M. Can YÜCE / “Eski tas, eski hamam!” Gerçi hükümet o kanıda değil, ama bütün veriler, çok iddialı başlatılan “Açılım sürecinin”, özünde, kapandığını gösteriyor. Belki bundan sonra “görüntüyü kurtarmak” için kimi göstermelik “şeyler” yapacaklar, ancak bu ilk iddialı yaklaşımlarının çok gerisinde olacaktır…
Yapılan ilk açıklamalarda, açıklanacak paket hakkında herhangi bir ipucu verilmemekle birlikte, genel beklenti, bu kez “silahların susacağı” yönündeydi. Bunun iki ayağı vardı: Biri, Devlet, diğer de PKK… PKK, belli bir yasal düzenleme çerçevesinde silahlarını bırakıp yasal zeminde siyasete devam edecekti. Devlet de hem af benzeri bir düzenleme yapacak, hem de Kürt dili ve kültürüyle ilgili bazı adımlar atacaktı. Bunun için dolaylı bir görüşme sürecinin gerçekleştiğini söylemek de mümkün…
Hasan Cemal’in Kandil görüşmesi, basın üzerinden Öcalan’ın rolüne yapılan vurgu, ondan beklenen Yol Haritası, sonra İçişleri Bakanı eliyle yürütülen görüşmeler, Erdoğan’ın DTP ile yaptığı görüşme bu sürecin belli başlı “parametreleri” olarak değerlendirildi…
Verilen ilk izlenim, devletin bu kez, ciddi olduğu ve “bir şeyler” yapacağı yönündeydi… Ancak bu sürece gösterilen sert ve tehdit içerikli tepkiler, sürecin sanıldığı gibi yol alamayacağı gösterdi. MHP, “Dağ çıkma” tehdidinde bulundu. Bu, “gerekirse sokağa taşan şiddetle karşılık veririz” tehdidiydi; bir bakıma 12 Eylül öncesini hatırlatma mesajıydı… CHP’nin tavrı, MHP’den bir adım geride olsa da hükümetin işini zora sokacak nitelikteydi… Daha önemlisi, Genelkurmayın yaptığı konuşma ve bunun hükümetin tutumu üzerinde yaptığı etkiydi… Bunun bir “kırılma noktası” olduğu yönünde genel bir kanı var… Tek Millet, uniter devlet ve tek dil vurguları, birer amentü gibi yeniden tekrarlandı. Bu konuda hükümet Genelkurmayın “çizgisine” yaklaştı…
Sürecin dili, terminolojisi ilgili yaşanan gelgitler ve tutarsızlıklar, aslında ortada devlet katında belirlenmiş net, kesin ve kararlı bir politika ve iradenin olmadığını gösteriyordu.
Genelkurmay Başkanının Bayramın ilk gününde Mardin’in bir sınır karakolunda verdiği demeç, süreç konusunda gelinen noktayı özetler nitelikteydi. “Terörist teslim olmalıydı”, Ordu herkesin ordusuydu, herkesin Türkçeyi bilmesi gerekirdi, çünkü bu, “ortak iletişim diliydi, aynı zamanda ekonomi diliydi”… “Buralarda eskiden aşiret ağaları vardı, şimdi ise siyaset ve terör ağaları” …
Bu, tepeden bakan, üstenci sömürgeci dil ve terminoloji, halkımıza hiç de yabancı değildi: TC’nin özünü, inkâr ve imha çizgisini yeniden anlatıyordu.
Bu süreçte daha önemli gelişmeler de oluyordu: Operasyonlar aralıksız devam ediyordu. Hem sömürgeci otoriteyi sürekli yeniden üretmek ve beyinlere kazımak için, hem de ordunun iktidar konumunu yeniden güçlendirmek için… Bütün bunların kan akıtarak, katliam ve baskıyı süreklileştirerek yapıldığını sadece hatırlatmakla yetinelim…
Operasyonların salt Kuzeyle sınırlı kalmadığını, Güneyi de içerdiğini vurgulamak durumundayız. Genelkurmay, Güneye operasyon yetkisinin bir yıl daha uzatılmasını istediğini resmen duyurdu. Daha önce yeni bir teskere düşünmediklerini ima eden hükümet, Genelkurmayın bu açık isteğini ilk fırsatta karşılayacağını belirtti.
Bütün bu somut veriler neyi gösteriyor?
Açılımın, açılmadan kapandığını…
Kritik soru şu: Neden? Özel savaş kurmaylığı, gerçekten PKK’nin silahlarının ve silahlı gücünün tasfiyesini, tümden gündemden düşmesini istiyor mu?
Ergenekon davası üzerinden yıpranan, gücü ve etkinliği hayli tartışılan ordunun, var olan iktidar gücünü koruması ve yeniden üretebilmesi için şiddet bahanesinin varlığını, kendisi açısından bir zorunluluk olarak görüyor. Bu nedenle silahların tümden tasfiye edilmesinden yana değiller. İkincisi Güney üzerinde kazandıkları politik ve psikolojik üstünlüğü ve avantajları sürdürebilmek için silah ve operasyonlar araçlarını kullanmayı önemli bir politika olarak benimsemiş ve uygulamaktadırlar. Bu genel bağlam içinde Güney hükümetiyle ilişkileri geliştirmekten de geri durmuyorlar. Bu ilişki biçimi “eşitler arasındaki bir ilişki” değil, tersine bir tür egemenlik ilişkisidir! Yeniden bir yıllık operasyon yetki teskeresini istemeleri bundandır…
Peki, “silahların susması” durumunda böyle bir egemenlik ilişkisi olanaklarını yakalayabilirler mi?
Askeri operasyonlar, Güneye operasyon yetki teskeresini isteme; ideolojik ve politik cephede resmi çizgiye abartılı vurgular, gerçekten bütün bunlar, neyi anlatıyor, neyi gösteriyor?
Hiç kuşkusuz, resmi çizgi ve yapılanmada yakın gelecekte cılız ve silik de olsa bir “esnemenin” olmayacağını, “Demokrasi Açılımının” bir mevtadan öte bir anlam taşımadığı göstermektedir.
Olup bitenler bir şey daha anlatıyor: Ham reform hayallerine kapılanların, büyük bir hayal kırıklığı içinde olduklarını, üzüntüyle “yeni bir dalgayı” bekleme yoluna girdiklerini gösteriyor; hem de Kürdistan’da TC hakkında ham hayallere kapılmanın faturasının ağır olduğunu, olacağını…
Bu süreçte bir gerçek daha kendisini çok net bir biçimde ortaya koydu: Başta Kürdistan sorunu olmak üzere en sıradan demokratik hak ve özgürlükler sorununun devrim ve devrim perspektifi sorunu olduğunu göstermiştir…
TC ve onun has ve gerçek iktidar odakları, “sahipleri”, kendi özlerini konuşturuyorlar? Ya ham hayallerle “barış ve demokratik çözüm” sözleriyle halkımızın beynini dumura uğratanlar neyin peşinde, neyi konuşturuyorlar?
22 Eylül 2009