M. Can YÜCE / Bu ara önemli gelişmeler olduğu için bu çalışmaya ara vermek durumunda kaldık. Güncel gelişmeler yine yakıcılığını koruyor, öyle de olsa bu gelişmeleri daha doğru kavramak ve doğru tutum geliştirmek için bu çerçeve çalışmamıza devam etmemiz gerekiyor. Belli bir hatırlatma ve gerekli bağlantıyı kurmak açısından bir önceki bölümden bir paragrafı buraya aktarmakta yarar var. Bir önceki bölümün son paragrafı şöyleydi:
Kuşkusuz Bağımsız ve Demokratik Kürdistan istemi ve hakkı, Kürdistan halkının temel hakkıdır, ben de bundan yanayım! Benim tasavvurlarıma rağmen kurulan veya kurulacak olan “Kürdistanlar”, kurulu düzenlere eklemlenen başka yapı, yapılar olur. Bu çok açık… Ama hangi nitelikte olursa olsun, hangi düzen ve iktidar ilişkileri altında olursa olsun “Her Kürdistan benim hayalimdir” sözü benim olamaz! Bu noktada mücadelemin bir hedefinin de bu iç egemenler, iktidarlar ve düzenlerin kendisi olacağı çok açıktır. Bu konudaki görüşlerimi Kürdistan somutunda daha da netleştirmek gerekecek. Yine tartıştığımız konu bakımından somutlaşan devrimci olmayan, ama kendisini öyle yansıtan yaklaşımlara daha yakından bakmamız gerekecek…”
Evet, Bağımsız ve demokratik Kürdistan için mücadele etmek, bu doğrultulardaki mücadeleleri desteklemek önemli ve gereklidir; ancak bu ne pahasına olursa olsun değil; gözü kapalı olarak değil. Belli bir eleştirel tutum ve öngörü, gelecek tasarımına dayalı ilkeli bir duruşa dayanmak durumundadır. Burada ideolojik ve politik duruş, gelecek toplum tasarımını genel ilkeleri bu desteğin niteliğini, biçimini ve koşullarını da belirleyecektir. Belirlemek durumdadır.
Elbette ulusal hareketi, içinde çıktığı toplumun toplumsal yapısından, bunun politik düzlemdeki yansıma ve biçimlerinden soyutlamak mümkün değildir. Bu konuda Kürdistan örneği üzerinde durmak son derece öğretici olacaktır:
Daha öncesi bir yana 1970’li yıllardan sonraki gelişmelere ana çizgileriyle bakalım: Güney Kürdistan’da M. Barzani önderliğindeki hareket ağır bir yenilgiye uğramıştı, sonrasında bölünmeler ve farklılaşmalar başlamıştı. Bunun sonucunda KDP ve YNK iki temel örgüt olarak bu hareketi denetlemeye ve yönlendirmeye başladılar. İki hareketin programı aşağı yukarı birbirine yakındı. Bu, “Irak’a demokrasi, Kürdistan’a özerklik” biçiminde özetleniyordu. Bu partiler, bu hedeflerine ulaşmak için emperyalist devletler ve diğer sömürgeci güçlerle ittifak yapmayı, onların Irak ve bölge politikalarından yararlanmayı stratejik bir yaklaşım olarak ele alıyor ve uyguluyorlardı. Konunun ayrıntılarına girmek elbette burada konumuz değildir. Ancak bu noktada şunların altı çizilebilir:
Bağımsız ve özerk Kürdistan talepleri asgari olarak Kürt halkının meşru taleplerini yansıtıyor, bunların gerçekleşmesi uluslaşmaya önemli katkılarda bulunuyordu. Başka güçlerin stratejisine dayanarak bir şeyler elde edilebilirdi, ama bunun geleceği yine anılan stratejinin geleceğine ve kaderine bağlıydı. İkincisi bu program ve strateji ve bu partilerin temsil ettiği toplumsal güç ilişkileri ve öngördükleri iktidar ilişkileri uluslaşmaya belli bir katkı sunmakla birlikte toplumun tümünün çıkarlarına hitap etmesi, sınıfsal doğası, oluşturulan ilişkilerin niteliği nedeniyle mümkün değildi. Böyle bir Kürdistan onlar için “yeteli” olabilirdi, bu, bir bakıma onların “Kürdistan”ı idi; ama geniş toplumsal kesimler için yeterli olamazdı. Elbette bu, önemli bir gelişme idi, öyle de olsa yeni bir tarihsel süreç egemenler cephesinin dışında kalan geniş toplumsal kesimlerin önünde açılıyordu. Geniş toplumsal kesimlerin önünde yeni bir mücadele süreci ve gelecek hedefi uzanıyordu. Onların hayalindeki Kürdistan başkaydı, eşitlik ve özgürlüğün egemen olduğu bir gelecek tasavvuru olmak durumundaydı.
Buraya kadar söylediklerimiz, belki de bir tekrarı ifade edebilir, ama bundan sonrası ile birlikte ele alındığında bunun anlamı daha iyi anlaşılır. Bu eleştirel bilince, egemen sınıfların iktidarı ellerine geçirdikleri ve bunu sağlamlaştırdıkları bir dönemde değil, daha işin başında sahip olmak ve onun gereği eleştirel ve politik bir çizgi ve tutumu geliştirmek gerekir. Yani henüz mücadelenin “ilk” dönemlerinden başlayan bir duruş ve politik tutumun kaçınılmazlığından söz ediyoruz. Eksik olan ve hep ihmal edilen bu olmuştur. “Okun sivri ucu” hep “Dış güçlere”, sömürgeci sistemlere yöneltilmiş, ama içte kurulan ve esas olarak iktidar dersini savaştığı güçten alan ve onu adım adım kuran, bu kuruluş sürecinde her türlü keyfiliği “ulusal çıkar”, “devrimin çıkarı” gibi sözlerle meşrulaştıran “iç iktidarlaşma sürecine” tavır ise her zaman önemli görülmemiştir. Ya da önemsendiğinde ise bu eğilim, ezilmekten kurtulamamıştır. Bu iki temel nedenden dolayı böyle olmuştur: Biri, sağlıklı bir iktidar eleştirisine ve alternatif bilincine-projesine sahip olmamaktır; diğeri de iç iktidarlaşma sürecinin hiçbir ölçü ve kural tanımayan acımasızlığıdır. Bu ikisi birleşince ve bütün bunlar, bitek bir iktidar kültürü ve tarih arka planına sahipken, ezilmek, neredeyse bir “kader” haline gelmiştir.
Güney Kürdistan’da ulusal hareketin iki büyük parti tarafından denetlenmesi ve bunlar arasında belli bir dengenin kurulmuş olması, iktidarın tümden tek elde ve merkezde toplanmasını ve merkezileşmesini belli ölçülerde engellemiş ve bu “güç dağılımı ve denge”nin yol açtığı gediklerden başka eğilimlerin de yaşam hakkı bulmasına neden olmuştur. Ancak merkezileşmenin yoğunlaşmasına paralel olarak bu farklıların yaşam ve ifade alanı da daralmış ve giderek yok olmaya yaklaşmıştır. Gücü daha katı bir biçimde merkezileştiren, bunu tek bir aile ve onun dar çevresi ile sınırlandıran KDP’de farklı eğilimlerin yaşam şansı daha az olmuş, ya da hemen hemen hiç olmamıştır. Bugün de yaşanan durum budur! YNK ise kendi içinde daha çok bir koalisyonu yaşadığı için farklılıkların varlığı ve bunun sınırları daha geniş olabilmiştir. Yani demek istiyoruz ki, farklılıklara hoşgörü ve onların varlığına saygı, demokratik ilke sayesinde değil, demokrasinin özümsemesi sayesinde değil, tamamen güç ilişkilerinin dağılımı, gücün merkezileşmesi veya “merkez kaç” bir nitelikte olmasıyla doğrudan ilintilidir…
Bu noktada ulusal kurtuluş hareketine karşı tavır konusu, onun iç iktidar yapılanmasına ve ilişkilerine, bunun somut gerçekleşme biçimlerine ve uygulamalarına karşı kayıtsız kalmayı aşmak durumundadır. Ancak ne yazık bugüne kadar bu önemli boyut es geçildi, hep görmezden gelindi. Burada eleştirel tavrı, bilinen genel yanlış politikalar ve uygulamalarla sınırlamak doğru değildir. Kaldı ki, bu, belli ölçülerde, şu veya bu şekilde yapılmıştır da… Eleştirel tavrı, gelecek projesi ve bunun bugünden gerçekleşme alanı olan iktidarlaşmanın kendisine yönelik yapmak gerekir. Bunun için ise bugüne kadar var olan iktidar anlayış ve bilinçlerini aşan bir “iktidar” bilincine sahip olmak kaçınılmaz olmaktadır…
Ulusal mücadele sürecini yöneten ve denetleyenler, yani “iktidar” olanlar, hedefledikleri devlet ve düzenin niteliği ve biçimini belirlemiş oluyorlar. Ulus adına ve ulus için, vatan adına ve vatan için, dedikleri ve egemen oldukları süreç, aslında, kendilerinin damgalarını vurdukları, iktidar oldukları, yani kendi “Kürdistan”larıdır! Bugüne kadar gerçekleşen ulusal hareketlerin sonucunda kurulan “ulus” ve “vatanların” bundan başka bir kaderi olmuş mudur? Bunun bir tek örneği var mı? Kendi içyapıları ve iktidarlaşma süreçleri sonucu çok daha katı ve ezici diktatörlüklere yönelen “ulusal hareketler” de az olmamıştır. Kamboçya’daki Pol Pot Vakası, sadece bunların en uç örneğidir! Sorun sadece kurulan düzenlerin bağımlı, yeni sömürge ilişkilerinin egemen olduğu sömürücü sistemler haline gelmiş olmaları değil, daha da önemlisi, ulusal hareket sürecinde kurulan ve adım adım merkezileşen iktidarın yoğunlaşması ve tek elde toplanması çok daha üzerinde durulması gereken bir konu olmaktadır. Yani ulusal hareket ve iktidar sorunu, bu süreçte gerçekleşen iktidar yapısı ve ilişkileri, mücadele edenler ile yönetenler arasında meydana gelen farklılaşma ve uzlaşmaz karşıtlık gibi temel noktalar en başta eleştiri konusu olmak durumundadır. Bu yapılmadan, verilecek desteğin sınırları, anlamı ve ölçüleri de bulanıklaşır; destekle “son tahlilde” neye hizmet edildiği belirsizleşir gider…
Yeniden Kürdistan örneğine dönelim: Güney Kürdistan’a ve orada egemen olan Partilere, onların kurumlaşan iktidarlarına, bunların izledikleri iç ve dış politikalara yaklaşımın ne olması gerektiği sorusunun yanıtı, bu genel çerçevede bir anlam kazanır. Burada sömürgeci tehdit ve yeniden sömürge egemenliği altına girme tehlikesini de göz ardı etmek önemli bir yanılgı olacaktır. Bu noktada sömürgeci tehdit ve yeniden sömürgeleşme tehlikelerine karşı tavır almak ve bunu politik bir program bağlamında kavramak önemlidir. Ancak bunun mevcut iktidarlara karşı net ve devrimci bir duruşla, programatik bir duruşla birleştirmek de daha az önemli değildir! Bu iki tavır ve görev, aynı zamanda bir paradoksa işaret etmektedir; bu paradoks ulusal hareketin tarihsel doğasından kaynaklanmaktadır… Bu paradoksu devrimci anlamda çözmenin ve aşmanın yolu, yine bundan kaynaklanabilecek olumsuz etkileri en aza indirgemenin yolu, bu çalışma boyunca ortaya koymaya çalıştığımız devrimci eleştirel bakış açısından ve tavırdan geçmektedir.
Esas olarak ulusal kurtuluş sürecinin yükünü çeken emekçilerin, ezilen toplumsal sınıf ve kesimlerin bu süreçte kendi “Kürdistan”larını kurma olanakları var mı? Ne kadar?
Teorik olarak bu soruya “evet” demek mümkün, ancak tarihsel ve toplumsal gerçeklik, bunun en azından yakın gelecekte son derece güç olduğunu ortaya koymaktadır. Öyle de olsa bunun bilincini, programını, teorik çerçevesini ortaya koymak, ulusal kurtuluş sürecinde ortaya çıkan despotik, tek elde, tek kişide cisimleşen iktidar yapısını deşifre etmek, aşılması doğrultusunda belli bir çaba içinde olmak çok önemlidir ve bugünden yarına ertelenmez bir görevdir…
DTP kapatıldı ve milletvekilleri istifa kararlarını aldılar. Diyarbakır’da toplanan DTK ise “keskin” bir bildiri yayınladı. PKK-KCK yönetimi de bu kararların arkasında olduğunu resmen deklere etti. Ancak bir gün sonra İmralı’dan gelen mesajla bu karar ve “keskin” lafların hiçbir hükmünün olmadığı ortaya çıktı. Peki neden? Neden bu “kurum”, “organ” ve kişilerin hiçbir iktidar hükmü yok? Gerçek ve tek iktidar kim, nedir? Bu soruların yanıtını tam olarak vermek için bu çalışmanın bundan sonraki bölümüne biraz daha ayrıntılı olarak bakmamız gerekecek…
22 Aralık 2009
“