Marksizm’in Aşil Topuğu: Ulusal Sorun -Cem Kodas* & Sevim Taner**
Ulus, ulusal sorun, ulusal kurtuluş, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH), sosyalist solda sürekli tartışılan ve bizce bir türlü aşılamayan/anlaşılamayan kavramlar olarak yer etmişlerdir. Ulusal sorun ve UKKTH Marksist klasik metinlerde yoğun tartışmalara/anlaşmazlıklara neden olurken Türkiye sosyalist hareketinin bu konulardaki ezberi Marksizm’in dogma olmayan ve basma kalıp formülasyonlar silsilesinden oluşmayan; pratiğiyle, sorgulayan (somut koşulların somut analizini yapan) teorisiyle tezat bir durum oluşturmaktadır.
Sosyalist hareketlerin 20. yüzyıl boyunca tanımlamaya çalıştıkları ulusal sorun, İngiliz Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’ın deyişiyle “aşırılıklar çağının” belirleyici konularından biri olmuştur. Bugün açısından baktığımızda değişen bir şeyin olmadığını, dünyanın hemen her yanında, milliyetçi/ulusalcı çatışmaların olduğunu velhasıl “aşırılıklar çağının” kapanmadığını bir nebze de olsa bunun devam ettiğini söyleyebiliriz. Peki, Kapitalist/Emperyalist sistem tarafından beslenilen dünya genelindeki bu çatışma ortamını ve milliyetçi/ulusalcı kanlı boğazlaşmaları, dünya halklarının kurtuluşu için mücadele eden sosyalistler/devrimciler nasıl teorize etmişlerdir?
Marx’ın, Engels’in, Lenin’in kimi zaman ikircikli durmalarını sağlayan, Rosa Luxemburg’un şiddetle karşı çıktığı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bugün sosyalist hareketler açısından nasıl değerlendirilmektedir? Bu ve buna benzer sorular sorduğumuzda pek de iç açıcı olmayan bir çerçeveyle karşı karşıya kalırız. Ulusal sorun gibi tartışmalı bir konu açıldığında “biz UKKTH’nı tartışmasız bir şekilde destekliyoruz” diyen sosyalist sol maalesef Marksist eleştirel yaklaşım konusunda sınıfta kalmıştır. Bu sorgusuz sualsiz UKKTH savunması toplumsal kurtuluşu savunan sosyalistleri/devrimcileri ayrılıkçı hareketlerin “ulusal kurtuluşçu” politikalarını, bu hareketlerin baskıcı/otoriter bir ulus-devlet kurma girişimlerini-eylemlerini sonuna kadar desteklemeye götürmüştür.
Ulusal kurtuluş ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı
20. yüzyılın ilk demlerini “ulusal kurtuluş ve devrimler dönemi” olarak tarif eden Lenin, bir ezber politikası değil somut koşulların somut analizini yapıyordu. Sınıfsal ve ulusal ayaklanmalar emperyalizm açısından bir tehdit unsuruyken, bu mücadeleler birbirlerini besliyorken, anti-kapitalizm ve anti-emperyalizm gereği her türlü ulusal mücadelenin desteklenmesi elbette haklı sebepler barındırır. Ancak bu durumda bile Lenin’in ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını koşulsuz-şartsız desteklediği söylenemez.
Ulusal sorun ve milliyetçilik tartışmalarında Marksizm’in asıl sorgulaması ve tartışması gereken “Ulusal Kurtuluş” kavramının kendisidir. Ezen-ezilen ve mülkiyet ilişkileri ekseninde toplumsal kurtuluşu savunan sosyalistlerin kapitalistin de proleterin de içinde olduğu bir kurtuluşu savunması ne Marksizm’le uyuşur ne de akla yatkın bir tarafı vardır. Buradan doğru hareketle, bireyin kurtuluşunun toplumun kurtuluşundan geçtiğini söyleyen, kapitalizm’in ve liberallerin öne sürdükleri bireye karşı, “bireysel bir kurtuluşun mümkün olmadığını” söyleyen Marksistlerin, tek başına bir ulusun kurtuluşunun da mümkün olamayacağını, bu sorunun dünya halklarının kapitalizmden kurtulmasıyla bağlantılı olacağını vurgulaması gerekmektedir. Aksi takdirde milliyetçi/ulusalcı çatışmaların ve halkların birbirlerine olan düşmanlıklarının zemininin hazırlanmasına farkında olmadan da olsa destek sağlamış olacaklarını akıldan çıkarmamak gerekir.
Kapitalistlerin/Emperyalistlerin o çok sevdikleri böl-parçala-yönet stratejileri UKKTH propagandası üzerinden demokrasi ve özgürlükler maskesi altında 20. yüzyılın başından beri sürdürülüyor. Wilson’dan Hitler’e ve günümüze kadar emperyalistler kendi devlet çıkarları adına, rakip emperyalist devletleri zayıflatma adına bu programın sürekli savunuculuğunu yapmışlardır. Çıkarları gereği UKKTH’nı desteklerken aleyhlerine gelişen herhangi bir durumda “ulusal bütünlük” naraları atmışlardır. Örneğin bugün Kosova’nın bağımsızlığı ABD tarafından desteklenirken Rusya’nın karşı çıkması veya ABD’nin Irak’ı bölme planları yaptığı bir dönemde Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü savunması, Rusya’nın işgalinin “özgürlükleri, demokrasiyi ve insan haklarını” hiçe saydığını söylerken Latin Amerika’da darbeleri ve ayrılıkçı hareketleri desteklemesi hep aynı ikiyüzlü emperyalist politikaların ürünüdür.
Özellikle son dönemlerde bağımsızlığını ilan eden devletlerle, uluslararası anlaşmaların hiçe sayıldığı işgal politikalarıyla ve milliyetçi çatışmalarla “Acaba 1900’lerin başına yeniden mi dönüyoruz?” sorusunu sıkça duyar olduk. Emperyalist devletlerin savaş makinesi gibi davranan siyasetleri dünyayı yeni paylaşım kavgalarının merkezine oturtmuş durumda. Bu merkez de muhtemelen çatışmaların en yoğun yaşandığı Ortadoğu-Kafkaslar-Balkanlar üçgeni olacaktır. Bu üç bölgeyle bağlantılı olan Türkiye halklarının ve sosyalistlerinin görevlerinin çok yakıcı olduğunu düşünüyoruz.
Kürtler, sosyalistler ve ulusal sorun
Türkiye sosyalist hareketinin ulusal sorun konusundaki görüşleri sorulduğunda cevap çok “net” ve “yalındır”: “Biz UKKTH’nı koşulsuz destekliyoruz”. Bu cevap bir ezberden öteye gitmemekle birlikte, indirgemeci ve kolaycılığa kaçan, sorunun kendisiyle yüzleşmeyen bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım sonucudur ki, bölgesel ve halklar arası çatışmaların her geçen gün kızıştığı coğrafyamızda Marksist’lerin Kürt hareketi için “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” mantığını doğurmuştur. Sorunun çözümünün halklar arası birlikten yani enternasyonalizmden geçmesini söylemesi gerekirken “Başkasını ezen ulus özgür olamaz” diyerek ezme ezilme ilişkisini kapitalistler-emperyalistler üzerinden değil de emekçi halklar üzerinden değerlendirmiştir. Yapılan bir başka yanlış analiz ise milliyetçiliği ezen ulus ve ezilen ulus milliyetçiliği olarak ikiye ayırmaktır: “Ezen ulus milliyetçiliği hegemonik bir milliyetçiliktir; ezilen ulusun milliyetçiliği ise meşrudur. Asimilasyon politikalarına karşı duran kültürel değerleri savunan ve desteklenmesi gereken bir milliyetçiliktir.” Milliyetçiliği meşrulaştıran bu “derin analizler” özellikle Türkiye gibi etnik çatışmalara gebe bir ülkede halklar arası yaşanan sorunları ve milliyetçi çatışmaları engelleyemez, sosyalistlerin de bir alternatif olarak var olmalarının önüne engel çıkarır.
Ayrılıkçılığı kamçılayan, halklar arasına duvar ören, kendi karşı milliyetçiliğini şiddet eylemleriyle ören bir siyasi hareket sosyalistler tarafından savunulmamalı aksine eleştiri okları yöneltilip insanı hedef alan eylemleri mahkum edilmelidir. Türkiye’nin batısında, tatil bölgelerinde, alışveriş merkezlerinde ve insan kalabalıklarının arasında patlatılan bombalar, zorla askere alınan yoksul emekçi çocuklarını hedef alan eylemler, Kürt olduğu için linç edilen, evi basılan, dinlediği müzikten dolayı saldırıya uğrayan insanlar vb. Tüm bu manzara birinin milliyetçiliğinin diğerinden saf ve temiz olduğunu göstermez. Bize resmin son derece karanlık olduğunu ve çatışmaların derinleştiğini gösterir. Bugün emekçiler arası gündelik tartışmalar, sendikalardaki parçalanmışlıklar ve ayrılmalar, sosyalist emekçilerin maruz kaldıkları “Bölücülük” yaftası, Kürt siyasetinin etnisiteye dayalı mücadelesine sonuna kadar destek veren sosyalist solun, propaganda merkezleri tarafından “PKK yandaşları” olarak lanse edilmesinin sonucudur. Türkiye’nin yakın tarihinde anti-komünist propaganda, din karşıtlığı/dinsizlik üzerinden yürütülüyorken; bugünün anti-komünist propagandası bölücülük ve bölücü örgüt yandaşlığı üzerinden yapılmaktadır. Bu durum sosyalist emekçileri zora sokarken milliyetçi-muhafazakar ve/veya ulusalcı-darbeci güçlerin yükselişe geçmesini sağlamaktadır. Bizce böylesi bir durumda etnik kimliğe dayalı olmayan, halklar arası birliğe dayalı mücadele, enternasyonalizmi merkezine alan, emek eksenli, eşitlik-özgürlük-adalet mücadelesi tek çıkış yoludur.
Sonuç:
Türkiye halkları için yukarıda sıraladığımız sorunların çözümüne dair sosyalistlerin yapmaları gerekenin yanında Kürt siyasetçilere de çok önemli görevler düşmektedir. Kürt siyasetçiler ve özel olarak milletvekilleri, Kürtlerin haklarını savunma adına Avrupa ve Amerikan merkezci kalıpların içerisinde kalarak Kürtlere en büyük zararın verilmesine neden oluyorlar. Avrupa ve ABD’den gelen her türlü davete koşarak giden Kürt siyasetçilerin, üzerlerinde yaşadıkları toprakları ekip biçemeyen Kürt köylüsünün, Karadeniz’de fındık toplayan, Çukurova’ da pamuk toplayan, dönüş yollarında balık istifi gibi dolduruldukları kamyonetlerde adına kaza denilen katliamlarda yaşamlarını yitiren o çaresiz insanların sorunlarını dile getirmemeleri, sorunun çözümünü dışarıda aradıklarının ve Kürt yoksullarından koptuğunun göstergesidir. Kürt siyasetçilerin kimlikçi değil, emek merkezli, halkların birliği merkezli bir mücadele hattı örmeleri gerekmektedir. Kürt’lerin, özgürlüğün-eşitliğin-adaletin olmadığı bir toprak parçasına, bir kimliğe ve bir bayrağa ihtiyaçları olamaz. Ancak halklar arası birliğin, eşitliğin ve özgürlüğün olduğu bir dünyaya ihtiyaçları olabilir. Türkiye sosyalist hareketinin de kriz koşullarından çıkmasının yolu, solun birliği tartışmalarına odaklanmadan önce, emekçi halklar arasındaki ayrılıkların ortadan kaldırılmasına yönelik, teorik-pratik faaliyetlerin yoğunlaşmasıyla mümkündür. Aksi takdirde ne “Kürt Sorununda Demokratik Çözüm” eylemleri, ne “Barış Mitingleri”ne çatı partisi tartışmaları, Türkiye’nin doğusunda AKP-DTP, batısında CHP-AKP karşıtlığına alternatif yaratacaktır. Her seçim öncesinde olduğu gibi yeniden başlayan blok ve çatı partisi tartışmaları da önceden olduğu gibi yenilgilerle sonuçlanmaya mahkumdur. Marksistlerin “tarih tekerrür etmez” lafzına doğru yaklaşmalarını ve tarihten ders çıkarılmadığı zaman onun tekerrür edeceğini görmelerini istiyoruz.
Bu noktada biz de, sosyalistlerin-Marksist’lerin, liberal solu tartışmaya çağırmadan önce, kendi iç tartışmalarını yapmaya ve eleştiri-özeleştiri mekanizmalarını işletmeye davet ediyoruz.
*Tersane işçisi
**Eğitim emekçisi