0 0
Read Time:6 Minute, 36 Second

nevin2aM. Can YÜCE / Kuruluş yıllarında TC’nin kimliğini belirleyen iki tam, Komünistler ve Kürtler; bir de “yarım” düşman, İslamcılar vardı! En genel anlamda tekçi bir devlet yapısı karşısında duran her muhalif ezilmesi, susturulması ve nihai olarak yok edilmesi gereken “unsurlardı”!

Mustafa Suphilerin Karadeniz’in azgın sularında boğdurulması, Koçgiri ile başlayan Kürt kırımı ve katliamları, Takriri Sükûn ve “Tunceli” Yasalarıyla devam eden “Tedip ve Tenkil Harekâtları” anılan kimliğin oluşumunda önemli dönemeçler olmuştur.   TC’nin günümüze kadar bu katliamcı tarihi kesintiye uğramadan devam edegelmiştir.

12 Mart ve 12 Eylül bu kanlı, bastırma ve despotik tarihin birer zirveleri niteliğindedir.

Bu kanlı tarihsel sürecin her aşamasında Komünistler ve Kürtler, bu devletin boy hedefi olmuş, en büyük işkenceleri görmüş, katledilmiş, zindanlara atılmışlardır. İşkence, zindan ve katliam politikaları ve sopalarını elinden düşürmeyen TC, bunu “olağan”, normal bir yönetme yöntemi olarak kullanagelmiştir. Elbette bu kısa yazıda TC’nin kanlı tarihinin ayrıntılarını, hatta ana çizgilerini anlatacak değiliz. Vurgulamak istediğimiz şudur:

Türkiye’de hükümetler değişir, darbeler olur, Meclisler değişir, çeşitli partiler kurulur veya kapatılır. Ama değişmeyen bir şey vardır: Kürt ve Sosyalist düşmanlığı!

Bu nedenle devlet kendisini bir karşı-devrim, bir özel savaş aygıtı olarak yapılandırmış; siyaset yapma tarzını ve kültürünü, hukukunu buna göre yapılandırmıştır.

TC tarihinin bir kanlı “İç savaş”, başka bir ifadeyle özel savaş tarihi olmasının nedeni de budur.

Tek renkli olmayı var oluş nedeni gören bir devlet, onun dışındaki renkleri bastırma ve yok etmeyi varlık nedeni sayan bir devlet, bir karşı devrim, bir özel savaş devleti olarak kendisini kurumlaştırmadan edemezdi…

Bir de bastırmaya çalıştığı Kürtler ve Sosyalistler, boyun eğmeyi değil, direnmeyi bir yaşam seçeneği olarak seçmişlerdir. Bu gerçeklik, onun özel savaşçı kimliğini ve ruhunu her zaman daha da derinleştirmiştir.

Bu kısa özetten şu noktaya, şu soruya geliyoruz: TC, TC’nin zindanlarını, Hücrelerini yazan Nevin Berktaş’ı 21 yıl kendi zindanlarında yatırmasına rağmen, dahası kendi yasalarına göre fazladan yatırdığı süreden dolayı “Borçlu” olduğu Nevin Berktaş’ı neden yeniden zindana attı?

Hem de demokrasi, düşünce ve ifade özgürlüğü demagojilerinin bu kadar yaygınlaştığı bir dönemde bunu neden yaptı?

Bu soruya birçok açıdan yanıt verilebilir, ancak bu sorunun çok önemli ve anlamlı bir yanıtı var: Nevin Berktaş, 21 yıllık zindan yaşamına, Hücrelerine, işkencelerine ve her türlü teslim alma uygulamalarına rağmen direndiği için, teslim olmadığı için yeniden zindana atılmıştır!

Bu bir teslim alma operasyonu mu?

Genel anlamda evet, ama özel olarak Nevin Berktaş şahsında tüm direnenlere, tüm “Uslanmazlara” bir gözdağı, onlara karşı değişmez devlet tavrının bir kez daha sopa ile hatırlatılmasından başka bir şey değildir!

Düşünce ve ifade özgürlüğü demagojisi ile örtbas edilmek istenen gerçeklik budur!

Fazla uzatmadan sözü Nevin Berktaş’a bırakmak istiyoruz. Aşağıda zindana atıldıktan sonra kaleme aldığı bir mektup, bir de Hücreler kitabıyla ilgili yazdığı başka bir kısa yazı var.

“Merhaba!

Ben, Nevin Berktaş. İstanbul Bakırköy Hapishanesi’nden yazıyorum size. “İnancın Sınandığı Zor Mekânlar: Hücreler” kitabını yazdığım için 10 ay hapis cezası kesildi ve 2 Kasım 2010 tarihinde tutuklandım.

“… Hücreler” kitabını 2000 yılı başında Gebze Hapishanesi’nde yazmıştım. Yani neredeyse 11 yıl oluyor. Kitap, Nisan 2000’de baskıdan çıktıktan bir hafta sonra toplatıldı. Hakkımda da dört ayrı dava açıldı. Ayrıca “Yediveren Yayınları” Yazı İşleri Müdürü Elif Çamyar ve “Berdan Matbaacılık” sahibine de dava açıldı. Hakkımdaki  -biri hariç- üç dava dosyası kapandı (para cezası, beraat vs. nedenlerle), diğeri “örgüte yardım yataklık yapmak”tan devam etti. Ve dört yıla yakın hapis cezası verildi. Sonra bir yasa değişikliği yapıldığı için, avukatım, “yeni yasaya göre dosyanın yeniden görülmesi” isteminde bulundu. Böylece infaz durdurulmuş oldu.

Bu arada ben 2007 Şubat’ında tahliye oldum. Avukatım, tahliye edilmem için uğraşırken yaklaşık altı yıl kadar da fazla yatırıldığımı açığa çıkardı. Bu fazlalık yanlışlıkla olmuş!

Örgüt üyeliği ve bazı ek davalar nedeniyle 1995-2007 yılları arasında on üç yıl kalmıştım hapishanede. Daha önce de 1983-1991 yılları arasında sekiz yıl… Yani, toplam 21 yıl hapishanede geçirdim. Şu anda 52 yaşındayım.

Kitap davası, 2007’de ben tahliye olduktan sonra yeniden görüldü. Ve 10 ay hapis cezası geldi. Avukatım, bu sürenin, fazladan yatırıldığım altı yıllık süreden düşürülmesi için savcılığa başvurdu. Savcılık fazladan yatırıldığım süreyi incelemekteydi ve resmi kanallardan bazı eksik evraklar gelmesini beklemekteydi.

Savcılığın dosya inceleme süreci bitmemişken tutuklama kararını çıkartmış olması ve beni adresini bildikleri evimin kapısından almaları oldukça anlamlı.

Öte yandan, 19 Aralık 2000’de yaşadığımız katliam ve hücre tipi hapishanelere geçiş öncesinde, 12 Eylül’ün en ağır işkencelerini yaşamış biri olarak, kitabım, 12 Eylül uygulamaları ve hücre politikasına karşı nasıl direndiğimizi anlatıyordu. Sömürülen ve ezilenlerin yanında insanlığın kurtuluşu mücadelesini veren biri olarak, yaşadıklarım üzerinden zor ve işkence karşısında direnmeyi anlatmaktan daha doğal ne olabilir?

Düşüncenin suç olmadığına dair ve 12 Eylül işkencehanelerinde ne çok haksızlık yapıldığı üzerine çokça konuşulduğu bir dönemde, bunları anlatan kitabım nedeniyle ceza verilmiş olması ve apar-topar yeniden tutuklanmam, bana göre ikiyüzlü bir politika yürütüldüğünün göstergesi.

İlgilenmeniz dileğiyle…

Selamlar

Nevin Berktaş

Not: Hukuki durumum hakkında daha ayrıntılı bilgi almak istenirse;

Yediveren Yayınları, Çağdaş Büyükbaş: 0538 777 99 01

Avukatım İnayet Aksu: 0532 354 50 84”

İkinci yazı, 2001 yazıldı. Şimdi onu okuyalım, birlikte:

“Ne insan hücreye sığabilir! Ne hücre o kadar büyüyebilir

Hani diyor ya şair: “O kadar uzun bir destanı var / O duvarın dibindeki her bir karış yerin…”
Evet, o duvar(lar)ın dibinde bizimkilerin kolları… O duvarın dibinde kurşunlandılar ve o duvarlarda -Spartaküs’ten bu yana- bizimkilerin Eyfeller gibi kemikleri yükseliyor.
Sadece hapishane duvarlarını kastetmiyorum. Hatta bizim etrafımızda “dört duvar” küçük bir kısmını oluşturuyor… Yaşlı bir teyzenin topraklaşmış yüzüne sinen acıda; yıllardır kirli bir savaşın ortasında ülkesini arayan Filistin ve Kürt çocuklarının erken büyümüş gözlerinde; işsiz kaldığı için kendini yakabilen bir emekçinin öfkesinde; yazarın kaleminde, bilimin beyninde, sanatın yüreğinde… Her şeyde ve her yerde “o duvar”!(…)

İnsanların yakıldığı hapishanelerde, kitapların değeri olabilir mi? Okuma-yazma oranının bu denli düşük seyrettiği, eğitim-öğretim olanaklarından yararlanamayan milyonlarca çocuğun olduğu bir ülkede, yıllardır “cezaevleri birer okula dönüştü” sendromuyla hareket eden bir devletin kitap kaygısı ne olabilir?

19 Aralık; cezaevinde özenle toplanmış, üzerine titrediğimiz kitaplarımız için de “hayata dönüş” operasyonu oldu. Operasyon sırasında on binlerce kitap, çalışma-araştırma notları ve arşivler de yakıldı. Hitler’in gaz odalarını, insan fırınlarını seyyar hale getiren bir zihniyet için, kitap yakmak hiç de şaşırtıcı değil. Ancak insanların ve kitapların yakılmasının verdiği acıyı, bunun farklılığını siz de tahmin edersiniz. Yanmayan kitaplarımızın bir kısmını da cezaevi bahçesinde koca bir ateş yakıp -özellikle ailelerimizin görebileceği bir şekilde- yaktılar.

O gün ailelerimizin anlattığı manzara şuydu: “Bir grup asker, etrafında oturmuş, kitaplarınızı uzaktan ateşe fırlatıyor ve kendi aralarında büyük bir keyifle, ıskalayıp ıskalamamanın oyununu oynuyorlar.” (…)

İşte tam da bugünlerde yaklaşık bir yıl önce kaleme aldığım “İnancın Sınandığı Zor Mekânlar: Hücreler” adlı kitabımın yargılanması için DGM tarafından duruşmaya çağrıldım. Doğrusu bu durum, kitap düşmanlarının yarattığı tabloya da çok uygundu. “Basın yoluyla bölücülük yapmak, yasadışı örgüte yardım ve yataklık etmek, vb.” Yargılama için bunlar yeter de artar nedenlerdi!

Cezaevinde geçirdiğim uzun yılların önemli bir bölümünü de hücreler oluşturuyordu. 12 Eylül’ün karanlık hücreleri…

Başımdan geçenler üzerinden, bu hücreleri anlatmak istedim. Ortaçağ’ın izbe hücrelerinden hiç farkı olmayan; farelerin, Çukurova yılanlarının mesken tuttuğu, kibritin bile alev almadığı, vıcık vıcık nemli duvarlarıyla küçücük bir hücrede nasıl yaşanır bilinsin istedim. Zorla İstiklal Marşı söyletmek, “komutanım” dedirtmek, ön ilikletmek, tek tip elbise giydirmek, en basit insani ihtiyaçlarını bile yaptırtmamak, nasıl bir işkencedir bilinsin istedim. En azından bilinenlere bir katkı olsun istedim…
Bir kadın olarak, bunları yaşamanın ek zorluklarıyla dolu yıllarda tek bir yaptırıma bile uymadan, tek başıma kalsam da bu karanlığa nasıl göğüs gerdiğimi, insan gücünün ne yenilmez olduğunu, hücrelerin kaç devrimci ve komünistin ölümüyle yıkıldığını anlatmak istedim. Toplumsal bir idealsizleştirme ortamında, inançlarım için her zorluğa direndiğimi-direneceğimi; bu dünyada hala idealleri için ölen insanlar olduğunu bir kez daha vurgulamak istedim…
Bunları yaşadım, anlattım ve şimdi yargılanıyorum. Tüm yaşanmışlıklara karşın. Hala hücreyi savunan mantık değil, ama benim kitabım yargılanıyor!
Sizlerden bu haksız yargılamayı kamuoyuna duyurmanızı istiyorum… Ben her şeye rağmen ve her şeyden dolayı hücre karanlığının yıkılacağına inanıyorum. Bunu hiç kaybetmedim. Çünkü ne insan hücreye sığabilir, ne hücre o kadar büyüyebilir!

Nevin Berktaş

Eylül 2001”

Nevin Berktaş’a Özgürlük Kampanyasına güç verelim!

(Not: Nevin Berktaş ile ilgili gelişmeler, onun adına açılan http://www.freedom-for-nevin-berktas.org/ sitesinden izlenebilir.)

14 Aralık 2010

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter