M. Can YÜCE / Çok kısa bir süre önce BDP yetkilileri, bundan böyle Kürtçeyi fiili olarak yaşamın her alanında kullanacaklarını, bunun için anayasa ve yasalarda gerekli değişiklikleri beklemeyeceklerini ifade ettiler.
Kuşkusuz bu önemli ve ciddi bir tutumdu ve mutlaka stratejik bir duruşa, yaklaşıma oturması gerekiyordu. Ya da böyle bir tavrın üzerinde geliştirileceği politikanın çok net ve bütün öğeleriyle belirlenmiş olması gerekiyordu.
Anlatmaya çalıştığımız temel nokta şu: Bir adım atmak, elbette önemli, ama her koşulda bunun arkasında durmak, bu arkada duruşu genel bir planlamanın üzerine oturtmak çok daha önemli ve stratejik bir değere sahiptir.
Yaşamın her alanında ve her zemininde Kürtçeyi kullanmak, bunu fiili bir direniş olarak adım adım geliştirmek ve yaygınlaştırmak, bu fiili direnişi günlük yaşamın önemli ve giderek vazgeçilmez bir parçası haline getirmek, Kürdistan sorununun çözüm mücadelesinde önemli bir aşama anlamına gelir.
Elbette, geçici, sınırlı ve dönemsel taktik ve kampanyalardan söz etmiyoruz. Kürdistan sorununu toplum ve devletin gündemine çok yakıcı ve giderek stratejik düzlemde koymanın bir yolu olarak fiili direniş yöntemi düşünülmüş ve tasarlanmış bir yaklaşımdan söz ediyoruz.
Anadilde eğitim de dahil Kürtçenin yaşamın her alanında temel ikinci bir dil olarak fiili olarak gündeme getirilmesi ve bu tutumun arkasına politik bir iradenin konulması önemli politik gelişmelere yol açar. En başta bütün kurumlarıyla TC’nin, bütün politik yapılarıyla “resmi toplumun” Kürdistan sorunu karşısındaki yaklaşımını bir kez daha net bir biçimde açığa çıkarır. Bu önemli, son bir iki yıl içinde tekrarlanagelen “Açılım” laflarının ne olup olmadığını deşifre eder.
Devlet ve “resmi toplumun” bu konudaki ilk tepkisi, tehdit, bastırma ve susturma biçiminde oldu, öyle ki bu, çoğu zaman “hezeyan” düzeyinde gelişti.
Bu bastırma ve susturma yaklaşımları, bir kez daha gösterdi ki, TC devletinin “çözüm”den anladığı, içi boş “bireysel haklarla” takviye edilmiş resmi çizgi, bastırma ve imhadan başka bir seçeneğe şans tanımama kararında olan Cumhuriyet çizgisinden başkası değildir.
TC ve onun çizgisinde olanların “çözüm”den ne anladıkları bir kez daha ortaya çıktı. Bu, DTK tarafından tartışılmaya sunulan “Demokratik Özerklik Taslağı” ile de çok daha netleşti. Demokratik Özerklik Taslağı konusunu başka bir yazımızda değerlendirmeye çalışacağız. Bu yazımızda Kürtçenin fiili olarak yaşamın her alanında ve her zeminde kullanılması üzerinde duruyoruz.
Devletin ve onun çizgisindeki çevrelerin tavrı bizim için şaşırtıcı olmadı. Gelinen noktada başka bir tavır beklemek de ham hayalcilik olurdu. Önemli olan bu fiili direniş sürecini başlatanların genel tutumu ve bu tutumun dayandığı temeller, bizim açımızdan çok daha önemlidir.
Kürt dilini fiili olarak kullanmak, bunu geri dönülmez bir adım olarak gerçekleştirmek gerçekten önemli ve bunun her yurtsever Kürdün yüreğinde önemli bir heyecan dalgasına yol açtığı kuşkusuzdur. Bu kararı tam bir kararlılıkla ve ortaya çıkacak engelleri aşma iradesiyle sürdürmenin çok daha önemli ve çok ciddi politik, psikolojik ve toplumsal sonuçlar doğuracağı çok açıktır!
Bu noktada önemli olan, BDP’nin ve onun gibi düşünenlerin bu kararı nasıl algıladıkları, ona nasıl bir politik anlam yükledikleri, yine bu kararın stratejik bir hedef bağlamında yürütülüp yürütülmediğidir! Stratejik bir hedefe ve plana bağlanmış bir fiili direniş söz konusuysa bu, büyük devrimci gelişmelere yol açabilir; devleti ve onun resmi çizgisini bir kez daha zorlayacak ve deşifre edecek bir süreç işlevini görebilir.
Yok, bu fiili adım, günübirlik bir yaklaşımın sonucuysa, belli bir stratejik hedef ve planlamadan yoksunsa tersten sonuçlar doğurur, fiili direniş silahını en azından sulandırır.
Peki, mevcut durum nasıldır?
Kuşkusuz dilemek ve umut etmek ile gerçekliğin kendisi çok farklıdır. Hepimiz diler ve umut ederiz ki, Kürtçeyi fiili olarak yaşamın her alanında kullanma tavrı geçici ve stratejik bir plandan yoksun bir adım değil, tersi olsun. Yani bu adım geri dönülmez bir adım ve stratejik bir hedefe bağlı olarak yürürlüğe konulan bir adım olsun!
Ancak bugün (21Aralık 2010) BDP Eş Başkanı S. Demirtaş’ın Meclis Başkanı ile yaptığı görüşmeden sonra ifade ettiği sözler, sözcüğün gerçek anlamında bir hayal kırıklığı yarattı. Bu sözlerin ortaya koyduğu gibi “İki Dilli Hayat” tavrı, stratejik bir planlamadan yoksun bir “Sivil itaatsizlik” sürecinin bir adımı değil, günübirlik bir yaklaşımın, belki de sıradan propaganda hesabına dayanan bir yaklaşımın ürünüdür. Başta Meclis olmak üzere Belediyeler, Mahkemeler ve diğer devletle ilişki zeminlerinde Kürtçe konuşma kararlılığı tam bir ciddiyet ve kararlılıkla sürdürülmeyecekse, o zaman ciddi bir fiili direniş silahını sulandırmanın anlamı var mı?
Politika, bunu tutarlı bir fiili direnişle sürdürmek gerçekten ciddi bir iştir; en az savaş kadar ciddi bir iştir; oynanmaya gelmeyecek kadar ciddi bir iştir. Bugün “egemen” Kürt siyasetinin en büyük paradoksu bu noktada düğümlenmektedir. Bunun sahip olduğu çizgiyle kesin bağlantı noktaları vardır; ancak bununla birlikte bu paradoksun ana halkası, özgür ve bağımsız bir irade ve yönetim gücünden yoksun olmasıdır!
Bu, karşımıza tutarlı olmayan, zikzaklı, kendi içinde tersine dönüşleri, karşıt uçları barındıran ve dolayısıyla “güvenilirliği” tartışmalı bir pratik ortaya çıkarıyor. Oysa Kürdistan sorununda en sıradan bir hak talebinin gerçekleşmesi, ancak TC ve onun resmi çizgisiyle pratikte ciddi bir hesaplaşmadan geçer. Bu göze alınmadan, bu göze alışı uzun vadeli ve kapsamlı bir planlamaya bağlamadan dişe dokunur bir başarı kazanmak mümkün değildir.
Fiili direniş, ya da “Sivil itaatsizlik” gibi süreçlerin başarı şansı, ancak böyle bir yaklaşımdan geçer!
21 Aralık 2010