Son 7-8 aydır Kürdistan’da sürdürülen bastırma ve ulusal imha hareketi, 1920’li yıllarda gerçekleştirilen “Tedip (Uslandırma, yola getirme, terbiye etme) ve Tenkil (1. Uzaklaştırma. 2. Herkese örnek olacak bir ceza verme. 3. Düşman veya zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma -TDK)” Hareketlerinin güncellenmiş, hatta onu da aşan boyutlar kazanan vahşi biçimidir!
Belli aralıklarla gerçekleştirilen Tedip ve Tenkil Hareketlerinin (O dönemlerde Kürdistan İmha Seferlerinin resmi adı budur!)sonucunda yüz bini aşkın Kürt ve Kürdistanlı katledilmiş, köyler yakılıp yıkılmış, on binlercesi “Zorunlu İskâna” tabi tutulmuş, göçertilmiş, Kürdistan adeta yeniden işgal edilmiş; bu imha ve bastırma hareketinin “başarısı” üzerine ulusal inkârcı ve imhacı sömürge egemenliği kurumlaştırılmaya çalışılmıştır!
Buna “Cumhuriyetin Uygarlık Hareketi” denilmiş, Kürt halkını yok etme, tarihten silme ve Kürdistan’ı Türkiyeleştirme hareketi, “Şark Islahat Planı” ile stratejik ve programatik bir çizgiye oturtulmuştur!
Bu Tedip ve Tenkil Hareketlerinin bugün gerçekleştirilen bastırma ve imha, başka bir ifadeyle “Diz Çöktürme” hareketinden görünürde bir farkı vardı: 1920’li yılların Tedip ve Tenkil Hareketleri görünürde bir “Yasal” dayanağa oturtuluyordu; Takrir-i Sükûn, İstiklal Mahkemeleri, Örfi İdare, yani Sıkıyönetimler, Tunceli Kanunu, Mecburi İskân gibi…
Bugün böyle bir “formel” gerekliliğe bile ihtiyaç duymuyorlar; verili ve yürürlükteki anayasa, yasa ve imzaladıkları uluslar arası sözleşmelere bile uyma gereğini duymuyor, bunların tümünü büyük bir pervasızlıkla çiğniyorlar…
Bu anlamda, kendi “yasalarına” ve sömürge hukuklarına göre bile yasa dışı bir zeminde, bir suçlular, haydutlar ve mafya çeteleri gibi davranıyorlar…
Bu bastırma ve imha hareketinin arkasında bir “Milli Mutabakatın” olduğunu, geçmişteki suçları gibi sorgulanmayacağını, yargılanmayacağını tarihlerinden, geleneksel devlet reflekslerinden biliyorlar. TC’nin Ermeni Soykırımı konusunda bu kadar katı karşı duruşu bir milli mutabakatla sergilemelerinin anlamı, günceldeki pratiğinde ete kemiğe bürünmektedir! Soykırım ve katliam hareketleri bir devamlılık sunuyor çünkü!
Soykırım ve katliamlar üzerine kurulan, halkların ve bütün farklılıkların bastırılması ve imhası üzerine şekillenen bir devletin, bunu “Ulusal varlık ve yokluk” olarak” “ulusal bir reflekse” dönüştüren bir Cumhuriyetin başka türlü davranması da beklenemez…
Dikkat edilsin, bu, tarihi boyunca bütün Cumhuriyet Hükümetlerinin “siyaset üstü”, daha doğru ifadeyle “Partiler üstü” ortak paydası, şaşmaz “Milli mutabakat” düsturu olmuştur! 7 Hazirandan sonra gerçekleştirilen darbenin ve Kürdistan’a dayatılan “Çöktürme” Hareketinin, tam anlamıyla bütün partilerin, “bütün düşman kardeşlerin”- Perinçek’in Vatanı ile AKP – Gülen Cemaati gibi – “kusursuz” ittifakıyla gerçekleştiriliyor olması, işte bu tarihsel ve “ulusal” refleksten kaynaklanmaktadır!
TC, bugün her açıdan Kürdistan’ı yeniden işgal ediyor, bunu yine tarihte olduğu gibi “parça parça”; bütün ordu, jandarma, polis, köy korucuları ve istisnasız bütün şiddet aygıtıyla bunu gerçekleştiriyor. Yüz binlerin oturduğu Amed Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin ve daha birçok yerleşim alanını tank, top ve en ağır silahlarla topyekûn hedefleyerek, bombalayarak, evleri halkımızın başına yıkarak, bütün yaşam olanaklarını yok ederek, yakıp yıkarak, ayları bulan ablukalarla, toplu göçertme ve katliamlarla yapıyorlar…
Bu topyekûn imha ve teslim alma hareketinde hiçbir sınır, ölçü, kural ve ahlak tanımadıklarını ifade etmeye sözcükler yetersiz kalmaktadır; bunu, insanlığın tarih boyunca biriktirdiği en temel değerleri çiğneyerek yapıyorlar, kendi yasalarını paspas yaptıkları gibi, en basit savaş hukuk kurallarını bile gözetmiyorlar, alenen çiğniyorlar.
Burada vurgulanması gereken temel bir nokta var:
Bu, Kürt halkına ve onun özgürce yaşama, kendi kaderini tayın etme hakkına, dahası varlığına yöneltilmiş topyekûn bir imha savaşıdır, 1920’li yılların yüz binlerin katliamıyla sonuçlanan Tedip ve Tenkil Hareketlerinin daha kanlı ve yıkıcı silahlarla sürdürülen güncellenmiş biçimidir. Stratejik hedefi ve programı, 40 yıldır darbelenen, Kürt halkı nezdinde “meşruiyeti” kalmayan TC’nin sömürge egemenliğini yeniden kurmaktır!
Bu, tek başına Erdoğan’ın diktatörlük programı değil, onu da içeren bir “Milli Mutabakat” programı ve “Milli Mutabakata” dayanmaktadır!
Kürdistan’daki ölçüsüz, sınırsız ve ahlaksız savaşı, kirli imha savaşını doğru tanımlamak, programını ve hedeflerini doğru okumak ve anlamak gerekir; bu yapılmadan doğru ve uzun soluklu bir kurutuluş direnişini de sürdürmek olanaklı değildir!
Tekrarlamakta yarar var: Bu, stratejik ve programatik olarak bütün Kürt halkına ve dört parça Kürdistan’a yöneltilen, onların bütün kazanımlarını yok etmeyi hedefleyen ve her türlü direnişlerini ve direniş umutlarını imha etmeyi hedefleyen, bu imha temelinde sömürge egemenliğini “Restore” etmeyi amaçlayan bir imha savaşıdır!
Bu programda Kürt halkına ölümden başka bir seçenek bırakılmamaktadır! Hatta ölülerimiz, cenazelerimiz, mezarlıklarımız bile onlar için yok edilmesi, izlerinin silinmesi gereken “düşman hedefler” olarak görülmektedir; bunu bu son 7-8 aylık pratikte çok somut bir biçimde yaşadık!
Peki, bu imha ve vahşi yok etme savaşı karşısında halkımıza direnmekten başka bir seçenek bırakılmış mıdır? Direnişin dışında bir yaşama, ayakta kalma ve onuruna sahip çıkma yolu ve seçeneği bırakılmış mıdır? Bu yalın gerçeği teslim etmeden, hangi demokratlık ve yurtseverlikten söz edebiliriz ki?
Dikkat edilirse sömürgeci-işgalci TC’nin amaç ve hedefleri korkunçtur; dolayısıyla kullandıkları silahların, araçların, yöntemlerin korkunçluğu; kitlesel kırım ve katliamlar, kentlerimizin ve tarihimizin topyekûn yıkımı, cenazelerimize bile reva görülen vahşetin sınırsızlığı, esas olarak, bu amaç ve hedeflerinin vahşiliğinden kaynaklanmaktadır!
Amaç ile araçlar arsındaki bu dolaysız ilişki, aynı zamanda ve aynı anlama gelmek üzere “ahlaksız” ilişki, tek tek özel savaş birimlerin, kişilerin düşünsel ve ruhsal durumlarının ötesinde bir anlam ifade etmektedir; ortada TC devletinin bugünkü Kürt ve Kürdistan düşmanlığında cisimleşmiş “Aklı”, “refleksleri”, temel nitelikleri, daha doğru ifadeyle tastamam ÖZÜ vardır!
Eğer dünden bugüne kesintisiz akan bu ÖZ doğru kavranırsa, Cizre’de onlarca insanımızın Vahşet Bodrumunda işkenceli bir ölüme mahkûm edilmesini, cenazelerimizin günlerce sokaklarda bir psikolojik işkence aracına dönüştürülmesini, daha nice vahşet sahnesini anlamakta zorlanmayız! Bugün neden bütün iç ve dış politikalarını Rojava ve Kuzeyi başta olmak üzere Kürt ve Kürdistan düşmanlığına bağladıklarını da anlamakta ve buna karşı gerekli insani, yurtsever ve en sıradan demokratik refleksi göstermekte de zorlanmayız.
TC’nin günceldeki Tedip ve Tenkil Hareketinin politik ve stratejik özünü kavramadan sorunu “Hendekler” ve “Barikatlara” bağlamak ve onunla açıklamak, en hafif ve basit yorumla TC’yi tarihsel derinliği ve programıyla güncel Kürt ve Kürdistan politikasını anlamamak, anlamamakta ısrar etmek demektir!
Çok basit bir soru var: Rojava’da doğrudan TC’ye dönük barikat ve hendekler mi var? Peki, TC’nin Rojava’ya dönük saldırgan, oradaki kazanımları imha etmek için fırsat kollayan politikasını, IŞID eliyle gerçekleştirdiği Şengal, Kobanê soykırım saldırılarını hangi “Hendek ve Barikat”larla açıklayacaksınız?
Oysa gerçeklik çok basit ve yalındır; elbette anlamak, görmek ve kavramak isteyenler için: TC’nin bütün parçaları içine alan bütünlüklü bir Kürdistan politikası var; bu, defalarca vurgulandığı gibi, öncelikle bütün parçalardaki kazanımları ve mevzileri yok etmek ve sömürge egemenliğini restore ederek sürdürmektir. Erdoğan, “Suriye’nin Kuzeyinde bir Kürt oluşumuna izin vermeyiz, Irak’ın kuzeyinde yapılan hatanın tekrarlanmasına izin vermeyiz” derken, tastamam anılan Kürdistan politikasını en kaba bir biçimde tekrarlıyordu ve bunu söz düzeyinde bırakmıyor, Kuzeyde Tedip ve Tenkil Hareketini, Rojava’ya karşı tüm diplomatik gücünü devreye sokuyordu! Elbette bu sözleriyle Güneydeki durumu “hata” olarak göstererek uzun vadede stratejik hedeflerini de hatırlatıyordu…
Geçmeden vurgulanması gereken çok önemli bir nokta daha var:
Kürdistan’daki TC’nin abluka, imha ve vahşi yeniden işgal hareketi değerlendirilirken yukarıda vurgulamaya çalıştığımız gerçekliği gölgeleyecek yaklaşımlardan kaçınmak gerekir. Türkiye’de kimi demokrat yazarlar, “bütün yanlışlara” karşı dengeli bir tutum takınma adına TC’nin sömürge imha savaşını, güncellenmiş 1920’li ve 1930’lu yılların Tedip ve Tenkil Hareketini, güncel “Zilan” ve “Dersim” katliam ve soykırım hareketlerini PKK ile PKK’nin yanlışları ile ilişkilendirmeye, bunların, buna “zemin sunduğunu” açıklamaya çalışmaktadırlar.
Bunun politik gerçeklikle bir ilişkisi yok, tersine bu, imha savaşı gerçeğini gölgeler, anlaşılmasını zorlaştırır.
Belgelerle ortaya çıktık ki, TC, 2014 yılında bugün yürüttüğü “Diz Çöktürme”, “Sri-Lanka Planını” yapmıştır. Bu savaşın nasıl, neden ve hangi gerekçelerle başlatıldığı da çok açıktır, buna günlük olarak tanıklık ediyoruz. Elbette PKK’nin de politikası, hataları, eksikleri eleştirilebilir; hatta eleştirilmelidir de. Ancak bağlamı, zemini ve düzlemi TC’nin imha savaşı bağlamı ve düzlemi değildir! PKK’nin hiçbir “hatası”, hatta “suçu” TC’nin Kürdistan’daki imha savaşının, insanlığın en sıradan değerlerini ayaklar altına alan kirli özel savaşının gerekçesi, bahanesi yapılamaz, onunla açıklanamaz!
Burada Akademisyenlerin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisindeki gerçek suçluyu işaret eden tespiti çok önemlidir ve topyekûn linç kampanyalarına hedef olmalarının temel nedeni de bu doğru tespittir. Bu tespit, Kürdistan’daki imha savaşının özünü vurguluyordu, hedeflenmesi gereken suçluyu gösteriyordu; bu özü gölgeleyen başka bir “dengeleyici unsura” yer vermiyordu.
Türkiye’de İslamcı faşist diktaya karşı, demokratik bir tavır, bu bağlamda Kürdistan’daki vahşi özel savaşa karşı herhangi bir duruş, Kürtler için bir “Lütuf” değildir; her şeyden önce ilkesel bir tutum olmalıdır, politik ve pratik olarak kendileri için, kendi özleri ve gelecekleri için yapılmış bir davranıştır! “PKK eleştirileri” ile “dengeli” bir tutum içinde olma kaygısında olanların bir de bu noktadan bakmalarında yarar var.
Aynı yaklaşımı Kürt cephesinde de sergilenmektedir. Onlara da sadece şunu hatırlamakla yetinelim: Son iki yüz yıllık tarihimizi bir kez daha okuyun ve anlamaya çalışın! TC’nin Kürdistan politikasını kavramadan, yaptığı katliamları, yıkımları, göçertmeleri direniş, başkaldırı hareketleri veya onların hata ve eksiklikleriyle açıklamaya çalışırsanız; farkına varmadan, bütün Tedip ve Tenkil Hareketlerini de bir bakıma meşrulaştırmış olursunuz! Elbette hiç kimse eleştiri üstü ve dışı olmamalıdır; ama bunun bağlam ve zemini doğru seçildiğinde bir anlam ve değer kazanır! “Hendek” ve “Barikat” eleştirilerinin ardına gizlenenler, gerçekten 24 Temmuz saldırılarının hemen ardından TC’nin saldırılarına açıktan destek sunanlara bir sözleri olmuş mudur?
Oysa TC’nin hiçbir saldırısı meşru değildir, dahası bunların hiçbir gerekçesi ve bahanesi yoktur, olamaz. Gelinen noktada saldırmak için, imha seferlerini başlatmak ve sürdürmek için sayısız bahane üretir ve uydururlardı. Diyarbakır zindanlarını yaşayanlar bunun en canlı tanıklarıdır! Hiçbir bahane olmazsa bile “gözün üstünde kaşın var” der ve saldırı ve işkencelerine bir bahane uydururlardı…
Yine burada basit bir soru veya sorular var: Ağrı’da, Zilan’da, Dersim’de halkımız kitleler halinde kurşuna dizilirken, mağaralara doldurulup zehirli gazlarla katledilirken PKK ve onun “hataları” mı vardı? Daha uzağa gitmeye gerek yok, Diyarbakır’da dayatılan vahşet düzeyindeki işkenceleri, bir yönüyle PKK direnişleri ve “Barikatları” ile açıklamak mümkün müdür? Eğer öyle ise dayatılan politikalara tek bir itirazda dahi bulunmayanların, koşulsuz teslim olanların, bu mantığa göre, o dönemde “daha rahat bir zindan yaşamı” geçirmeleri gerekmiyor muydu? Oysa pratikte gerçekleşen, bunların daha da aşağılayıcı uygulamalara maruz kalmaları, düşman nezdinde bile zerre kadar itibarlarının olmadığıdır!
Kısacası bu katliamları Kürtlerin en insani ve doğal hakları için yaptıkları haklı ve meşru direnişleriyle açıklamak, gerçekten vicdani ve ahlaki midir?
Unutmayalım ki, TC, tarihin her döneminde ve günümüzde Kürdistan’da haksız ve gayrı meşru bir konumdadır; askeri, politik, idari ve hukuki varlığı ile işgalci, sömürgeci bir güçtür; Kürtler ve Kürdistan açısından sadece sıradan bir sömürgeci güç değil, varlığı ve temel çizgileriyle inkârcı ve imhacı bir güçtür; dolaysıyla her açıdan haksız ve gayrı meşru bir devlettir!
Bu tarihsel, siyasal ve hukuksal gerçekliği ıskalayarak, Kürdistan’daki katliamlar, toplumsal ve siyasal olaylar açıklanamaz!
TC’nin bu gayrı-meşru ve haksız konumu ve hareketlerine karşılık, halkımızın talepleri, bu talepleri uğruna sergiledikleri direnişler son derece haklı ve meşrudur. Bu haklı ve meşru direnişleri, hiş kuşkusuz, insanlığın bugüne dek yarattığı değerler, normlar, demokratik, insani ve ahlaki ölçüler tarafından çerçevelenmiştir. Bu çerçeve ve sınırlarını taşan her davranış, hiç kuşku yok, eleştiri, hatta yargı konusu yapılmalıdır! Yani haklı direniş hareketleri için, kuşkusuz, her yol meşru ve mubah değildir:
Amaç ile araçlar arasında mutlaka ahlaki, tutarlı ve samimi bir ilişki olmak zorundadır!
Amacın meşruiyeti, araçların meşruiyetini ve koşullarını, niteliklerini ve çerçevesini, sınırlarını belirlemektedir! Bu temel ilke gözetildiği zaman, ancak o zaman, en “kirli savaş” süreçlerinde bile “temiz” kalınabilir, ancak o zaman “onurlu ve güzel bir gelecek” tasarımı ile tutarlı ve uyumlu bir direniş hareketi geliştirilebilir! Bu noktada, daha başka konularda elbette demokratik eleştiri silahı kullanılmalıdır…
Toparlamak gerekirse, TC’nin Kürdistan’daki tarihsel ve güncel varlığı, buna karşı geliştirilmesi gereken bilinç ve duruş konusunda şu noktaların altı çizilebilir; bunlar, pek fazla vurgulanmayan, kimi zaman ıskalanan noktalardır.
TC’nin Kürdistan’daki varlığının gayrı-meşruiyeti vurgulanmadan, bu, her fırsatta, günlük olarak bilinçlere ve yüreklere çarpıtılmadan, topyekûn direnişi, büyütmek ve dahası zafere taşımak güçtür! Gerçekliği adı, sanı ve temel nitelikleriyle adlandırmak ve tanımlamak gerekir!
Bu noktada, ne yazık, Kürdistan Devrimi paradoksal bir seyir izleye gelmiştir, bütün görkemliliğine rağmen bu, bugün de devam etmektedir! Paradoks şudur: Kürdistan Sorunu, onun çözüm dili olan Devrim, TC’nin sınırlarına, resmi söyleme sığmamaktadır, her gün onu delik deşik etmektedir. “Özyönetim direnişinin” biçimsel kalıpları ile politik özü, devrimci dinamizmi birebir örtüşmemektedir, paradoksal bir bütünü ifade etmektedir! Geçerken bu tespiti yaptıktan sonra, vurgulanması gereken noktalarla devam edelim:
TC, sömürgeci işgal ve siyasal egemenliği ile Kürdistan’da yabancı bir güçtür ve varlığı ve imha savaşıyla sadece kirli ve özel savaşçı değil, aynı zamanda her açıdan gayrı- meşru bir güçtür! Bunu her fırsatta tekrarlamakta yarar var. Bu bilinç, politik ve ruhsal, moral bir üstünlük verir, direnişin en geniş kitlelere yayılması ve derinlere kök salmasını sağlar! En geniş kitlesel direnişlerin temel güç kaynağı da budur; bu haksız ve gayrı-meşru bir güce karşı haklı ve meşru bir direniş sahibi olma bilinci, inancı ve gücüdür!
TC’nin sömürge egemenliği, Kürdün ve Kürdistan’ın iradesinin, temel ulusal, toplumsal ve insani taleplerinin bastırılması, yok sayılması ve dıştalanması temelinde kurumlaştırılmıştır! Bu nedenle Kürdistan ve Kürt halkı açısından TC’nin sömürge egemenliği, onun doğrudan ve dolaylı, uzantısı bütün yapıları, kurumları, kuruluşları ve ilişkileri tarihsel, toplumsal, ahlaki ve temel uluslar arası hukuk normları bakımından gayrı-meşrudur! Dayandırılan ve “meşrulaştırılmaya” çalışılan “ulusal hukuk”, yanı TC hukuku ve onu “meşru” gören uluslar arası kurum ve hukuk da (Lozan gibi) sömürge hukukudur, temelinde sömürgeci zor, bastırma ve işgal vardır!
7-8 aydır halkımıza dayatılan topyekûn imha seferleri, TC’nin kendi yasaları ve yerleşik kuralları bakımından da yasadışıdır, gayrı-meşrudur! Onlar kendi yasalarını paspas yaparken “bizim” yapmamız gereken bunu her fırsatta vurgulamaktır! Bütün politik ve diplomatik çalışmaları bunun üzerinden geliştirmek gerekmektedir.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Mademki, TC’nin sömürgeci varlığı, bütün kurumları “bizim” açımızdan gayrı-meşrudur; onların içinde çalışmak doğru mudur, tutarlı mıdır? Elbette bu bilinçle bu kurumların içinde çalışmak gereklidir ve bunları da birer mevzi haline getirmek ve sonuna kadar değerlendirmek gerekir!
Özetle ulusal imha ve kurtuluş direniş süreçlerinde derinliğine “düşman bilincine” sahip olmak çok önemlidir; bu noktadaki bulanıklık her türlü “kaybın” da kapılarını aralar…
Bu anılan bilinç, sadece tarih kitaplarında ve deneyimlerinde değil, esas olarak bugün Sur’da, Cizre’de ve Kürdistan’ın derinlerine nüfuz eden devrimci pratiğin kendisinde var; çok canlı, yakıcı ve elle tutulur somutlukta…
7 Şubat 2016
M. Can Yüce