M. Can YÜCE/ TC, Ermeni Soykırımına karşı gelişen her söz ve davranışa karşı tetikte olmaya, resmi çizgiyi en katı çizgileriyle savunmaya ve tepkiyi her düzlemde göstermeye büyük bir özen gösteriyor. Bundan şaşılacak bir yan yok. Ancak neden böyle davrandığını her defasında hatırlatmak, bunun TC’nin kendi yapısı ve kuruluş felsefesi ve pratiğiyle içsel-özsel bağlantısını döne döne vurgulamak kaçınılmaz olmaktadır. Bu konudaki bir iki hatırlatmanın altını çizdikten sonra 24 Nisan anmalarının anlamı üzerinde birkaç söz edebiliriz.
24 Nisan, TC için her zaman bir korku nedeni olmuştur. Neden? Neden 95 yıl önce Osmanlı Devleti tarafından gerçekleştirilen bir soykırım, “Büyük Felaket” TC için bu kadar korku, tepki ve tam siper “Savunma” reflekslerini harekete getirici olmaktadır? Resmi olarak Osmanlının “devamı” olmadığını vurgulayan “klasik” ve günümüz resmi çizgicileri, neden bu kırım ve resmi adıyla “Ermeni Tehciri” konusunda büyük bir “devamlılık” refleksini gösteriyorlar? Bu, boşuna ve rastlantısal bir davranış mı? Yoksa sadece şişirilmiş “Milliyetçilik damarlarının” bir dışa vurumu mudur? Ya da bunlardan daha temelli ve TC’nin varlığı ve kuruluş hikâyesi, ulus devlet “realizasyonu” ile doğrudan ve içsel-derin bir kopmaz bağ mı devlet ve resmi çizgiyi tam anlamıyla saldırıya yöneltiyor?
Kuşkusuz TC’de ete kemiğe bürünen ulus devlet, daha doğru bir ifadeyle devlet ulus projesi-programı, özünde bir İttihat Terakki projesi-programıdır! Tespit edilmesi gereken birinci nokta budur! Ermeni Tehciri ve Soykırımı, bu proje-programın en kanlı uygulamasıdır. Bu da tespit edilmesi gereken ikinci noktadır!
1,5-2 milyon Ermeni’nin yerinden yurdundan alınıp başka bir alana zorla sürülmesi, böyle geniş çaplı bir planın hayata geçirilmesi savaş koşullarıyla, savaşın “kaçınılmaz gerekçeleriyle” açıklanamaz! Savaş, bu acımasız plan için sadece “uygun ve elverişli” bir politik iklim sunmuştur!
“Bu acı BİZİM acımız. Bu yas HEPİMİZİN” başlığı ile bir çağrıyı imzaya açan ve bu bağlamda Taksimde bir eylem yaparak Ermeni Tehcirini kınayan, Ermenilerin acılarını ortak acıları olarak algılayan girişimciler vurguluyorlar:
“1915’te, nüfusumuz henüz 13 milyonken, bu topraklarda 1,5 – 2 milyon Ermeni yaşıyordu. Trakya’da, Ege’de, Adana’da, Malatya’da, Van’da, Kars’ta… Samatya’da, Şişli’de, Adalar’da, Galata’da…
Mahalle bakkalımız, terzimiz, kuyumcumuz, marangozumuz, kunduracımız, yan tarladaki rençperimiz, değirmencimiz, sınıf arkadaşımız, öğretmenimiz, subayımız, emir erimiz, milletvekilimiz, tarihçimiz, bestekârımız… Arkadaşlarımızdılar. Kapı komşularımız, dert ortaklarımızdılar. Trakya’da, Ege’de, Adana’da, Malatya’da, Van’da, Kars’ta… Samatya’da, Şişli’de, Adalar’da, Galata’da…
24 Nisan 1915’te “gönderilmeye” başlandılar. Onları kaybettik. Artık yoklar. Çok büyük çoğunluğu aramızda yok. Mezarları bile yok. “Büyük Felaket”in vicdanlarımıza yüklediği “Büyük Acı” ise olanca ağırlığıyla VAR. 95 yıldır büyüyor.”
Kuşkusuz 1,5-2 milyon Ermeni’nin yok edilişini net bir biçimde vurgulamak çok önemlidir, Türkiye’de bunu yapmak önemli, ancak daha önemli olan bu Tehcir ve soykırımın hangi programın kanlı uygulaması olduğunu tespit etmektir. Bu yapıldığında yapılan açıklamaların, gerçekleştirilen eylemlerin çok daha büyük politik ve sonuca dönük anlamları olur!
Tespit edilmesi gereken ve anılan iki noktayla bir bütünlük oluşturan üçüncü nokta da şudur: TC, ulus devlet, ya da devlet ulus yapısıyla Ermeni Tehciri ve Kırımı, onun arkasında olan “Anadolu’yu Türkleştirme” projesinin en somut gerçekleşme biçimidir. Burada kesinlikle programatik ve pratik bir devamlılık söz konusudur! Devamlılık, sadece program ve bunun uygulanması düzeyinde değil, örgütsel ve kadrosal bağlamdadır da! İttihat ve Terakki, o dönem Osmanlı paşa ve yüksek bürokratları, daha da önemlisi Teşkilat-ı Mahsusa, TC’yi kuran örgüt ve kadroların kendisidir!
Özetle TC’nin kuruluş felsefesi, programı ve pratiği, Ermeni Tehciri ve kanlarıyla yoğrulmuştur. Bu sadece tarihte kalan bir “Vaka” değil, TC’nin varlığı, kurumlaşması ve temel politikalarıyla güncelde, en başta da Kürdistan ve Kürtler üzerinde devam eden güncel bir gerçekliktir!
Bu nedenle “Tarihle yüz yüze gelmek” “tarihle hesaplaşmak” gerçekte günün, güncelin kendisiyle yüzleşmek ve hesaplaşmak demektir. Bu da, aslında TC’nin kendisiyle hesaplaşmaktan başka bir şey değildir. Bu bakış açısıyla bakılmadığında, yapılan davranış ve eylemler ne kadar önemli ve değerli olursa olsun, hep eksik ve politik açıdan sonuçsuz kalmaya mahkûmdur! Burada doğru bir bakış açısı, tarihle ve güncelle doğru bir noktadan başlayarak hesaplaşmak yaşamsal önem kazanmaktadır. Bu bakış açısı kaçınılmaz olarak Kürdistan sorunu ve bunu yaratan sömürgeci inkârcı ve imhacı sistemle cepheden hesaplaşmayı gerektirmektedir. Yani tarihsel “Felaketlerle” hesaplaşmak, güncel felaketlerle birleştirildiğinde çok daha somut bir anlam kazanmaktadır. Burada yaptığımız değerlendirme, tarihsel felaketler hakkında söylenen sözlerin, yapılan eylemlerin anlamını, sembolik değerini, bunların kendisini aşan etkilerini zayıflatmıyor. Burada yapmaya çalıştığımız çok önemli eksiklikleri ve güncelde yaşayan özüyle ilişkilerini vurgulamaktır!
Bu anlamda “Özür dileme” girişimiyle başlayan ve son pratik kınama ve acıyı ortaklaştırma bildiri ve eylemiyle devam eden girişimin en temel eksikliği de burada yatmaktadır. Yani Ermeni kırımının ardındaki programı ve bunun TC’de ete kemiğe bürünen özünü kavramadaki eksikliktir bu. Çok önemlidir bu, ancak öyle de olsa ırkçı şovenizmin egemen olduğu, genelde ezici bir çoğunluğun beyin ve yüreklerini teslim aldığı Türkiye’de bu karşı seslerin çıkması, daha başka bir eğilimin gelişmesi çok önemlidir. En azından ırkçı şoven ve resmi çizginin kırılması için katkıları olabilecek bir girişimdir. Bu nedenle önemli ve anlamlıdır.
Hiç kuşkusuz ırkçı şoven histerinin her fırsatta sokağa, linç eylemlerine dönüştürüldüğü Türkiye’de 24 Nisan’da Taksimde ve Haydarpaşa’da gerçekleştirilen eylemler önemlidir! Bunları gerçek anlamda resmi çizgi dışı ve karşıtı bir kapsama ve genel bir toplumsal duyarlılığa dönüştürmek vurgulanması gereken bir nokta olmaktadır!
27 Nisan 2010