0 0
Read Time:33 Minute, 51 Second
KUKM’ni Toparlama ve Yeniden İnşa BİLDİRGESİ’nden…
ÖRGÜTLENME ANLAYIŞIMIZIN ESASLARI

Nasıl Bir Örgüt? Geçmiş Örgütlenme Anlayışı ve Pratiklerinden Farklılığı, Öncülük, Merkeziyetçilik, Demokrasi, Otorite, Özgürlük, Birey, Haklar, Sorumluluklar

 

Kürdistan gibi sömürge bir ülkede, düşmanları çok ve zalim, tepeden tırnağa kadar örgütlü ve silahlı olan devletlerarası sömürge bir ülkede en genel anlamda örgütlenme vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Halkımızın her düzeyde ve çok yönlü örgütlenmeleri yaratılmadan politik bir güç haline gelmek, en sıradan ulusal demokratik, özgürlük ve bağımsızlık sorunlarına çözüm getirmek mümkün değildir.

Güç olmak, politik bir etki ve çözüm gücü olabilmek örgütlenmekten geçer!

Örgütlenme, ulusal kurtuluş, bağımsızlık ve özgürlük sorunlarının çözümünde anahtar kavram ve olgudur! Örgütlenmeden, bırakalım en temel iktidar sorununu çözmek, en sıradan ihtiyacı karşılamak bile mümkün değildir.

Kürdistan sorunu, özünde bir iktidar sorunudur! Dolayısıyla politik bir sorundur!

Politikanın dili ise güçtür!

Güç ise ancak halkın çok yönlü örgütlenmesinin yaratılmasından geçer. Bunun dışında güç ve iktidar iddiasında bulunmak, politika sahnesinde söz ve etki sahibi olmak, her hangi bir çözüm gücü olmak mümkün değildir!

Bir kabus gibi halkımızın temel değerleri ve geleceği üzerine çöken İmralı teslimiyet, ihanet ve tasfiyeciliğini aşmanın yolu, yine ideolojik ve politik çizgisiyle, program ve stratejisiyle çözüm gücü haline gelebilen devrimci bir örgütlenmeden geçer!

Örgütlenme ihtiyacının vazgeçilmez gereği konusu çok yakıcı ve açık, o nedenle bu noktayı genişçe açmak ve açıklayıcı kanıtlar ileri sürmek yerine, “nasıl bir örgütlenme” sorusu üzerinde durmanın ve bu noktada geçmiş deneyimleri ve pratikleri aşan teorik ve pratik açılımlar getirmenin daha önemli ve can alıcı olduğunu vurgulamak durumundayız.

Örgütlenme derken halkımızın çok yönlü politik, kültürel ve toplumsal kurumlaşmasını, emekçi sınıfların sendikal, toplumsal ve siyasal, çeşitli ulusal, dinsel, cinsel, kültürel grupların özgün ve genel örgütlenmelerini anlıyoruz.

Bunlarla birlikte ulusal kurtuluş gibi ağır bir davayı taşıyabilecek bir politik örgütlenme, bir parti ihtiyacına vurgu yapmak istiyoruz. KUKM’nin öncü bir örgüte, her açıdan geçmişi aşan bir partiye ihtiyacı var. Cephe ve diğer örgütlenmeler de birer ihtiyaçtır, ama bunların Kürdistan devrimi gibi ağır bir yükün öncü sorumluluğunu kaldırmaları mümkün değildir.

Örgütlenme konusunda en temel, en yaşamsal konu, “nasıl bir örgüt” sorusudur? Örgütlenme anlayışının geçmiş deneyimlerden farklılığı nedir, ne olmalıdır? Hem işleyen, işlevsel, önüne koyduğu hedefleri gerçekleştirme yeteneğine sahip bir örgüt anlayışı olmalı, hem de bununla uyumlu ve bununla bir sentez oluşturacak birey, haklar, özgürlük ve demokrasi sorunlarını teorik ve pratik olarak güvence altına alan, bunu hukuksal bir zemine oturtan bir örgüt anlayışı ve pratiği geliştirmelidir.

Bugüne kadar örgüt ve örgütlenme adına ortaya çıkan deneyim ve pratikler, adına hareket ettikleri halk ve sınıftan, üyelerinden, amaç ve ideallerinden uzaklaştılar, yabancılaştılar; giderek en geri ve kaba iktidar ilişkilerinin üretildiği aygıtlara dönüştüler. Bu durum teorileştirildi, “örgüt fetişizmi” ile dokunulmaz, tartışılmaz hale getirildi. Dahası bu olumsuz pratikler bir kültüre dönüştürüldü ve neredeyse dinsel bir tabu haline getirildi.

Örgütlenme alanında amaç ile araç süreç içinde yer değiştirdi, amaç, aracın etkili bir gerekçesi ve meşrulaştırma, tabulaştırma aracına dönüştürüldü. Örgüt, en geri, kaba ve ilkel iktidar ilişkilerinin üretildiği bir aygıta dönüştürüldükten sonra, artık orada, temel amaçlardan da eser kalmaz. Tersine dönüşün, yabancılaşmanın, amaçtan kopuşun ve kimlik değiştirmenin kendini en çok somutlaştırdığı ve dışa vurduğu alan, örgütlenme alanıdır. Amaçta, kimlikte, çizgide ve önerilen toplumsal projede samimi ve tutarlı olup olmamanın temel ölçütü, geliştirilen örgütsel model ve onun işleyiş tarzının kendisidir. Bu nedenle “nasıl bir örgüt” sorusu çok önemli, geçmiş olumsuz ve olumsuzluğu sayısız acı deneyimle kanıtlanmış örgüt teori, anlayış ve pratiklerini aşıp aşmanın denektaşı da yine örgütlenme alanıdır. Sosyalizm iddiası, demokrasi ve özgürlük anlayışının açığa çıktığı, somutlaştığı, kanıtlandığı ve sınandığı alan yine örgütlenme alanıdır! Başka bir anlatımla, “nasıl bir örgüt” sorusunun yanıtı, “nasıl bir sosyalizm”, “nasıl bir özgürlük”, “nasıl bir demokrasi” sorularının yanıtlarının da özünü verir.

Dolayısıyla örgütlenme konusunu çok önemsiyor ve bu noktada geçmiş deneyimlerimize ve bu alanda geliştirilen teori ve pratiklere eleştirel yaklaşmayı, geçmişi ve egemen olanı aşmayı, ideallerimizin ve önerdiğimiz toplum projesinin somutlaştığı yeni bir örgüt anlayışı ve tarzını geliştirmeyi kimlik ve çıkış gerekçelerimizde samimi ve tutarlı olmanın vazgeçilmez bir gereği sayıyoruz. Bildirgemizin bu bölümünde ideolojik ve politik çizgimizin bu somutlaşma alanı üzerinde durmaya ve tartışmaya çalışacağız.

I.

Öncülük İhtiyacı, Parti İhtiyacı

Geçmiş örgüt anlayış ve pratiklerinin eleştirisine geçmeden önce liberalizme sapan, bir bakıma örgütsüzlüğü dayatan anlayışların temel ideolojik saldırılarına kısa bir yanıt getirmek istiyoruz. Her renkten tasfiyeci, mevcut durumlarını ve örgütsel tasfiyeciliklerini meşrulaştırmak için genellikle “Leninist Parti modeli”ne saldırmaktadırlar. Örgütsel yapı, işleyiş, mekanizmalar konusunda Lenin ve Bolşevik Partisinin belli bir anlayışı ve uzun mücadele yıllarına dayanan bir pratik deneyimleri var. Ancak buradan yola çıkarak belli kalıplara oturmuş ve teorileşmiş bir parti modelinden söz etmek mümkün değildir.

Leninist Parti Teorisi derken ne anlatılmak isteniyor? Hangi dönem açıklamaları ve pratiği? Ne yapmalı, Bir Adım Geri Bir Adım İleri kitaplarında dile getirdikleri mi? Ya da 1920’lerin başına kadar kendi içinde farklılıkları barındıran, bu farklılıkların kıran kırana mücadele ettiği, ama buna rağmen birlikte aynı örgütsel çatı altında kalmaya devam ettikleri parti pratiği mi, yoksa 1920’lerden sonra monolotik, bütün farklılıkların bastırıldığı, bütün yetkiler ve iktidarın merkezde, politbüroda, dahası Genel Sekreterde toplandığı ve bu durumun tapınmacı bir külte dönüştürüldüğü SSCBKP gerçekliği mi?

Bu soruların yanıtı bu çalışmanın kapsamı dışındadır. Şunu anlatmaya çalışıyoruz: Öyle teorik olarak son şeklini almış, bütün ülkeler için geçerli evrensel ölçekli bir Leninist Parti modeli ve teorisi yoktur! Elbette belli ihtiyaçlardan kaynaklanan belli ilkeler, belli anlayışlar vardır. Ancak bunları son şeklini almış, değişmez ve mutlak doğrular olarak algılamak doğru değildir. Ancak 1920’lerden sonra kurumlaşan bir parti modeli var ve bu, hemen hemen bütün işçi ve komünist partilerin de değişmez tek örneği, esin kaynağı, hatta neredeyse bire bir tekrar edilen biçimi olmuştur. Ne var ki bu gerçekleşen ve teorileştirilen parti modelini Lenin’e mal etmek, Onun adına teorileştirmek, her şeyden önce Lenin’e büyük bir haksızlıktır.

Evet, Lenin öncülük ihtiyacına, bunun örgütlü mekanizmalarına vurgu yapmıştır. “Dışardan bilinç” ile sınıf mücadeleleri arasındaki ilişkiden söz etmiştir. Komünistlerin, Bolşeviklerin “Demir disiplini”nden söz etmiştir. Aynı şekilde devrimcilerin kendi arasındaki güvene dayalı ilişkilerin önemine, bunun en büyük denetim öğesi olduğuna değinmiştir. Yine gizli ve yasadışı örgütlenmenin zorluklarından ve bundan kaynaklanan koşullarından söz etmiştir. Bir de yaşanan ve her dönemde farklı biçimler kazanan bir parti pratiği var. Örneğin RSDİP, II. Kongresini toplandığında sayısız gruptan ve eğilimden oluşuyordu. Aynı Kongrede Iskra grubu kendi içinde Bolşevikleri ve Menşevikler olarak ikiye bölündü. 1912’ye kadar da bu farklılıklar ve gruplar varlıklarını aynı çatı altında sürdürdüler. Başka bir örnek, Merkez Komitede yer alan Kamanev Ekim Devrimi öncesinde bir gazetede Ayaklanmanın gününü deşifre etmesine rağmen parti içinde aynı konumunu sürdürebildi. Ama daha sonra en sıradan bir farklılık bile idamla, sürgün ve çeşitli hapis cezalarıyla susturuldu… Bütün bu farklı durumlar ve olguları hangi parti modeli ile açıklamak gerekir?

Sınıf mücadelesinde, politikada bugün de bir öncülük ihtiyacı vardır. Bu, hem egemenler için, hem de ezilenler için. Ama burada önemli olan bu öncülüğün nasıl örgütlendiği, tek elde merkezileştirilerek mutlak iktidar tekelinin bir aracına dönüştürülüp dönüştürülmediğidir. Yaşanan sosyalist pratiklerde öncülük kavramı, iktidar tekelini kurmada, farklılıkları bastırmada, partinin tabulaştırılmasında, yani aracın amaç yerine konulmasında meşrulaştırıcı bir işlev gördü. Bir doğru, yanlışa kurban edildi. Burada suç “doğru” olanda değil, bunun yanlışın hizmetine sunulmasındadır.

Egemenlerin de öncülük kurumuna ihtiyacı var ve bunu esas olarak hükümetleri, meclisleri, “derin devletleri”, partileri, düşünce üretme merkezleri ve daha bir dizi kurumu ile gerçekleştirmektedirler. Bunların niteliklerinin ne olduğundan, demokratik olup olmadıklarından söz etmiyoruz, varlıklarının altını çizmeye çalışıyoruz.

Reel sosyalist parti deneyimlerinde “öncülük”, anti-demokratizmin teorik gerekçesi yapıldı. Ancak bundan çıkarılacak sonuç, öncülük ihtiyacını reddetmek değil, öncülüğün mutlaka demokratik niteliklerde olması gerektiği dersi olmalıdır.

Zaten, partileşme, parti, öncülük ihtiyacının somut gerçekleştirme eyleminden başka bir şey değildir.

Örgüt, bir ihtiyaçtır, hem de sıradan bir ihtiyaç değil, çok önemli bir ihtiyaçtır.

Örgüt, amacı gerçekleştirmek için kullanılacak temel bir araçtır.

Araç önemlidir, amaca ulaşmada mutlaka gereklidir. Ama bütün bu önemine rağmen araç, amacın yerini tutamaz, araç amaçla özdeşleştirilemez.

Ulusal kurtuluş mücadelemiz açısından en geniş anlamda örgüt vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.

Her şeyden önce öncü bir örgüte ihtiyacımız var. Öncülük, yönetmek, kitleleri karar ve siyaset üretme süreçleri ve mekanizmalarının dışına itmek değildir. Öncülük yol göstermektir, yeni fikirler üretmek, bunların tartışılmasına yönlendirmek, kitlelere kendi adına düşünce üretme ve siyaset yapma konusunda düşünsel, moral ve örgütsel olarak destek sunmaktır. Öncülük, kitleler üzerinde, parti içinde dar bir iktidar tekeli kurmak ve bunu “öncülük teorisi” adına meşrulaştırmak değildir.

Öncülük, salt fikri planda kalacak bir çaba değil, örgütsel, siyasal planda sergilenmesi gereken yönlendirici, ön açıcı bir duruştur. Öncülükten anladığımız budur ve bunun somutlaşma biçimi, niteliği ile mekanizmaları onun ne kadar demokratik olup olmadığını da belirler.

II.

Örgüt Fetişizmi ya da “Genel Çıkarlar Teorisi”

Geçmiş örgüt anlayış ve pratik işleyişlerinde sayısız hata ve olumsuzluk var. Öncelikle bunları kavrayıp aşmamız gerekir. Bir çok kavram, terim iki ucu açık ve her türlü yoruma açık bırakıldı. Bundan dolayı genel ve belirsiz, her türlü yoruma açık kavram ve değerlendirmeler, her türlü anti-demokratizmin gerekçesi yapıldı. Örneğin “Genel çıkarlar”, “devrimci çıkarlar” gerekçesiyle örgüt fetişizminin, mutlak ve despotik merkeziyetçiliğin meşrulaştırılması ve kurumlaştırılması gibi… Bu sınırsızlığın bir sonucu olarak oluşturulan “Kutsal parti”nin “Kutsal devlet”ten bir farkı kalmıyordu. Aslında bu iki kavram, aynı anlayışın iki tür ifadesinden başka bir şey değildi… Bu iki kavram da özgür tartışmayı, farklılıkların kendisini ifade etmesini bastıran temel ideolojik tezler oluyordu!

“Devrimin çıkarları” nedir, nerede başlıyor, nerede bitiyordu, sınırları, anlamı ve net, kesin tanımı nedir? Daha da önemlisi bunu belirleyecek, bunun kararını verecek kim, kimler? Neye göre, hangi kurallar, ölçüler ve ilkelere göre; nasıl?

Bir davranışın “Devrimin çıkarlarına” uygunluğunu kim denetleyecek, nasıl ve neye göre? Bunu yapan kişi, komite veya kurum yanılgısız, kusursuz mu, nasıl kusursuz olabilir?

Soruları uzatmak mümkün, ama bu kadarı bile ortada var olan keyfiliği ve keyfiliğe açıklığı anlatmakta ve anlamamızda yeterli bir olanak sunmaktadır. Bu keyfilik, rasgele söylenen “ajan”, “hain”, “objektif ajan” ve daha bir dizi suçlamayı meşrulaştırılmakta ve sınırsızlaştırılmaktaydı. İşin daha kötüsü, bu keyfiliğin belli bir anlayışa oturtulması, bilinçlerde ve bilinç altlarında yer etmesiydi.

Keyfilik, ölçüsüzlük, kuralsızlık zorbalığı da koşulluyor ve onu tamamlıyordu. Böylece tam anlamıyla bir hukuksuzluk tablosu ortaya çıkıyordu. Herkesin ve her davranışın sınırları ve içeriği net olarak çizilmiş ölçülere vurulması, değerlendirilmesi, yargılanması ve sonuçlandırılması belli bir hukuku anlatıyordu. Oysa bu yoktu. Tersine ortada belirsiz, sınırları sonsuza kadar açık olabilen genel kavramlar, değerlendirmeler, önyargılar ve ön kabuller vardı. Bunları da her yönetici kadro ve lider kendisine göre yorumluyordu…

Öte yanda örgüt, merkez, otorite ve görevi kutsallaştırılan kavram ve kurumlar bu genel hukuksuzluğu tamamlıyor ve keyfi iktidarların teorik ve politik zeminini temellendiriyor ve güçlendiriyordu.

Bunun teorisi de bol bol yapılmıştır. Örneğin “Demokratik merkeziyetçilik” denilmiş, ama sadece merkeziyetçilik tanımlanmış, demokratik boyut ise belirsiz sözlerle, pek fazla pratik bir değer ifade etmeyen ifadelerle geçiştirilmiştir. Demokratik merkeziyetçilik, “üye örgüte, alt organlar üst organlara, azınlık çoğunluğa, parça bütüne, bütün üyeler ve örgütler Merkez Komiteye bağlıdır” biçimde tanımlanmaktadır. Dikkat edilirse bu esasların tümü merkeziyetçiliği anlatmaktadır.

Tamam, merkez olmalı, düşüncelerin bir karara ve eyleme dönüştürülmesi ve bunların aynı zamanda ve hedeflere yönlendirmesi gerekir, yoksa somut bir sonuç ve başarı elde etmek mümkün değildir. Yani merkez ve merkezi eylem ve işleyiş gereklidir. Peki bunun niteliği nasıl olmalı? Bürokratik-despotik mi? Demokratik mi? Yani kararların oluşum süreci, üyelerin bundaki etkin ve tam katılımı, söz ve karar sürecindeki hakları ne olacak, nasıl olacak? Nasıl bir merkezi yön sorusunun yanıtı, geçmiş deneyimlere, örgüt anlayış ve kültürlerine bakıldığında rahatlıkla bürokratik ve despotik yanıtı verilebilir. Bu, bir bakıma iktidar olma olanağı ve zeminidir de! Bu gelenekte sayısız bürokrat ve despotik sistemin türemesi boşuna değildir. Bir yandan devrime ve onun temel değerlerine inanan on binler, yüz binler ve milyonlar, bir yanda da bu örgüt ve siyaset kültürünün verdiği iktidar zemini ve olanakları, sınıflar gerçeğinin egemen olduğu bir dönemde böyle bir ikilemde despotların çıkmaması mucize olurdu! Mucizenin çıkmadığı da biliniyor.

O halde öncelikle bu zemini, despotlar ve despot sistemleri üreten örgüt anlayışı ve kültürünü aşmak gerekiyor. Yaşanan deneyimler, pratikler ve oluşan kültürden çıkarılan dersler bundan sonra neyin yapılmaması ve tekrarlanmaması gerektiğini çok net gösteriyor. Yeni bir tekrar salt komedi değil, daha da kötüsü traji-komik olacaktır!

Öncelikle vurgulamalıyız ki, bizim sosyalizm anlayışımız ve pratiğimiz, bugüne dek geliştirilen toplum biçimlerinin, siyasal sistemlerin çok ilerisinde, hatta onların çok çok ötesinde, onları her açıdan aşan bir nitelikte ve düzeyde olmak durumundadır. Eğer bizim örgüt ve yaşam projemiz, demokrasi, özgürlük, adalet, haklar, eşitlik vb. konularda en genel anlamda burjuva demokrasisinden çok daha geri olacaksa, o zaman biz neyin mücadelesini veriyoruz?

Biz, bir çırpıda bir insanı yargılamadan, elimizde bir kanıt olmadan en ağır terimlerle suçluyorsak, bu noktada en geri ve ilkel topluluklardan, onların hukuk ve adalet anlayışından daha geri bir pratik sergiliyorsak, kendimize taktığımız sıfat ne olursa olsun bunun bir anlamı olabilir mi?

Bunun gibi sayısız örnek gösterilebilir. Kimimiz bunları yaptı, çoğumuz bunları sesli veya sessiz onayladı. Devrim adına, “yüce parti adına”, “devrim çıkarları” adına… Gerçekten dönüp geriye bakalım, elimizi insani ve devrimci vicdanımıza koyalım, bunu hiçbir teori limanına sığınmadan yapalım: Yaptıklarımızın devrimle, sosyalizmle, sosyalizm idealleriyle herhangi bir ilişkisi var mıydı?

Kısacası, “Genel çıkarlar”, “devrimci çıkarlar” gerekçesiyle örgüt fetişizmi yaratıldı. Örgüt, merkez, otorite ve görevi kutsallaştırılan kavram ve kurumlar oldu. Bunun teorisi de bol bol yapıldı. Bu noktada aracın amaç haline getirilmesi de söz konusu oldu. Dolaysıyla bu “yüceltme”, tabulaştırma olgusu, yeni türden bağımlılıkları üreten, özgürlüğü ve bireysel inisiyatifi sakatlayan, kendine güvenme, haklarına sahip çıkma, kişilikli duruş gücünü ve cesaretini ortadan kaldıran bir zemine ve araca dönüştü. “Örgütsel liberalizm,” anarşizm ve diğer anlayışlara dönük yapılan eleştirel değerlendirmeler, örgüt fetişizminin teorik ve politik gıdası oldu, yapıldı.

Daha fazla ayrıntıya girmek yerine, bir kez daha vurgulayalım: Bizim demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet, haklar anlayışımız en sıradan burjuva demokrasisinden daha geri olamaz. Tersine onun da kazanımlarını içeren ve aşan daha ileri ve üst düzeyde bir demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet, haklar anlayışımız ve duruşumuz olmak zorundadır. Keyfilik, zorbalık, ölçüsüzlük, sınırsızlık, kuralsızlık devrim ve sosyalizm adına üretilecekse, yani bu alanda eski olduğu gibi tekrarlanacaksa, ne kendimizi, ne de halklarımızı kandıralım!

Örgüt, örgütsel yaşam, siyaset zemini ve siyasal ilişkiler alanı, en genel ifadeyle kurmak istediğimiz toplum projesinin somutlaştığı veya gerçekleştiği alanlardır. Bu alanlar, aynı zamanda kimliğimizin ne olup olmadığının açığa çıktığı, denendiği ve doğrulandığı alanlardır.

Kendimize bir dizi sıfat takacak ve bunlar için sayısız özveride bulunacağız, ama kendimizi gerçekleştirdiğimiz örgüt ve siyaset zeminlerinde en sıradan burjuva ölçülerine göre bile demokrat olmayacağız, iç ilişkilerimizde özgür ifadeden ve davranıştan korkacak ve bunu bastıracağız, söz ve savunma hakkı, yargılanma hakkı tanımadan “yargısız infazdan” çekinmeyeceğiz! Bunun sosyalizmle ne ilgisi var? Bu, sosyalizmle alay etmek, ona hakaret etmek değilse nedir?

Bu tür yaklaşımların teorisi de yapılır: Zor koşullardan geçiyoruz, tam bir kuşatma altındayız, devrimin ve partinin çıkarları böyle davranmayı dayatıyor, her şey devrim ve sosyalizm için! Devrimden sonra, sosyalizmde her şey yoluna girer!

Devrim olur, “sosyalizm” kurulmaya başlar. Bu kez aynı nakarat biraz değiştirilerek tekrarlanır: Emperyalist kuşatma altındayız, sınıf mücadelesi daha da şiddetlendi, sosyalist devleti daha da güçlendirmek gerekir. Emperyalist casuslar ta içlerimize kadar sızdı, sosyalizm için bunların temizlenmesi gerekir!

Ve sonuçta bakılır ki sosyalizm adına çok şey kirletilmiş, çok şey aşındırılmıştır. Olan sosyalizm düşüncesine, onun prestijine olmuştur!

Geçmiş ve var olan örgüt anlayış ve pratiklerinin devrimci eleştirisinin bize öğrettiği şudur: Devrimci örgüt devrimin aracıdır, sıradan değil önemli bir aracıdır. Her araç gibi kutsal veya tabu haline getirilmesi doğru değildir. Örgüte tapınma ve ona secde etme durumu özgürlüğün yitimidir; bu, ilke ve temel ideallerden kesin bir kopuş ve sapıştır! Örgüt, amacın ve ilkenin, temel değerlerin üstünde olamaz. “Kutsal Örgüt” ile “Kutsal devlet” arasında ne fark var? “Devletin bekası için her şey mubahtır” anlayışı ile “örgütün varlığı ve temel çıkarları için her şey mubah” anlayışı arasında ne fark var?

Yaşanan deneyimler ve dersler ışığında yeni bir siyaset, örgüt, yaşam anlayışını, tarzını ve kültürünü geliştirmek gerekir, en azından bunun samimi, tutarlı iddiasında ve çabası içinde olmak gerekir.

Bizim iddiamız ve çabamız budur!

III.

Nasıl bir Örgüt? Merkez-Demokrasi, Otorite-Özgürlük, Örgüt-Birey, Görev-Haklar İlişkisi ve Çelişkisi ve Genel bir Çerçeve

Nasıl örgüt sorusunun yanıtında örgüt-birey, merkez-demokrasi, otorite-özgürlük, görevler-haklar çelişkisi ve ilişkisi doğru, dengeli ve işlevsel bir çözüme bağlanmalıdır.

Devrimci örgüt, özgürlük aracı, bireyi çok yönlü geliştiren, düşündürten, sorgulama gücü ve cesareti kazandıran, kendine güveni arttıran, kimlikli ve kişilikli yapan ve bunun koşullarını yaratmaya çalışan bir araç ve zemin olmak durumundadır. Örgüt, özgür, eşit ve haklarına sahip çıkabilen bireylerin özgür irade birliği olmalıdır, iradelerin tabi kılındığı, sıfırlandığı bir cemaat olmamalıdır. Bunun anlayışı, kuralları, ölçüleri ve herkesin uymakla yükümlü bulunduğu hukuku olmalıdır.

Hiyerarşi, yetkiler, otorite, merkez ve görevler, sınırları çok kesin ve net bir biçimde çizilmiş olmalı.

Örgüt hukuku, hak ve özgürlükleri esas almalı, bireysel inisiyatifin güvencesi olmalıdır.

Kısacası örgüt, sosyalist demokrasinin geliştiği bir yapı ve zemin olmalıdır.

Fakat bu yazılanları pratikte gerçekleştirmek sanıldığı kadar kolay değildir. En güzel ve demokratik program ve tüzükleri yazmak, bunu çok iyi bir teorik zemine oturtmak ve açıklamak tek başına yetmiyor. Bu, niyetlerden bağımsız bir durumdur. Çünkü doğasında çelişki var ve bu çelişik uçlar birbirini daraltmaya ve sınırlandırma özelliklerine sahiptir. Daha da önemlisi bunu besleyen binlerce yıllık bir kültürün ve psikolojinin varlığıdır. Bu, egemen siyaset ve onun kültüründen başka bir şey değildir.

Bir iddianın, bir hedefin, politik bir çalışmanın başarılması için gücün ve enerjinin merkezileştirilerek harekete geçirilmesi gerekiyor. Hedef üzerinde yoğunlaştırılmamış bir enerji ve güçle başarı kazanmak mümkün değildir. Zaten merkezileşme ve yoğunlaşma olmadan yeterli güç ve enerjiyi biriktirmek ve sonuç elde etmek mümkün değildir. Merkezileşmek ve merkezi hareket bir zorunluluk. Bu, aynı zamanda bir bakıma yeni iktidar ilişkisi anlamına da geliyor. Gücün biriktiği bir yerde bunu düzenleyen bir mekanizmanın olması da anlaşılırdır. Merkez, merkezi hareket bir tür iktidar ilişkisidir. Bu ilişki biçimi özgürlük ve haklar kavramıyla çelişen bir ilişkidir.

Nasıl bir merkezileşme olmalı, merkezileşmenin niteliği ne olmalı sorusuna ilk çırpıda “demokratik” deriz. Demokrasi, özünde bir iktidar ilişkisini anlatmaktadır. Bu anlamda merkezileşme ile demokrasi uyuşur, ama bu uyuşma kendi içinde yine de çelişkilidir. Her iktidar ilişkisi, özgürlükle tam bir çelişki içindedir. Otorite ile özgürlük arasındaki çelişki kesin ve süreklidir. Ama örgütsel yaşam ve siyaset zemininde bunların tümüne de olmazsa olmaz düzeyde ihtiyaç duyuyoruz. İşte sorun da bu ihtiyaçlar ile çelişki ve çatışmalar yumağında düğümleniyor, ondan kaynaklanıyor. Bizim sınıfsal duruşumuz, hayalimizdeki toplum projesi eşitliği, özgürlüğü, hak ve adaleti bir yaşam ve mücadele gerekçesi haline getiriyor. Bu, bu zeminde her zaman özgürlükten, haklardan ve eşitlikten yana ağırlık koymamızı, diğer zorunluluklara ise bu temel idealler için uymamızı ve bunun görece bir şey olduğunu koşulluyor.

Peki bugünden merkezsiz, otoritesiz bir örgüt ve siyaset zemini ve aracı yatılamaz mı? Böyle bir zemin yaratılabilir belki, ama bu zeminin yaşadığı toplumda en sıradan bir etki gücü yaratması, en sıradan bir değişimi gerçekleştirmesi mümkün olmaz. Bu verili dünyada merkezsiz ve otoritesiz bir siyaset ve iktidar mücadelesi iddiası büyük bir yanılgı ve yanıltmadan başka bir şey değildir.

O halde yapılması gereken nedir? Örgüt, merkez, otorite kaçınılmaz bir zorunluluk olduğuna göre ne yapmak gerekir? Nasıl bir örgüt sorusuna nasıl bir yanıt vermemiz gerekir?

Teorik olarak bilindiği ve yaşam tarafından doğrulandığı gibi, örgüt ve siyaset ilişkileri, kendi içinde şu veya bu düzeyde iktidar ilişkileri yaratır. Bu, merkez, otorite ve demokrasi kavramlarının ürettiği nesnel bir olgudur. Öncelikle bu gerçekliği peşinen bilmemiz, bunun şu veya bu kişinin öznel niyetinden, iradesinden bağımsız bir olgu olduğunu teslim etmemiz gerekir. Bu bilinç, bu iktidar gerçekliği karşısında daha tedbirli, denetimli ve bilinçli davranmayı getirir; örgütsel kuruluş ve işleyişte dengeleyici, denetleyici ve iktidarı sınırlandırıcı anlayış, kurum ve mekanizmaları geliştirmemizi koşullar!

Örgütsel yapıda ve işleyişte örgüt-birey, merkez-demokrasi, otorite-özgürlük, görev-haklar ilişkisi ve çelişkisi nasıl dengeli bir senteze götürülecek? Bu mümkün mü? Mümkünse ne kadar? Örgüt birey ilişkisi çelişkilidir. Merkez demokrasi ilişkisi çelişkilidir. Otorite özgürlük ilişkisi çelişkilidir. Görevler ve haklar ilişkisi çelişkilidir. Bu çelişik uçları dengede ve çatışmasız götürmek görece mümkündür, ama çok zordur. Fakat görece de olsa bu dengeyi ve uyumu yakalamak, bunun mücadelesini vermek gerekiyor.

Bu noktada gerekli mekanizmalar, tüzüksel-hukuksal zemin kadar, demokrasi ve özgürlük bilincini, kültürünü geliştirmek, bunun sürekli mücadelesini vermek, bunu siyasal mücadelenin en temel boyutu olarak algılamak gerekiyor. Bu genel anlayışın bir gereği olarak örgütsel yapı ve işleyiş için şu ana çerçeve önerilebilir:

Bütün örgüt üyeleri, konumları, görevleri, yetkileri ne olursa olsun eşittir.

Yine konumu, görevi ve yetkileri ne olursa olsun hiçbir üyeye ayrıcalık tanınamaz.

Örgüt tüzüğünden ve onun hükümlerine göre oluşmuş organlardan alınmayan hiçbir görev ve yetki meşru değildir.

Her görev ve yetki, mutlaka belli bir sorumluluğu ve aynı anlama gelmek üzere hesap vermeyi gerektirir. Belli bir sorumluluğa dayanmayan görev ve yetkilerin örgüt içi bozulma ve yozlaşmayı, ayrıcalıklı konumları getireceği kesindir.

Her örgüt organı ve üyesi örgüt tüzüğüne göre belirlenmiş denetim mekanizmalarına açıktır. Hiç bir gerekçe denetime açık olma ilkesini ortadan kaldıramaz.

Örgüt üyesi olmaktan kaynaklanan hakların da iyi tanımlanması gerekiyor, buna göre;

Örgüt organlarına ve görevlerine seçme ve seçilme hakkı,

Görev isteminde bulunma ve görev alma, görev değişikliği isteminde bulunma hakkı,

Eleştiri yapma, öneri sunma, düşünce ve politika oluşturma süreçlerine etkin bir biçimde katılma hakkı; eleştiri, öneri ve raporlarıyla ilgili yanıt alma hakkı,

Kendisine yönelik yapılacak eleştirileri ve önerileri yanıtlama hakkı, kendisiyle ilgili toplantılarda bulunma hakkı,

Suçlamalara karşı kendini savunma ve yargılanma isteminde bulunma ve yargılanma hakkı,

Eğitim ve yeteneklerini geliştirme hakkı,

Profesyonelce çalışması durumunda en asgari geçim koşullarının ve ihtiyaçlarının örgüt tarafından sağlanması hakkı.

Öte yandan örgüte katılım gönüllü ve özgür iradeyle olduğu gibi, isteyen üye özgür iradesiyle örgütten ayrılabilir. Bu durum hiç bir gerekçe ile engellenemez. Ayrılan üye bir dost veya asmpatizan olarak kaldığı gibi, başka bir siyasal faaliyet içinde de olabilir. Örgütten ayrıldığı için hiçbir üye suçlanamaz, teşhir edilemez, onuruna dönük bir davranışta bulunulamaz; tersine verdiği emeklerden dolayı kendisine teşekkür edilir, bundan sonraki yaşamında başarılar dilenir. Görüş ayrılıkları, örgüte göre hata olarak görülen davranışlar sadece devrimci eleştiri çerçevesinde değerlendirilir.

Kuşkusuz örgüt üyesinin görev ve sorumlulukları da var;

Her örgüt üyesi, tüzüğe göre davranmak, programı doğrultusunda çalışmak görev ve sorumluluğu ile yükümlüdür.

Eleştiri yapmak, öneri sunmak, düşünce üretmek, politik çalışmalar yürütmek, örgüt içi denetimi usulüne göre yapmak salt bir hak değil, aynı zamanda bir görevdir.

Her örgüt üyesi, söz ve davranışlarının sonuçlarını önceden öngören ve buna göre davranmasını bilen sorumlu devrimcidir.

Yukarda da kısaca anlatmaya çalıştığımız gibi örgüt içi örgütsel ve yürütme işleyişinde Demokratik Merkeziyetçilik ilkesi esas olmalıdır. Bu ilkeden anladığımız şeyin bugüne dek uygulanagelenlerden temel farklar içerdiği de kesindir. Kısaca özetlemek gerekirse:

Merkeziyetçilikten anlaşılması gereken; düzenleyicilik, ortak, birlikte ve merkezi, aynı zamanda ve aynı hedefe yönelik karar ve eylem, koordinasyon, yürütme, söz ve düşüncenin karar ve eylem gücüne dönüştürülmesidir!

Demokratiklikten anlaşılması gereken; parti içinde ilkesel düzeye çıkmamış, farklı disiplinler boyutuna çıkmamış farklılıkların kabulü ve meşruiyeti, düşünce ve karar oluşturma süreçlerine özgür, en geniş ve en üst düzeyde katılım, düşünce ve kararların, politikaların en geniş katılımlı tartışama süreçlerinde oluşturulması, açıklık-saydamlık, parti görevlilerinin seçimle belirlenmesi, alttan denetim, görevini yapmayanın usulüne göre belirlenmesi durumunda görevden alınması, tartışma, kendini ifade etme ve eleştiri hakkı ve özgürlüğü, azınlıkta kalan düşüncenin çoğunluk haline gelebilme olanağı ve hakkı ve bütün bu hak ve özgürlüklerin örgütsel ve tüzüksel güvencelere bağlanması, yerel inisiyatifin etkin bir biçimde kullanılması, alt örgütlerin etkin kılınması ile dengeleyici ve denetleyici bir rol oynayabilme gücünü kazanabilmesidir!

Demokratik merkeziyetçilik, bu iki çelişik öğenin en uygun, işleyen, canlı dengesi ve sentezini ifade etmek durumundadır.

Karar ve eylem birliği, örgüt birliği adına alt örgütleri ve üyeleri karar süreçlerinden dıştalayan, her türlü eleştiri ve öneriyi bastıran, kendisini denetime kapatan, giderek tüzüğün ve kuralların üstüne çıkaran merkeziyetçi anlayışları reddetmek kaçınılmazdır. Bu tür merkeziyetçilik anlayışlarının bürokratik ve despotik yozlaşmanın önünü açacağı ve giderek karşı-devrimci bir niteliğe bürüneceği yaşanan deneyimler tarafından kanıtlanmıştır.

Yine demokratiklik adına, örgütü sadece kendi içinde tartışan ve giderek didişen, karar ve eylem çıkaramayan, parçalı, dolayısıyla politik güç olamayan ve eylem yeteneğini yitiren, kargaşa ve kaosun egemen olduğu bir yapıya dönüştüren liberal ve anarşizan anlayışları reddetmek de aynı ölçüde kaçınılmazdır.

Örgüt ve üyeleri, kendi içinde en geniş ve özgür tartışmayı yapabilmeli, karar süreçlerine en etkin ve özgür katılımı sağlamalı, ama bütün bu eylemleri bir karar ve eylem düzeyini ve gücünü ortaya çıkarmaya dönük olmalıdır. Demokrasi ve eylem gücü, ortak bir kanalda hedefe doğru akma temelinde olduğu zaman bir anlam kazanır.

Kararlar ve politikalar mümkün olan zaman ve olanaklar içinde en geniş tartışma ve katılımla oluşturulmalı ve kararlar oluşturulduktan sonra bütün üyeler ve parti organları merkezi bir biçimde ve koordinasyon içinde hareket etmelidir. Karar süreçlerinde en geniş tartışma ve katılım, eylemde birlik ve merkezi hareket ilkesi demokratik merkeziyetçiliğin somut bir ifadesi olarak anlaşılmalıdır.

Örgüt, üyelerin iradelerinin silindiği, etkisiz hale geldiği veya getirildiği bir platform değil, özgür iradelerin bilinçli ve gönüllüğü birliğidir! Hiçbir gerekçeyle bu temel nitelikten sapılamaz.

Kararlar, çoğunluk eğilimine ve oyuna göre alınır. Buna göre karar alındıktan sonra “azınlıkta” kalan üyeler, kararı uygulamak için etkin bir biçimde davranırlar. Eleştiri ve önerilerini yeni bir tartışma sürecine ve platformuna kadar saklı tutarlar.

Her örgüt üyesinin, istediğinde görüş, eleştiri ve önerilerini bütün partiye ve üyelere, açıklık ve parti kuralları, ahlakı çerçevesinde iletme hakkı vardır.

Ancak açık olmayan, dedikodu niteliğindeki, meşru zeminlerde dile getirilmeyen tartışmaların örgüt içi demokrasi ile bir ilişkisinin olmayacağı da açıktır.

Her örgüt organı ve üyesi faaliyetleri ve ihtiyaç hissettiği konularda bağlı bulunduğu organlara rapor sunmak hak, görev ve sorumluluğuna sahiptir. Raporlar açık, samimi ve objektif bilgilere ve gözlemlere dayanmalıdır.

İşlenen hataların ve ortaya çıkan eksikliklerin giderilmesinde eleştiri ve özeleştiri yöntemi kullanılmalı. Eleştiri ve özeleştiri, güçlendirici, geliştirici ve büyütücü olmak durumundadır. Kişiyi ezen, aşağılayan, kendine güvensizliği getiren “eleştiri ve özeleştiri” yöntemlerini reddetmek gerekir.

Açıklık ve samimiyet, örgüt içi yaşam ve ilişkilerde, çalışmalarda ve mücadelede her zaman gözetilmesi gereken temel bir örgütsel ve ahlaki ilkedir!

Bu bağlamda kulisçilik, hizipçilik, dedikodu, ayak kaydırma gibi egemen kültürün birer öğeleri durumunda olan eğilim ve davranışlar, devrimci ahlak açısından ayıplanması gereken, örgüt hukuku açısından ise suç olarak değerlendirilmesi gereken eğilim ve davranışlardır.

Örgüt disiplini, örgüt karar ve kurallarına uyulması, bunların uygulanması, buna göre davranılmasıdır.

Örgüt disiplini bütün örgüt üyeleri ve organları için geçerlidir. Hiç bir kimse örgüt disiplinin üstünde değildir.

Disiplin, sorumlu devrimcilik demektir.

Örgüt karar ve kurallarının ihlali disiplin suçudur.

Disiplin suçları, hazırlanacak bir çerçeveye göre soruşturulabilir, gerektiğinde yargılaması yapılır ve ona göre bir karara varılır.

İlgili üyelerin savunmaları alınmadan bir karara varılamaz.

Adil bir biçimde yargılanmadan ve bu yargılama sonuçlanmadan bir kişiyi suçlu göstermek, teşhir etmek ve onuruyla oynamak suçtur. Bu örgüt üyeleri için olduğu kadar örgüt dışındaki herkes için geçerlidir. Belli bir kanıta, adil yargılanmaya dayanmayan uluorta kullanılan “ajan”, “ajan-provokatör” suçlamalarının kullanımı doğru değildir ve bunları kullananlar disiplin suçu işlemiş sayılmalıdır.

Bu genel çerçevenin, hazırlanacak bir tüzük için de belli bir temel oluşturabileceğini düşünüyoruz. Kuşkusuz bu konuda çok yanlış yapıldı, sayısız haksızlık yaşandı. Dahası olayın doğası kötülükler üretmeye uygun bir zemin. Dolayısıyla bu konuyu daha derinlemesine tartışmamız, yeni denemelerden çekinmememiz, yeni deneyimleri cesurca değerlendirmemiz, sürekli doğru ve ideallerimize en uygununu bulma arayışımızın olması gerekiyor…

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter