“NATO Gürcistan’dan sonra ayakta kalabilir mi?” -Immanuel Wallerstein
Yeni bir Soğuk Savaş’la ilgili gazetelerde koparılan tüm bu yaygaranın ortasında, analistlerin çoğu Saakaşvili’nin Güney Osetya’ya yaptığı tedbirsiz ziyaretle ayyuka çıkan gerçek krizi gözden kaçırıyor. NATO’nun varlığı tartışma konusu.
Bunu anlamak için, NATO’nun kurum ve konsept olarak başlangıcına geri dönmeliyiz.
Hikaye 1947’de Birleşik Krallık ve Fransa’nın Alman askeri saldırganlığının durdurulması için müşterek yardım taahhüt eden Dunkirk Anlaşması’nı imzalamalarıyla başladı. Grup 1948’de, yine Almanya’ya karşı savunma hedefiyle Brüksel Anlaşması ile Hollanda, Belçika ve Lükasmburg’u içine alacak şekilde genişletildi. Bunun ardından bu beş millet bir araya gelerek birleşik bir Genelkurmay Başkanları Komitesi’ne sahip Batı Birliği Savunma Örgütü’nü kurdular. Anlaşmalarla ilgili iki noktayı belirtmek gerekir. Birleşik Devletler bunların bir parçası değildi ve bunlar başlangıçta Sovyetler Birliği’ne karşı değil, Almanya’ya karşı bir araya gelmişlerdi.
NATO’nun 1949’daki kuruluşu, 1948 Berlin ablukasının hemen arkasından geldi. NATO, aslında Batı Birliği Savunma Anlaşması’nı yürürlükten kaldırıyordu. Canlanan Alman militarizminin tehlikelerine değil, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaşa odaklanmaktaydı. Birleşik Devletler açısından NATO birçok amaca hizmet etmekteydi. Bu, Birleşik Devletler’in Avrupa’da Berlin Ablukası ile tehlikeye girdiği görülen güç bölüşümünün sınırlarını korumayı üstlenmiş olduğuna dair Sovyetler Birliği’ne verdiği bir mesajdı. Fransa’yı ve İngiltere’yi Batı Almanya’nın yeniden silahlanması konusunda ikna etmenin bir yoluydu. Bunun yanında, henüz olgunlaşmamış askeri yapılarını iyiden geçersiz kılarak ve askerlerini ABD komutasına sokarak, müttefiklerin askeri harekatlarını kontrol etmenin de yoluydu.
Siyasi liderler ve batı Avrupalı ülkelerin nüfusunun çoğunluğu, başlangıç için NATO konseptine gayet olumlu bakmaktaydı. Onlar için bu, Sovyetler Birliği’nin Yalta Anlaşması’nı ihlal etmesi halinde Birleşik Devletler’in onları savunacağının garantisiydi. Fransa ise tarihsel mutabakatının bir sonucu olarak Batı Almanya’nın yeniden silahlanmasını kabul etmeye hazırdı. Ne var ki, Fransa üçüncü hedeften tedirgindi. Bu hedef, Fransız askerlerinin ABD komutasında olmasıydı ki, Charles De Gaulle’ün 1966’da Fransa’yı NATO’nun askeri kanadından çıkarmasına ve dolayısıyla karargahın da Paris’ten Brüksel’e taşınmasına neden olacaktı.
1970’lerin başında batı Avrupa sadece Almanya ile ilgili endişeleri üzerinden atmakla kalmadı, Sovyetler Birliği’nin artık yakın bir saldırı tehdidi teşkil etmediğini düşünmeye başladı. Sadece Fransa değil, diğer ülkeler de Stalin sonrası Sovyetler Birliği’ni batı Avrupa ile daha yoğun bir işbirliğine girmesi için nasıl ehlileştireceklerini düşünmeye başladılar. Bu, Batı Almanya’nın Ostpolitik yaklaşımıyla yakından ilişkilidir. 1980’lerde ise Sovyetler Birliği’nden batı Avrupa’ya uzanacak bir doğalgaz boru hattı fikri öne sürüldü. Bu fikir Margaret Thatcher yönetimindeki Birleşik Krallık tarafından bile olumlu karşılandı.
Birleşik Devletler bu gelişmelerden kaygılandı. Doğalgaz boru hattına karşı çıkmasıysa başarıya ulaşmadı. NATO’nun parçası olmayacak bir Avrupa ordusu kurulması yönündeki tüm görüşmelerin önüne geçmeye çalıştı. Genel olarak, Kuzey Atlantik topluluğunun dışında, Avrupa gibi Avrupa fikrine hiç de dostça yaklaşmadı.
Bu gerginlik, 1989’da komünizmlerin çökmesiyle ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yoğunlaştı. NATO, batı Avrupa’yı Komünist Parti tarafından yönetilen Sovyetler Birliği’ne karşı savunacak bir yapı olarak kurulduysa, NATO’nun işlevi artık neydi? Birleşik Devletler NATO’yu sürdürmeye karar verdi ve kendi rolünü yeniden tanımlamaya çalıştı. Ayrıca, Birleşik Devletler ile bağlantısı olmayan özerk bir Avrupa yapısının çıkmasına ve daha da kötüsü Mihail Gorbaçov’un da tasarladığı gibi Rusya’yı da içerecek bir “bir ortak Avrupa evinin” oluşturulmasına izin vermeme kararı verildi.
NATO’nun yeni yapısal sorunu ise artık, Sovyetler Birliği ile bağlarından kurtulmuş olan eski Sovyet uydularını da içererek şekilde genişleyip genişlemeyeceği sorunuydu. Birleşik Devletler neredeyse bir anda bunların NATO’ya katılmalarını destekledi. Batı Avrupalılarsa buna daha az hevesliydi. Eski uydular bu katılımı Birleşik Devletler’e bağlanmak olarak gördüler, bu onlar için Rusya’ya karşı bir korunak ve ekonomik iyileşme demekti. Birleşik Devletler, bu ülkelerin katılımını Rusya’nın muhtemel canlanışına karşı bir kısıtlama ve daha çok “Avrupa”nın muhalif oldukları ABD’yle yakın ittifaktan kopmaması için bir garanti olarak gördü. Batı Avrupa ise bu konuda özellikle daha az hevesliydi çünkü Birleşik Devletler’in ne yaptığını anlamıştı.
Irak savaşı bu durumu iyice şiddetlendirdi. Donald Rumsfeld bu iki Avrupa’nın; bitmiş,”eski” ve uzlaşmaz Avrupa ve Birleşik Devletlerle dünyaya ilişkin aynı amaçlara sahip “yeni” Avrupa’nın keyfini çıkardı. Aslında, 2003 Irak işgalindeki halihazırdaki durumda üç Avrupa mevcuttu: Rumsfeld’in “yeni” Avrupa’sı (yani, eski Sovyet uyduları), “istenen koalisyona” katılmayı reddedenler (özellikle Fransa ve Almanya) ve 2003’te ABD işgalini destekleyen Avrupalı ülkeler (özellikle Birleşik Krallık, İspanya ve İtalya). Fransa ve Almanya Putin’in Rusya’sının yanına, Birleşik Devletler’e Birleşmiş Milletler’e karşı ortak muhalefetlerinden dolayı daha kolay çekildiler.
Gerginlik devam etti. Birleşik Devletler, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya katılması sürecini başlatmaya çalıştığındaysa, karşısında sadece Fransa ve Almanya’yı değil, Birleşik Krallık’ı İspanya’yı ve İtalya’yı da buldu. Aslında, bunu sadece dört doğu Avrupalı devlet destekliyordu: Polonya ve üç Baltık devleti. Diğer doğu Avrupalı devletlerse suskun kaldılar.
Ardından, Saakaşvili’nin Güney Osetya’ya yürüyüşü ve Rusya’nın güçlü ve başarılı cevabı geldi. Polonya ve üç Baltık ülkesi Gürcistan’a hemen tam destek verdiler ve Birleşik Devletler daha sonra sesini ancak retorik düzeyinde yükseltebildi ve insani yardım yüklü gemilerini gönderdi.
Batı Avrupa ne yaptı? Fransa başkanı Sarkozy, ansızın ve hiç kimseye danışmadan bu kavgada ateşkes pazarlığına girişti ve Avrupa Birliği’ne bu emrivakiyi kabul ettirdi. Ardından Alman şansölyesi Merkel, Rusya ile müzakerelere başladı. İtalya başkanı Silvio Berlusconi bile Putin’e telefon etti. Tüm bunlar olurken Condoleezza Rice gerçek diplomatik tablonun dışındaydı.
Diplomasi işe yaradı mı? Rus askerlerinin nerede konuşlandığı ve Rusya’nın bağımsız Güney Osetya ve Abhazya’yı kesin olarak tanıması konularındaki çelişkiler devam ediyorsa, ancak bir noktaya kadar yaradığı söylenebilir. Ne var ki, batı Avrupalı devlet adamları Rusya ile bağların koparılmamasının önemini belirten açıklamalar yapmaya devam ediyorlar. Avrupalı basının en fazla yapabileceğinin batı Avrupa ile dostane ilişkilerin bozulması sebebiyle Rusya’ya çıkışmak olduğu görülebilir. Tüm bunlardan da açık olan, New York Times’ın Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Baltık ülkelerinin sorunu etkisini kullanarak çözmesi için Rice’ı değil Angela Merkel’i çağırıyor olduğuna dair haberidir. Angela Merkel, Almanya’nın Gürcistan’ın NATO’ya üyeliğini desteklemekten uzak olduğunu açıkladı.
En dikkat çekense, Financial Times‘ta, fazlasıyla Batı Singapur yanlısı deneyimli akademisyen Kishore Mahbubani’nin kaleme aldığı op-ed yazıdır. Mahbubani dünyanın %10’unun Rusya’yı suçladığını, geri kalan %90’ın “Gürcistan hakkındaki batılı yorumlardan kafası karışmış olduğunu” ve Mao Zedung’un bir noktada haklı olduğunu söylüyordu; bu da baş çelişki ve öteki çelişkiler arasındaki özdeşliktir. “Rusya batının yüzleştiği baş çelişki olmaya aday değildir.” demekte ve dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getirenin Batı’nın “hatalı (stratejik) görüşü” olduğunu söyleyerek bitirmektedir.
Birleşik Devletler, henüz batılı olmayan dünyadaki dostlarının bilgece öğütlerini dinlemeye hazır değil. Batı Avrupa kendilerini tehlikeye atacak şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyor. NATO ise Mahbubani’nin “soğuk savaş sonrası” dediği çağda stratejik faaliyetlerinin yetersizliğini telafi edemez durumdadır.
1 Eylül 2008
[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]