0 0
Read Time:4 Minute, 29 Second

dunya_barisM. Can YÜCE/ Yarın 1 Eylül Dünya Barış Günü… Hitler ordularının Polonya’yı işgal ederek II. Dünya Savaşını başlatması ve bunun yarattığı sınırsız yıkımlara karşı barış özlemini dile getiren bir gün…

Kuşkusuz “Savaşsız bir Dünya” özlemi, sürekli insanlığın gündeminde olmuş ve bu uğurda sayısız mücadele verilmiş, sınırsız bedeller ödenmiştir. Böyle bir özlemin bilince dönüşmesi de ancak bu sayede olmuştur!  Bu mücadelede sosyalistlerin, devrimcilerin hatırı sayılır bir rolünün olduğunu vurgulamadan geçmek büyük bir haksızlık olur. II. Dünya Savaşının pratiği bunun en somut kanıtıdır.

1 Eylülü “Dünya Barış Günü” ilan eden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) ve Varşova Paktı ülkelerinin oluşturduğu Dünya Barış Konseyi’dir.

Savaşsız bir dünya özlemini dile getirmek, bunu doğru bir bilince dönüştürmek önemlidir. Ancak bu konudaki ham hayallere karşı da etkili bir mücadele yürütmek en az onun kadar önemli ve gereklidir.

Bilinmesine rağmen tekrarlamakta yarar var: Kurulu dünyamız güç ve egemenlik yasası üzerine kuludur ve bu yasa tarafından yönetilmektedir. Bu temel gerçek görülmeden barış ve savaşsız bir dünyanın bugünden yarına kurulup gerçek haline geleceğini söylemek, bilinçli bir çarpıtma değilse, kaba bir demagojiden başka bir şey değildir.

Şu anda dünyamızda birçok büyük-küçük, yerel-uluslararası savaş var, daha başkaları da kapıdadır. Irak, Afganistan, Kürdistan, Filistin ve diğerleri… Bu savaşların altında sömürü, soygun, sömürgeci, egemenlik, hegemonya ve emperyalist politikalar var. Bunları üreten de sömürü ve sınıf ilişkilerine dayanan kapitalist-emperyalist düzenden başkası değildir.  Dolayısıyla bu temel gerçekleri atlayarak “Kalıcı barış” gibi iddialarda bulunmak doğru “Barış Bilincini” bulandırır, çarpıtır; devrimci bir barış mücadelesini de saptırır, düzen içi kanallara akıtarak tüketir!

Ne yazık, Kürdistan’da ve Türkiye’de kimi sol çevrelerde yapılan budur! Elbette 30 yıldır süren bir savaşın barışla sonuçlanmasını istemek, savaşın yol açtığı toplumsal ve insani yıkımların bitmesini istemek, her şeyden önce insani bir taleptir. Buraya kadar olanı güzel… Ama sorunun kendisi ve çözümü bunun ötesinde derin ve karmaşık boyutlar içermektedir. Sorunun özü şu:

Nasıl bir barış?

Kürtler için barış nedir, ne anlama gelir?

1970’lı yılların ortasında Kürtler hangi taleplerle ortaya çıkmıştı, ne istiyorlardı? Bugün onlar adına politika yapanlar ne istiyor?

Tam hak eşitliği, özgürlük, kendi kaderi üzerinde söz ve karar hakkını gerçekten elde etmeden adil ve onurlu bir barıştan söz etmek mümkün mü?

Kürtler açısından adil ve onurlu bir barışın asgari çizgileri, en alt sınırları nelerdir?

Tama hak eşitliğine ve özgürlüğe, kendi kaderi ve yaşamı üzerinde söz ve karar hakkına dayanmayan bir “barış” ne anlama geliyor?

Politik Kürtlerin, kendi geleceği ve yaşamı ile ilgili mücadele eden, bedel ödeyen, sözü ve eylemi olan Kürtlerin öncelikle bu sorular üzerinde düşünmeleri gerekir. Yoksa içi boş, bu sömürgeci düzene kabul edilmeyi “barış” olarak sunan yaklaşım ve politikalara itibar etmeleri, dahası bunların peşinde sürüklenmeleri sadece zaman ve emek kaybetmek değil, özgürlük ve doğru barış bilincini de yitirmektir!

Kürdistan sorununun çözümünü, sömürgeci sistemin temellerine dokunmadan birkaç kırıntıyla ve bu sisteme kabul edilmek olduğunu düşünmek, bunu da “barış” olarak lanse etmek, ne kadar büyük bir çarpıtmaysa, aynı şekilde, özgürlük ve kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olma asgari hedefine bağlanmamış bir “savaşı” bir “özgürlük savaşı” olarak yansıtmak da halkın gerçek istem ve duygularıyla oynamaktan başka bir şey değildir. Yine ne yazık, Kürdistan’da bu ikisi de egemen çizgi ve pratiktir. Yani özellikle 2004’ten bu yana sürdürülen “savaş”, sözcüğün gerçek anlamında bir ulusal kurutuluş ve özgürlük savaşı değildir; bir kendini düzene kabul ettirme, bu düzen tarafından kabul görme “savaşıdır”! Dillendirilen barış, barış politikaları ve etkinlikleri de bunun ideolojik ve politik yansımasından başka bir şey değildir!

“Bizimkiler” TC tarafından kabul edilmek için, TC tarafından muhatap alınmak için “savaş” ve “barış” mücadelesi verirken, TC yönetimleri, kendi içinde iktidar dalaşına rağmen bütün kanatları tam bir “Milli mutabakat” içinde resmi çizgi ve uygulamaları sürdürme, bu konuda esnememe “kararlılığını” sergilemektedirler…

En son Genelkurmay Başkanlığı devir-teslim töreninde yapılan konuşmalar, bunun en somut ve güncel örneği olmaktadır. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Genel Af sözleri karşısında Erdoğan ve AKP yöneticilerinin gösterdiği sert tepki, resmi çizgideki kararlılık vurguları, Kürdistan sorununda sergilenen “Milli mutabakatı” bir kez daha gözler önüne koymuştur. Bu, aynı zamanda bir yıl önce AKP hükümeti tarafından gündeme getirilen “Kürt Açılımının” içinin ne kadar boş olduğunu bir kez daha gözler önüne sergilemiştir.

Açık olan şu: Genelkurmay, demokratik haklardan sadece “bireysel haklar” bağlamındaki haklardan öte bir şey düşünmemekte ve bunun dışındaki her görüşün ve düşüncenin karşısında olduğunu ortaya koymuştur. AKP, MHP, CHP de aynı çizgide durmaktadırlar.

Kuşkusuz egemenler cephesinde, henüz etkin bir politik çizgi veya eğilim haline gelmese de Kürtleri tanıma, bazı haklar bağlamında Cumhuriyete bağlama düşüncesinde olanlar var, bu, açıkça tartışılıyor. Bu tartışma bir eğilim olma yolunda gelişiyor. Bu eğilim, resmi çizginin kabuğunu bir parça delme veya onu esnetme düşüncesinde olduğu için önemlidir. Ancak henüz Kürtleri eşit bir ulus, kendi kaderini tayın etme hakkı olan bir halk olarak görme, düşünceyi ve politikayı bu temelde şekillendirme durumundan çok uzaktır. Bundan dolayı burjuva anlamda bile “demokratik” olmanın çok uzağında bir eğilimle karşı karşıyayız. “Eskiye” göre bir “ilerlemedir”, ancak esas ölçülere yaklaşmaktan çok uzaktır. Temel ölçü, Kürtleri eşit ve kendi kaderini belirleme hakkı olan bir ulus olarak kabul etmektir!

Ancak yine ne yazık, kuzey Kürtlerin egemen bloğu gerçek anlamda, politik düşünüş ve programatik çizgi bağlamında Kürtleri eşit ve kendi kaderini belirleme hakkı olan bir halk ve ulus olarak görmemektedir. Dolayısıyla Türkiye liberalleri ve “demokratları” bu alanda bir de bu cepheden aldıkları dolaylı “güçle” rahat etmektedirler…

Dünya Barış Gününde “gerçeklerimiz” bunlar; son derece yakıcı ve çarpıcı… Bizim için bu aşamada görev olan, vurgulanan yukardaki bu “gerçeklere” rağmen doğru “barış ve savaş bilincini” dile getirmek, bunun altını defalarca çizmektir…

31 Ağustos 2010

 

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter