0 0
Read Time:4 Minute, 10 Second

490-280M. Can YÜCE / Anayasa Değişikliği ilgili referandum kampanyasının başlarında BDP, “Boykot” ve “Demokratik Özerklik” sloganını birlikte telaffuz etmeye başladı. Buna göre halkın referandumu boykot düzeyi, bir bakıma Demokratik Özerklik için bir onay, bir referandum niteliği taşıyacaktı. Referandum ve bu kendilerine göre “Stratejik” hedef arasında kurulan ilişkinin politik ve “teknik” yanılgıları bir yana, kurulan tersten denklem genel geçer politik hesaplar bakımından da kendi içinde açmazları taşıyordu. Ancak konumuz, burjuva anlamda siyaset ve onun getirip götürecekleri değil, Kürt halkı ve geleceği açısından Demokratik Özerklik hedefinin ne anlama geldiğini bir de bu referandum vesileyle ortaya koymaktır!

Aslında BDP, KCK ve PKK’nin “Boykot” tutumu ilkesel olmaktan çok, muhatap alınma istemlerinin reddi veya hesaba katılmaması eksenindeki etkenlerdir. Anılan gücün, ilkesel bir duruşu yok… Bir yandan çatışmaları tırmandırır, ama aynı zamanda belli koşullar çerçevesinde silahlarını teslim etmeye hazır olduğunu beyan eder… Bir yandan “devletli” çözümden yana olmadıklarını açıklarlar, bunu genel olarak “Devletin kötülükleri” teorisiyle açıklarlar. Ama aynı zamanda egemen devletlerin devlet varlıklarını tanımaktan vazgeçmezler, bu egemen devletlerin de “devlet” olduklarını, “Devletin kötülükleri” teorisinin bunlar için de fazlasıyla geçerli olduğunu el çabukluğuyla gözlerden kaçırmaya çalışırlar… Tutarsızlıkları sayısız ve sınırsız; teorik-politik-stratejik duruşları, tutarsızlıklar üzerine kuruludur çünkü. Sözü fazla uzatmadan demokratik özerkliğe getirmek istiyoruz.

Bu kavramın esas çıkış noktası, “Demokratik Cumhuriyet” teorisidir; yani İmralı’nın Kürtler için öngördüğü programın teorik çerçevesi… Bu teori ve program, özünde egemen devletin, TC’nin sömürgeci egemenliğini, varlığını, egemenlik sınırlarını olduğu gibi koruma ve devam ettirme stratejisini Kürtlere kabul ettirme ve yedirme programının kendisidir. Bunun anlamı, sömürgeci egemenlik altında bazı “demokratik” kırıntılarla yaşama çizgisinden başka bir şey değildir. Başka bir değişle, “Türkler ve Kürtler tarafından ortak kurulan Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi” ve varlığını bu temelde Kürtlere kabul ettirilmesi çabasıyla kaşı karşıyayız. Demokratik özerklik projesi, işte bu anlayışın, biraz daha somutlaştırılması, daha ayrıntılı bir programatik çerçeveye oturtulmasıdır!

Buna göre devlete ve onun resmi sınırlarına, egemenlik “haklarına” dokunulmayacak, resmi Türkiye en az 20 bölgeye ayrılacak ve bu bölgelerin yerel yönetimi özerkleştirilecek, belediye ve il meclisleri daha fazla yetki ve olanaklarla donatılacak, bu bağlamda Kürtler dil ve eğitim, TV yayıncılığı ve benzeri konularda daha fazla hak sahibi olacak… Daha fazla yarıntıya girmek yerine can alıcı birkaç noktaya dokunmamız gerekiyor:

Daha önce DTP’nin resmi bir çizgi haline getirdiği, daha sonra bunu BDP’nin referandum gündemine daha etkin taşımaya çalıştığı Demokratik özerklik Projesi, gerçekten Kürtler açısından kendi yaşamı, geleceği ve kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olmak anlamına mı geliyor?

Çok açık ki, bu soruya olumlu bir yanıt vermek mümkün değildir. Anılan proje Kürt halkının özgürlük, bağımsızlık, eşitlik ve kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olma haklarını içermiyor,  dahası onun yakınına bile yanaşmıyor. Var olan egemenlik, sömürgeci ve sömürge ilişkisi, bu anlam ve kapsamdaki eşitsizler ilişkisi devam ediyor; bu egemen, sömürgeci ve eşitsiz ilişki ve statü, biraz “yumuşatılmaya” çalışılıyor, biraz daha “yaşanılabilir” hale getirilmek isteniyor! Başka bir ifadeyle Demokratik Özerklik Projesi, kendini devlete, devletin egemenlik ilişkisi temelinde kabul ettirme projesidir. Bundan dolayı hangi süslü ve cafcaflı lafla süslenirse süslensin bu projenin özü budur ve Kürt halkının kendi yaşamı, kaderi ve geleceği üzerinde söz ve karar hakkını içermiyor!

Bu projenin özü, Kürtleri egemenlik altında tutmaya devam ettirmektir. Bu projenin özünde ve ruhunda kendini eşit bir taraf olarak görme, bu görüşü gerçekleştirme istemi ve iradesi yoktur! Kendinizi yalvaran, biraz daha yumuşak ifadeyle “sadaka dileyen” bir konumda tutarsanız, siyaset yapma tarzının temeline bunu oturtursanız, elbette daha işin başında “kayıpla”, mağlubiyetle başlamış olursunuz. Bunu ister silahlı yapın, ister sözle yapın, pek fark etmiyor…

KCK-PKK “yeni” dönemin hedefini Demokratik Özerklik koyuyordu ve böylece bir kez daha stratejilerini, programlarını ortaya koymuş oluyorlardı. Yani Demokratik Özerklik için savaştıklarını bir kez daha resmen açıklamış oluyorlardı. Savaşla, silah ile bu hedef arasındaki büyük dengesizliğe burada uzun uzadıya değinmeyeceğiz. Ancak bu büyük dengesizliğin tarihsel, politik ve ahlaki sorumluluğunun çok büyük olduğunu sadece kaydetmekle yetineceğiz. Bu kadar acı, bu kadar fedakârlık ve bu kadar toplumsal trajediler, yine sonuçta TC’nin egemenliği çerçevesinde eşit, özgür olmayan bir yaşam için miydi diye hesap sorulacaktır, er veya geç, bugün veya yarın; bunun sorumluluğu altından kalkmak mümkün değildir!

Oysa halkın istemleri, hak talepleri ve ortaya koyduğu cesaret ve fedakârlık, ortaya konulan Demokratik Özerklik hedefinin çok çok ilerisindedir, hatta özüyle onunla kıyaslanmayacak kadar ileridedir! Kuşkusuz bu, bir paradokstur ve Kürt halkının politik olarak başarı kazanmasının önündeki en önemli engeldir!

Demokratik Özerklik Projesi, devlet karşısında, devletle ilişkiler açısından Kürt halkının geleceği ve kaderi üzerinde özgürce söz ve karar sahibi olma hakkını içermediği gibi, başka yönleriyle de demokratik bir içeriğe, işleyişe ve mekanizmalara sahip değildir! Halkın özgürce kendini ifade etme, tartışma, özgürce görüş oluşturma ve bununla karar süreçlerini etkileme olanağı yoktur. Bugüne dek yaratılan siyaset anlayışı ve kültürü, üsten belirlenen çerçevede tartışma, görüş belirtme ve resmi çizgi ve kararı onaylamanın ötesinden başka bir işleyişe izin vermemektedir. Dolayıyla kendi içinde demokratik olamayan bir yapının demokrasiden, kavram olarak özerklikten söz etmesi, hele bunu özgürlük teorisiyle açıklaması, en hafif deyimiyle samimiyetsizliktir.

Devletin karşısında program düzeyinde “El pençe divan” ve eylemsel olarak “silahlı” duruş, ama kendi içinde “Özgürlük teorisi” adına despotik ve “bastırmacı” duruş, işte kördüğüm halindeki “paradokslarımız” bunlardır! Bunlar çözülmeden, çözüm yoluna girmeden gerçekten “İflah olmamız” mümkün mü?

17 Ağustos 2010


 

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter