkları ve amaçlarında tutarlı olup-olmadıklarının en önemli ölçütlerinden biri de mahkeme salonlarında takındıkları devrimci tavırdı.
İşte PKK'de tüm bu noktalarda bitirilmek isteniyordu. Dolayısıyla burada büyük bir direnişi gerçekleştirmek zorundaydı. Örneğin Dimitrov'un, Hitler'in yaptığı savunmalar bugün bile hala konuşuluyor. Yine Fidel Castro'nun ve diğer bir çok önderin yaptığı savunmalar da aynı şekilde tarihte önemli bir yer tutuyor. Diyarbakır direnişi ve savunmalarını da Kürdistan direnişi ve savunmaları olarak ele almak gerekiyor. Diyarbakır zindanlarında sergilenen direniş ve mahkemede yapılan savunmalar, aslında PKK çizgisine olan inancın tarihsel olarak belgelenmesidir.
Kimse bize "siz kolay zamanların devrimcisisiniz, gazetelerde, dergilerde yazarsınız ancak, bunu savunamazsınız" diyemez. PKK en zor koşullarda inançlarını düşüncelerini ve amaçlarını düşmanın yüzüne yüzüne haykırmış ve bu haykırışıyla düşmanı mahkum etmiştir. Önemli olan budur. Yoksa bir dergide yazmak, çizmek ve bildirilerle düşmanı kınamak sorun değildir. Gerçek PKK ideolojisi, manifestosu o kürsülerde haykırılmak ve o sınavdan geçmek zorundaydı. Yani sorun, manifestoda söylenenlerin tekrarlanması değildir. Sorun o tarihsel koşullarda doğruların düşmana karşı haykırılmasıydı. Bu bir savaştı ve savaşın bu muharebesini mutlaka kazanmak zorundaydık. En büyük örgütlenme düşünceleri kitlelere taşırma ve bunun kitleler tarafından kavranmasının yolu savunmalardır. Bu anlamda biz bunu yapmak zorundaydık. Yapmasaydık, daha sonraki adımları atamazdık.
İşte 14 Temmuz, bu temelde UKM'nin tarihinde bir kilometre taşıdır. Diyarbakır zindanı tarihinde ise bir dönüm noktasıdır. 14 Temmuz öncesi, 14 Temmuz sonrası diye bir ayrım yapılmıştır, tarihler çok farklıdır. Sadece düşman açısından değil, bizim kendi kişiliklerimiz, ruhsal-politik duruşumuz açısından da bir dönüm noktası olmuştur. Örgütlenme, direnişin kitlesel boyutlar kazanması, direnişi eğiliminin egemen olması, yani PKK çizgisinin kişiliklerimizde kazanması açısından da bir dönüm noktasıdır. Bunun ayrıntılarına çok geniş girmeyeceğiz. Tarihsel bir momentte sergilenen direniş ve yapılan savunmalar, geleceğin o günden kazanılması, UK zaferinin asmbolik düzeyde kazanılması açısından bir dönüm noktasıdır.
14 Temmuz bu anlamda sadece sömürgeci imha politikasının boşa çıkarılması eylemi değildir. Aynı zamanda zaferin de adıdır. Devrime inancın, ilkelerde tutarlılığın, samimiyetin, ilke uğruna her şeyini ortaya koymanın ve buna kilitlenmeni adıdır. 14 Temmuz PKK öncülüğünde gerçekleşen devrimin bütün özelliklerinin yoğunlaştığı eylemin adıdır. O bir ruhtur, bir çizgidir. 14 Temmuz'la cumhuriyetin ulusal imha politikası ilk kez bu düzeyde tarihi yenilgiye uğratılmıştır. Daha sonra geliştirilen eylemler ve gelişen mücadele, bu tarihi Úzaferi asmbolik düzeyden çıkarıp, toplumsal düzeye yaymıştır.
15 Ağustos ve daha sonra gelişecek büyük devrim, yaşanan büyük alt-üst oluşlar; 14 Temmuz'un mücadelemizin ve halkımızın gelişiminde, atılan her adımda somutlaştırılmasıdır. Bu anlamda 14 Temmuz'a ve onun kahramanlarına gerçekten çok şey borçluyuz. Özellikle zindandakiler açısından partiyle yeniden buluşma, insanlaşma ve özgürleşmede, 14 Temmuz bir dönüm noktasıdır. Yine partimiz için de yeniden toparlanmada, ülkeye dönüşte, 15 Ağustos Atılımının ve daha sonraki süreçlerin gerçekleşmesinde bir dönüm noktasıdır. Daha sonra zindanlarda gelişen rehabilitasyon, sağa yatmalar, reformist teslimiyetçi ve hatta işbirlikçiliğe varan eğilimler; aslında 14 Temmuz'un ters-yüz edilmesidir. 14 Temmuz buna karşı bir direniştir. Bu bakından Kürdistan, UKM'si, parti ve zindan tarihi açısından bu kadar yaşamsal önemde olan, 14 Temmuz'u bizim çok iyi anlamamız, kavramamız gerekiyor.
VI.
Şimdi de eylemin güncel boyutları ve bugün açısından çıkarılması gereken sonuçlar üzerinde durmaya çalışalım. Hayri arkadaş, 14 Temmuz eyleminin, kararını açıklarken;-bu aynı zamanda onun tarihi vasiyeti olarak da düşünülmelidir- şöyle demişti: "Eğer bağımsız ve özgür bir Kürdistan yaratmak istiyorsak, bu temelde amaçlarımızı hayata geçirmek istiyorsak; silahlı mücadeleyi temel bir mücadele biçimi olarak uygulamak zorundayız. Bir Parti, grup veya kişi açısından öncelikle esas alınması gereken budur." Hayri arkadaşın silahlı mücadelenin altını özellikle çizmesi boşuna değildi. Bu sadece teorik bir belirleme de değildi. Hayri arkadaş, o güne kadar zindan tarihinden, TC gerçekliğinden, TC'nin UK ve özgürlük taleplerimiz karşısındaki tavrından genel gelişmelerden çıkardığı somut derslerden yola çıkarak bu belirlemeyi yapmıştı. Nitekim, o günden buyana tüm gelişmelerin önünün silahlı mücadele, gerilla mücadelesi tarafından açıldığını çok net görüyoruz ve bu tartışılmaz bir olgudur.
Hayrı arkadaşın, "zaferin yolu silahlı mücadeleden geçer. Devrimin dili, yöntemi, devrimci savaştır, silahlı mücadeledir" sözü ve vasiyeti, bugün için çok daha önemlidir. Hele uluslararası komplonun mücadelenin yarattığı yirmi beş yıllık değerlere karşı planları, göz önüne getirildiğinde; silahlı direnişin, başka bir ifadeyle, 14 Temmuz çizgisinin, ruhunun her zamankinden çok daha fazla geçerli olduğunu, buna her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın olduğunu çok net vurgulamamız gerekiyor. 14 Temmuz PKK ideolojisinin doğrulanmasıdır. Amaçta, ilkede ısrar, ideolojiye ölümüne bağlılıktır. 14 Temmuz ölümde yaşamı yaratmaktır. Ölümde özgür geleceği kurmaktır. Ölümü, imhayı düşmanın elinde bir silah olmaktan çıkartıp, düşmana karşı güçlü bir yaşam ve zafer silahına dönüştürmektir. Tüm bunları, daha derinliğine kavrama ve uygulama zorunluluğumuz var. 14 Temmuz'a, Hayrilere, Kemallere, Mazlumlara ve diğer ölümsüz kahramanlarımıza bağlılığın özü budur.
VII.
14 Temmuz neyin temsiliydi, neyin adıydı ve onun üzerinde neler yaratıldı? 14 Temmuz olmasaydı neler olurdu? O teslimiyet koşullarının ruh hali nasıldı bilir misiniz? Kimse yaşamadı. Diğer arkadaşların bazıları daha sonra yaşadı. Orada inançlarımıza bağlıydık ve savunmalarımızı da yapıyorduk, ama bir çıkışsızlık vardı. İdeolojik olarak teslim olmamıştık. Akıl almaz işkenceler içinde savunmamızı yapıyorduk. Fiziki işkenceler bizi zorlamıyordu ama teslimiyet koşulları bizim için dayanılmaz bir işkenceydi. Kendi amaçlarına, ilkelerine ters düşen yaşam standartları içinde olmanın vicdani baskısı, ruhsal işkencesi dayanılmaz boyutlardaydı. Şimdi amaçlarından, ilkelerinden, hayallerinden ve bütün bu değerlerinden koparılmış bir birey, örgüt veya topluluk. Nasıl yaşayacak? Bu durumda yaşamın bir anlamı kalır mı? İşte 14 Temmuz bu anlamlı yaşamın adıdır. Anlamlı yaşamın nereden geçtiğinin adıdır.
Bu bakımdan Hayri arkadaşın silahlı mücadele vurgusu, aslında devrime yaptığı bir vurguydu. Yoksa burada silaha tapma, silahı çok önemli görme gibi bir durum söz konusu değil. Yine savunmalara vurgusu da her koşul altında davanın savunulmasıdır. Şunu biliyordu; ideoloji doğrulanmış, düşman karşısında kanıtlanmış, haklılığı, meşruiyeti hiçbir ikircikliğe girmeden savunulmuş bir dava üzerinde gelecekte büyük bir devrim inşa edilecektir. Tarihe mal olan, tarihi bir belge haline gelen bu dava, ideolojisi ve çizgisiyle geleceğin temsilcilerini yaratacaktır. Bu dava, devrimin genç kuşakları için tarihi bir miras olacaktı. Hiç kimse bu konuda Hayri arkadaş kadar ısrarlı değildi. Tabii ki, bu ısrarcı yaklaşımı sadece çok basit bir görevin ya da tarihi bir görevin yerine getirilmesi olarak anlamamak lazım. Hayri arkadaş bu ısrarıyla geleceği kurtarmak istiyordu. Çünkü geleceğin bunun üzerinde şekilleneceğini, yeşereceğini çok iyi biliyor ve buna inanıyordu. Nitekim şehit düşmeden önce de, arkadaşlara şunu söylüyor. "Savunma hakkını alalım, bundan vazgeçmeyelim. Diğer bazı noktaları bırakabilirsiniz belki, ama bu nokta çok önemlidir. Bu konuda tarihe mutlaka belge bırakmak lazım. Bu görevi mutlaka başarmalıyız. Çünkü Kürdistan devrimi açısından şu anda en önemli görev budur. Bunu yapalım. Bunun koşulları sağlanırsa Ölüm Orucunu daha fazla sürdürmeye gerek yok."
14 Temmuz'un dersleri gerçekten çok büyük. Burada geleceği o anda kurtarmanın tarihi görevi yapılmıştır. Ondan sonra gelişen kahramanca direnişler, 14 Temmuz çizgisinin mükemmel uygulamalarıdır. Bunların hepsi birer tarihi belgedir. Sema, Fikri ve Mehmet yoldaşlar da 14 Temmuz'un öğrencileridir. 14 Temmuz'un çizgisinin uygulayıcılarıdır. Yine, zafer tanrıçamız Zilan yoldaş ve on binlerce şehidimiz de 14 Temmuz'un uygulayıcılarıdır. 14 Temmuz çizgisini, kendi kişiliğine yedirmeyen bir kişinin bu eylemleri gerçekleştirmesi mümkün değildir. İşte güncelde 14 Temmuz'u yaşamak budur. Yani 14 Temmuz kişiliğine ulaşmaktır. Hayri'nin, Kemal'in, Dörtlerin, Mazlumların gerçekten iyi bir öğrencisi olmaktır. Onların öğrencileri olmak; Zilanların, Semaların ve daha binlerce şehit yoldaşımızın iyi bir öğrencisi olmaktır. İşte şehitlere bağlılık ve geleceği kazanmak bu noktada düğümleniyor. Yoksa, kendimizi omurgasızlaştırma, sistemsizleştirme, yörüngesizleştirme çabalarının sonu ölümdür. Sadece fiziki ölüm değil. Fiziki ölüm kurtuluş olur aslında. Yani bu yüce değerlerle donanmış kişiler bu değerlerden koptukları zaman, yaşam onlar için anlamsızlaşır. Kişilikleri parçalanır. On parçaya bölünür. Yaşasa da bir deli gibi yaşar. Bu anlamda değerlerimize, çizgimize ve bunların en yetkin, en güzel gerçekleşme ifadeleri olan şehitlerimize bağlılığın bir gereği olarak; çizgi devrimciliğinde, 14 Temmuz çizgisinde ısrar etmek; bunu yaşamsallaştırmak, bunda gerçekleşen asmbolik zaferi büyük bir ulusal ve toplumsal zafere dönüştürmek bizim açımızdan yaşamanın tek gerekçesidir. Yaşam gerekçemiz elimizden alındıktan sonra kendimize "yaşıyoruz" diyebilir miyiz? Bizim yaşam gerekçemiz yaşam amacımız, ideolojik çizgimiz, ve bunun gerçekleşmiş ifadeleri olan şehitlerimizdir. Bu anlamda komplonun boşa çıkarılması, etkilerinin sınırlandırılması açısından 14 Temmuz çizgisini savunmak ve kişiliğimizde gerçekleştirmek, bizim için zorunludur. Bunu nasıl yapacağız. Bu konuda günceli çok iyi kavramamız lazım. Hem tarihsel, hem de geleceği içeren bir perspektifle bu güncel gelişmeleri çok iyi incelememiz gerekiyor. Buna karşılık kişiliğimizde gerçekleştirdiğimiz çözüm nedir? Bunun tüm boyutlarıyla çok iyi görülmesi gerekir. Kendimizi kandıramayız. Kendimizi sanal bir dünyada, yani bulutların üzerinde kondurarak yol alamayız. Aksi halde, kafamızı gerçekliğe öyle bir sert çarparız ki, kafamız paramparça olur. O zaman bu çarpmanın da bir anlamı kalmaz. Çünkü kafan param parça olmuştur. Beynin dağılmıştır. Bunun için gelişmeleri çok iyi görmeli, eleştirel yaklaşmalı ve çözümü kendimizde yaratmalıyız. Kendinde çözümü yaratmış mısın?
Çizgi devrimciliğini, çizgiye, değerlere yaşam gerekçelerine bağlılığın ne düzeydedir? Senin için yaşamın anlamı nedir? Bu soruların cevabı kafanda net midir? Eğer netse ve bütün bunları bir irade gücüne, bir eylem gücüne dönüştürmüşsen sorun kişiliğinde çözüme ulaşmış demektir. Ama bu konuda hiçbir ilgi göstermez, gelişmeler üzerine kafa yormaz, sorumluluk duygusuyla hareket etmezsen sürüklenip gidersin. İşte bu noktada kafan gerçeklere çarptığında da bu senin için son çarpma olur.
VIII.
Bunu aşmada tek yolu da bütün partililerin, bütün halkın ve hatta bütün dostlarımızın tam bir irade ve eylem birliği içinde 14 Temmuz silahını kuşanması ve bu silahla mücadele etmesi gerekiyor. Tabii, yine burada belirttiğimiz gibi, 14 Temmuz'u dar bir eylem olarak düşünmemek lazım. 14 Temmuz bir çizgidir, bir duruştur, direnişin zirvesidir. Burada en ufak bir bireysel kaygı içinde olunamaz. Esas olan; büyük Úsorumluluk, büyük duyarlılık, büyük direniş, büyük birlik ve kendini bu temelde büyük katıştır.
14 Temmuz, devrime inançtır. Amaca, ilkeye tutkuyla bağlılıktır. Öyle ise devrimin amaçlarımızın gerçekleşebileceğine inancın yitirildiği noktada tersine dönüş, çözülüş ve bitiş başlar. Bizi biz yapan, değerlerimizi yaratan, amaçlarımız, ütopyamız, özlemlerimizdir. Bunlar için yaşayacağız. PKK her şeyden önce insanın özüne güvendir. Devrimi insanda gerçekleştirme hareketidir. En büyük güç insandır. Ama insanı da güç yanan en başta amaca bağlılığıdır. Doğru amaç, meşru amaç, insanlığın genel gidişine uygun, ona hizmet eden amaç… İşte PKK'yi PKK yanan buydu.
Bu temelde kendi değerlerimiz etrafında kenetlenmek, düşünce ve duygu gücümüzü, yeteneklerimizi ayaklandırmak ve tüm saldırılara karşı kendimizi güçlü ve donanımlı kılmak zorundayız. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Eyleminin çizgisi bunu emrediyor. PKK'nin ruhu, çizgisi bunu emrediyor.
Bu konuda umutlu olmak için sayısız neden var. 14 Temmuz eylemi ve bu eylemin kahramanları bile her şeyi başarabileceğimizin en büyük güvencesidir. En büyük umut, inanç ve güç kaynağımızdır. Bunun hangi ruhla, hangi inançla başarıldığını ve neye karşı savaşıldığını doğru kavrayabilirsek, zorluklarımız, karşı karşıya olduğumuz açmaz ve çıkmazlar ne kadar çok olursa olsun, aşabileceğimize dair inancımızı hiçbir zaman yitirmeyiz. Sadece 14 Temmuz da değil, güç alacağımız sayısız direniş değerlerimiz var. Yani Kürdistan devrimi doğrulanan bir devrim çizgisidir.
Direniş çizgisi yaşam damarlarını açan temel çizgimizdir. Teslimiyet ise insansızlaşmadır, yok oluştur. Diyarbakır'da ikisini de yaşadık. Bunun dehşeti, ruhsal işkencesi, vicdani azabı anlatılamaz. Bunu ancak o anı yaşayanlar bilir. Direniş nedir? Teslimiyet nedir? Bunu aslında Kürdistan halkı da çok iyi biliyor. Gerçekten de TC devleti nezdinde direnmeyenlerin bir eşya kadar bile değeri yoktur. Akla hayale gelmeyecek uygulamalar yapıyorlardı onlara. Yani şu anda o olayları anmak bile güç geliyor. Direnmeyen, direnmeyi düşünmeyen insanların düştüğü durumu biraz onuru ve vicdanı olan hiç kimse kaldıramaz. Gerçekten onur ve vicdan sahibi olanlar, "ben yüz defa öleyim ama bir daha böyle bir duruma düşmeyeyim" demişlerdir.
Tabii direniş kaba ve dar bir olgu değildir. Oldukça kapsamlıdır. Yaşamın özüdür. Bunun dışında ne Kürdistan'da ne de dünyada başka bir yaşam olamaz. Bu çok kesin, hatta tartışılmazdır.
Diyarbakır'da yaşanan iki-üç yıllık pratik; TC'nin insanlık ve tarih karşısındaki çizgisini, özelliklerinin ve iğrençliklerinin somutlaştığı, cisimleştiği, tüm çıplaklığıyla kendini gösterdiği bir kesittir. TC'yi en iyi anlatan bu tarihi kesittir. Daha sonra Kürdistan'da uygulanan özel savaş uygulamaları da Diyarbakır'da uygulanan bu politikanın daha derinleştirilmiş, yaygınlaştırılmış ve toplumsallaştırılmış biçimleridir.
SONUÇ
Bu temelde şunu bir kez daha vurgulamak istiyorum, gerçekten direniş olduğu zaman ancak soluklanabiliyorduk. Örneğin 35. koğuş direniyordu ve o zaman, koğuşlar rahattı. Ama, direniş yenilgiye uğradıktan sonra genel bir yenilgi başladı. Artık akla-hayale gelmeyecek onur kırıcı her türlü uygulamayla tutsaklar insanlığından çıkarıldılar, ölümden yüz kez daha beter edildiler. Bu anlamda direniş bizim için herhangi bir tercih değil, yaşamın kendisidir, varoluş gerekçesidir. Zaferin yolu da buradan geçer. Bunu çok iyi özümasmek, derinliğine kavramak ve uygulamak gerekir. 14 Temmuz kişilikleri ve öğrencileri olmak için, direnişçi bir kişiliği, zafer kişiliğini yakalamak zorundayız. İçinden geçtiğimiz dönem çok kritik. Bu dönemin sorunlarına, görevlerine herkes kendini birincil derecede sorumlu görerek yaklaşmalıdır. Bunun başka bir yolu yok. 14 Temmuz'un temel dersi budur.
Sözlerimi tamamlarken, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Şehitleri olan Hayri, Kemal, Akif ve Ali yoldaşların şahsında tüm devrim şehitlerinin anıları önünde saygıyla eğildiğimizi, onların militan öğrencileri ve izleyicileri olacağımıza dair verdiğimiz sözü; bugün çok daha ikirciksiz, vurgulu ve yüreğimizin derinliklerinde hissederek tekrarladığımızı belirtmek istiyoruz.
13 Temmuz 1999
[1] Okuduğunuz bu yazı, bundan tam 9 yıl önce bugün, 13 Temmuz 1999 tarihinde Çanakkale Zindanında bir grup arkadaşa yapılan bir konuşmanın sonradan redekte edilmiş bir biçimidir. Bu yazı aynı yıl Serxwebun Dergisinde yayınlandı. Bu yazıyı yayınlayan arkadaş daha sonra soruşturma konusu oldu, yayınlattığı gerekçesiyle… Konuşmanın yapıldığı dönemde Öcalan’ın mahkemesi açılmış ve sonuçlanmıştı. Öcalan’ın durumu bizim için tam anlamıyla netleşmişti, bu konuda merkeze gönderdiğimiz raporların sonuçlarını bekliyoruz. Ama olumlu bir sonuç konusundaki umudumuz da giderek azalmaktadır. Böyle bir dönemde 14 Temmuz Direnişin anlamı ve mesajı çok daha büyük bir önem kazanmıştı. Bu yazıda ad verilmeden teslimiyet tezleri eleştirilmekte ve direnişin önemi, kaçınılmazlığı vurgulanmaktadır. Bu çabamız, bir bakıma, sorumlu PKK’lileri gelişmeler konusunda duyarlı kılmak ve yeni döneme ideolojik ve politik olarak hazırlamaya dönüktür! Zamanında söylenmesi gereken sözün söylenmesi zorunluluğudur bu… Bu yazının içerdiği mesaj ve çizgilerin bugün de canlılığını ve geçerliğini koruduğuna inanıyorum. 13 Temmuz 2008 M. Can YÜCE