Cemil Gündoğan imzasıyla “Kawa Davası ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği” adlı kitap Vate Yayınevi tarafından yayınlandı. Kitabın adının ikinci bölümü iddialı bir ad… Kürtlerde Siyasi Savuna Geleneğini ele alıyor. Bu, kendi çapında bir tarih incelemesini de kapsama iddiasını taşıyor.
Peki, Cemil Gündoğan, böyle mi davranıyor? Bu iddianın gerektirdiği özeni, araştırma, inceleme, asgari tanıklarını dinleme ve bunların sonucu ortaya çıkan bilgiler üzerinde bir değerlendirme yapma çabasını gösteriyor mu? Yoksa kafasındaki şablonu tamamlayıcı, vermek istediği mesajı oturtmak için bu iddialı bölümü bir “fon” olarak mı kullanıyor?
Verilmek istenen mesajı kısaca Cemil Gündoğan’ın sözleriyle ortaya koyalım ve bunun ne kadar tarihsel gerçekliklere uygun olup olmadığını bu çalışmanın ilerleyen sayfalarında ortaya koymaya çalışalım:
“Mazlum Doğan ve arkadaşları, karşılaştıkları vahşet sonucunda sadece arkadaşlarına yazdıkları mektupta öngörülerini yapabildiler, yani mahkemede PKK’yi, onun ideolojisini ve politikasını sadece sözlü olarak savunabildiler. Onların arzulayıp da gerçekleştiremedikleri işi, Kawa adına, elinizdeki savunma yaptı denilebilir (Vurgular bana ait-vba-): Bu savunma, Kürt davasının o aşamadaki savunusunu derli-toplu bir propaganda metni halinde mahkemeye sunabildi. Elazığ Kawa davası savunması, şu andaki bilgilerime göre, bunu başarabilen 12 Eylül döneminin ilk siyasi savunmasıdır.(vba)” (Cemil Gündoğan, Kawa Davası ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği, Sayfa: 279, Vate Yayınevi, İstanbul, 2007)
Mazlum Doğan ve arkadaşlarının yapmak isteyip de yapamadıklarını Cemil Gündoğan yapmış ve bu da 12 Eylül döneminin “ilk siyasi savunması” imiş! İddia bu. Bu kitabın temel mesajı da budur!
Cemil Gündoğan, kitabında “Kawa Davası ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği”ni irdelerken kanıtlamaya çalıştığı temel nokta yukarıdaki vurgulardır. “Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği” bölümü, yukarıdaki vurgular için “Tarihsel fon” olarak kullanılmıştır.
Bu iddia ve masajın kendisi, tek başına ve tarihsel pratik bakımından pek bir değer ifade etmiyor. Çünkü direniş ve siyasi savunma tarihi masa başında yazılmadı, masa başında ve kaba bilgi ve önyargılarla yazılanlar, onun kaba bir çarpıtılmasından başka bir anlam ifade etmiyorlar… Ancak iddialı bir başlık ve konu bir kitap, yazılı bir belge olarak ortaya konulduğu için, bunun tarihsel gerçekliğin kaba bir tahrifatı olduğunu ortaya koymak politik, ahlaki ve vicdani bir sorumluluğun kaçınılmaz gereği olmaktadır. Bunu kısaca ortaya koymaya çalışacağız.
Kitabın bütününü tartışma konusu yapmayacağız, bu aşamada bunun pek gerekli olduğunu sanmıyoruz. Tarihimizi, “Bizi” ilgilendiren bölümü, “PKK Davası Savunmaları” (Sayfa: 250-279) üzerinde duracak, yöntemi, terminolojisi ve iddialarını mümkün olduğu ölçüde ayrıntılı tartışmaya çalışacağız.
I. Kitabın Başlığı ve Yöntemi
Kitabın adı, sadece “Kawa Davası Savunması” olsaydı, tartışmamızın konusu ve yöntemi farklı olabilirdi. Ama yukarda vurguladığımız iddiaya “tarihsel fon” olarak “Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği” kitap başlığı ve bölümlerden biri olarak kullanıldı mı tartışmanın yöntemi ve içeriği de farklılaşıyor. Aslında kitabın temel iddiası, kitabın başlığı, yöntemi ve konuların işleyişi kendi içinde temel iddia ekseninde bir bütünlük ve “tutarlılık” oluşturuyor. Kitapta yayınlanan “Savunma”ya verilen tarihsel anlamı kanıtlama kaygısı, Cemil Gündoğan’da esas olduğu için, PKK Savunmalarıyla ilgili gerekli ve özenli araştırmayı, incelemeyi ve binlerle ifade edilebilecek tanıklarını dinlemeyi gerekli görmemiştir. Sadece iki kişiyle telefon görüşmesi yapmayı, Av. Hüseyin Yıldırım ve Mazlum Doğan’ın yayınlanan kitap ve yazılarına başvurmayı yeterli görmüştür. Bu kitap ve belgeler de 1982 başlarına kadar olan bilgi ve tanıklara dayanmaktadır ve daha çok mahkemenin “sorgu aşaması” ile ilgilidir. Ondan sonraki aşamalar ise es geçilmiştir. Bunların dışında herhangi bir araştırma ve inceleme yapmamış olması özensizlik mi, ciddiyetsizlik mi, keyfilik mi, yoksa yarı-aydın vurdumduymazlığı mı?
Mademki Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği gibi iddialı bir tarih çalışmasını önüne koyuyorsun, bunların içinde PKK Davası Savunmaları gibi bir alt başlık koyuyorsun, o zaman, 12 Eylül Döneminin Direnişinin odağı konumundaki Diyarbakır Zindan Direnişleri ve bunun tamamlayıcı bir parçası olan Mahkeme Savunmaları konusunda daha özenli, dikkatli, nesnel ve çok yönlü bir araştırma yapmak, belgelerini taramak, tanıklarını dinlemek zorundasın! Bunu yapmadan altı boş böbürlenici iddialar ortaya atmak, belki bir tatmin etkeni olabilir, ama tarihsel gerçekliğin tahrifatından başka bir anlam ifade etmez!
Tabii bu keyfi tutumun bakış açısıyla doğrudan bir ilişkisi var. 12 Eylül Cuntasının Kürdistan politikası, bunun stratejik muharebesi olarak tanımlanabilecek Diyarbakır Zindan politikası ortaya konulmadan, bu dönemin mahkeme tutumları ve savunmaları bu ana bağlama oturtulmadan kendi başına Mahkeme Savunmalarını ele almak ve doğru değerlendirmek mümkün mü? Şu soruya da önyargısız yanıt vermek gerekir: 12 Eylül Döneminde Diyarbakır Zindanında neden vahşet boyutlarında bir şiddet ve işkence uygulandı? Bu soruya 12 Eylül’ün Kürdistan ve güncel olarak da PKK politikasından bağımsız yanıt verilebilir mi? Peki, bu dönemde diğer zindanların bu çatışma sürecindeki yeri ve konumu neydi? Diyarbakır’ın farklılığı neydi? Ya Direnişler ve onların temel hedefleri ve anlamı kavranmadan bir dönemi tam kavramak, bu dönemin mahkeme tutumlarını ve savunmalarını, bunların politik ve tarihsel anlamını kavramak mümkün olabilir mi?
Bu sorulara doğru, samimi, önyargısız ve ahlaki yanıt vermek için “PKK önyargısından” kurtulmak bir zorunluluk değil mi?
Burada geçmeden bir noktanın altını çizme ihtiyacını duyuyorum: “Tarihe benim gibi bakın veya yorumlayın” gibi komik bir iddiayı ileri sürmüyorum. Ben asgari ahlaki ve aydın dürüstlüğünden, objektif bilgiden yola çıkma gereğinden söz ediyorum. Böyle davranıldığında “PKK önyargısı”ndan kurtulmak mümkün hale gelebilir.
Cemil Gündoğan, bu kitabı hangi bakış açısıyla, hangi ideolojik-politik çizgiyle ele alıyor ve değerlendiriyor? Kimi sosyologlardan yapılan kavramlaştırmalar belli bir fikir verse de genel olarak bu dünya sitemine karşıdan tavır alan bir bakış ve bu yönde bir arayış içinde olmadığını belirtmek zor olmasa gerektir. Bunun ayrıntılı tartışılması bu konunun dışındadır. Bizimle ilgili noktalarına yeri geldiğinde dokunacağız. Yöntem ve kullandığı terminoloji bakımından şunlar söylenebilir:
Cemil Gündoğan, en genel anlamda TC mahkemeleri tarafından yargılanan tutsakları “Sanık” olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlama, hiç kuşkusuz, TC hukuk sisteminin, genelde egemen hukuk sisteminin bir kavramıdır. Ancak biz devrimci tutsaklar, egemen hukuk sistemine ve onun terminolojisine karşıdan tavır aldık ve hiçbir aşamada kendimizi “Sanık”, “Mahkûm” olarak tanımlamadık. Herhangi bir avukat sanık kavramını kullanabilir, herhangi bir aydın da öyle… Ama yurtseverlik iddiasında olan, hem de yaptığı savunma ile “tarihsel bir ilke” imza atmış biri iddiasıyla konuşan biri, egemen hukuk terminolojisini kullandığı zaman ortaya önemli bir tutarsızlık çıkar ve onun bakış açısında, ideolojik-politik duruşunda ciddi anlamda “sorun” var demektir!
Cemil Gündoğan, terminoloji konusunda egemen hukuk terminolojisini kullanmakta bir sakınca görmüyor, bu bakış açısıyla ve durduğu yerle bağlantılı bir şeydir. Ancak bu noktada ölçüyü kaçırıyor. PKK’lilerin dayandığı toplumsal kesimleri değerlendirirken kullandığı “… bu toplumsal kesimlerden devşirilen sanıkların…” sözü neyin nesidir? “devşirilen” sözü ne demek? Anlam olarak da yanlış, direnen tutsaklara böyle bir tanımın yapılması, en azından bir haksızlıktır! Aydın iddiasındaki biri için bu, kendi düzeyini gösteren bir gösterge olsa gerektir!
Başka bir örnek daha: “PKK’nin Merkez Komitesi üyesi olan Mazlum Doğan 1982 yılında, partinin kurucularından ve cezaevindeki önderlerinden olan Hayri Durmuş ile Kemal Pir ise 1983 yılında imha edildiler.” –vba- (Cemil Gündoğan, age. Sayfa: 250) “İmha edildiler” sözünün tam oturmadığını bilen Cemil Gündoğan, bunu bir dipnotla düzeltme yoluna gidiyor. Kuşkusuz direnişi öne çıkarmak isteyen, bir davanın ölümüne savunucularının bu çizgisini vurgulamak isteyen biri, “direnerek öldüler” sözünü kullanır. Ama soruna daha çok geleneksel “İnsan hakları” bağlamında bakan biri, devletin işkencesini öne çıkarırken, “imha edildiler” sözü ile ölenleri, politik duruş ve eylemelerinden soyutlayarak salt “kurban” düzeyine indirgemeyi düşünür. Kuşkusuz bu yaklaşım hiçbir zaman masum değildir, politik duruş veya duruşsuzlukla bağlantılıdır. Cemil Gündoğan, Mazlum, Hayri ve Kemal arkadaşlarımız için “imha edildiler” derken, bilinçli davranıyor, öncelikle onların politik duruşlarını, birer dava adamı oldukları gerçeğini gözlerden kaçırtmaya çalışıyor. Böylece en geri liberalin konumuna düşüyor. Bu konuda yazdığı dipnot, bu durumunu daha da perçinliyor. “Fakat cezaevi koşulları, onlara itirafçılaşmak ve ölmek dışında fazla bir seçenek bırakmadığı için ‘imha edilme” tanımlaması durumu izah etmeye daha uygun düşmektedir” sözleriyle direnişçi kimliklerini ve imajlarını gölgelemeye çalışıyor. “İtirafçılaştırma” ve “ölüm” tek başına neyi anlatır, sıradan okuyucuda, tarih bilgisi sınırlı olan bireylerde hangi çağrışımları yaratır? Peki, itirafçılaştırma ve ölüm yerine çatışan iki politika ve çizginin gerçek adları konulsa hangi etkileri yaratır? Kavramlar ve terminoloji kesinlikle masum değildir, özellikle Cemil Gündoğan’ın kullandığı kavram ve terminoloji de bu, daha bir böyledir. Politik bir duruşu, politik bir niyeti ve kaygıyı anlatır! Bir davanın savunucuları, hem de ölümüne savunucularının bu kimlik ve duruşlarını olduğu gibi teslim etmek, neden zor geliyor? Kaldı ki eylemlerini ve sonuçlarını hiçbir kavramlaştırmaya gerek kalmadan günlük dilde kullanıldığı gibi tanımlamak daha dürüstçe bir tavır değil mi?
Kısacası, daha öncesi bir yana 1980 ve sonrası, özellikle 12 Eylül sürecinde Diyarbakır Zindanında gerçekleşen Direnişler ve bununla bütünlük oluşturan Mahkeme Savunmaları ciddi, çok yönlü, her türlü kaygıdan ve önyargıdan uzak bir araştırma, inceleme ve değerlendirmeyi gerektiriyor. Ancak ne yazık, Cemil Gündoğan, bu ölçülere uyma gereğini duymuyor. Bu konudaki bilgisi sınırlı, başvurduğu kaynaklar sınırlı, başvurduğu tanıklıklar eksiz ve yetersiz… Oysa bu sürecin binlerce tanığı var, yazılmış kitap ve makaleler var. Diyelim ki bunların hepsi “tek yanlı” ve Cemil Gündoğan’ın “araştırmacı” duyarlılığına uygun değildi. Ama PKK Ana Davası Gerekçeli Kararı adlı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından yazılmış ve basımı yapılarak dağıtılmış bir kitap var, ona başvurabilirdi. Bu kitapta PKK Ana Davasının gelişme seyri, tutsakların tutumları, yaptıkları savunmaların ana çizgileri hakkında ipuçları yazılı… Bu ipuçlarından yola çıkarak kendisinin önüne daha geniş ve kapsamlı bir araştırma planını çıkarabilirdi. Bu kitaba ulaşmak zor değildi, telefonla görüştüğünü yazdığı Selim Çürükkaya’da bu kitap var… Peki, Cemil Gündoğan neden bu konuda gerekli araştırma ve inceleme yapma, konunun muhatabı olan kişilerin tanıklılıklarına başvurma gereğini duymamış? Hem de kitabında kimlerin siyasi savunma yaptığını yazmasına rağmen… Bunların bile bilgisine başvurma gereğini duymamış… Buna bir yanıtı var mı, varsa bunu kamuoyu ile paylaşmak zorundadır! Yazdığı tarihimizin önemli bir kesitidir ve tarihsel sonuçları olan bir süreçtir! Bu süreç birkaç kalem darbesiyle veya “aydın-araştırmacı” uyanıklığı ile tersyüz edilemez! Eğer giriş bölümünde ileri sürdüğü iddialı laflar olmazsa belki de bu konu üzerinde durma gereğini bile duymazdık, örneğin M. Kotan’ın kendi yenilgisini ve teslimiyetini teorileştirmeye çalıştığı zırvalarına dokunma gereğini duymadığımız gibi…
II. Yetersiz bilgi, sınırlı araştırma ile varılan iddialı tezler arasındaki tutarsızlık…
Cemil Gündoğan, “PKK Davası Savunmaları” alt başlığını yazarken, bu savunmaları, yapıldığı sürecin bütününden koparıyor veya yüzeysel ve dar kimi bağlantılarla yetiniyor. Bu yaklaşımda, PKK Davası Savunmaları, herhangi bir mahkeme savunması olarak bir anlam kazanıyor. Oysa gerçeklik hiç de öyle değildir. Kısaca özetlemek gerekirse;
“Bugün herkesin bildiği gibi, Diyarbakır zindanlarında eşine ender rastlanan bir vahşet, bir kıyım, barbarca bir zulüm uygulandı. İşkencenin, insanlık dışı uygulamaların her türünün denendiği bu alanda, her dürüst insan, demokrat ve ilerici her çevre şu soruyu kendisine sormalıdır: Neden, niçin, niye bunca vahşet ve barbarca uygulama Diyarbakır’da gerçekleştirildi? Bunca vahşetin altında yatan temeller nelerdir? Hangi ideoloji ve politikadan kaynağını aldı? Evet, bu sorular çok önemlidir. Süreci ve bunun temel öğelerini ve özelliklerini algılamada esas çıkış noktasıdır.
Esas sorumuzu başka sorularla da geliştirebilir, daha anlaşılır kılabiliriz. Şöyle: Vahşet düzeyindeki işkence, insan kişiliğinin, onurunun ve temel haklarının pervasızca ayaklar altına alınışı olayını birkaç hasta ruhlu işkencecinin kendini tatmini gibi sığ ve saptırılmış bir bakışla mı ele alacağız? Bunca vahşeti, salt bir kinin, öfkenin ve intikam duygularının bir ürünü olarak mı göreceğiz? Ya da bu, cuntanın, kendi korkunçluğunu ve otoritesini kabul ettirmenin geçici bir göstergesi mi oluyor? Yahut vahşetin temel nedenleri mi var, daha kapsamlı, derin ve uzun vadeli hesapların, politikaların pratikte ifade edilişi midir?
Diyarbakır zindanlarında uygulanan vahşetin temelli, uzun vadeli ve kapsamlı bir amacı vardı. Vahşet, işkence, şiddet hareketleri bir politikanın pratik araçlarıydı. Yoksa keyif için, sadist duyguların tatmini için, salt kin, öfke ve intikam duygularının doyurulması için, geçici, güncel korkutuculuğunu ve karşı-devrimci otoritesini hissettirmek için, cunta, bunca kaba, çağdışı, insanlık dışı vahşeti sergilemedi. (…)
Diyarbakır vahşeti, yerel yöneticilerin, yerel kurumların başı altından çıkan bir durum da değildir. Vahşetin, onun üzerinde temellendiği Diyarbakır zindan politikasının baş mimarı faşist cuntanın kendisidir. Hem de uzmanlarına, psikolog, doktor, siyasetçi, işkenceci vb. işin uzmanına hazırlatılmış, CIA ve Pentagon’un deneylerinden, akıl hocalığından yararlanılarak kotarılmış bir politika. (…)
Faşist Türk sömürgeciliği, ülke çapında terör estiriyordu, bu vahşetiyle halk kitlelerinde korku, sinme, panik ve pasifikasyonu gerçekleştirmek, egemen kılmak istiyordu. Ve ulusal imha bu temel üzerinde yeniden tüm boyutlarıyla geliştirilebilirdi. PKK geri çekilme taktiğine yönelmişti, ulusal direniş anlamında bir engel yoktu. Ama bir engel vardı. Bu politikalarının önünde, çok ciddi bir engel vardı: Zindandaki PKK tutsakları ve onların DİRENİŞÇİLİĞİ. PKK savaş tutsakları teslim alınıp davalarına, geçmişlerine, halkına ve insanlıklarına karşı ihaneti gerçekleştirilmeden, pasifikasyonun, tepkisizliğin, korkunun ve bu temelde ulusal imhanın nihai sonuçlarına vardırılması olanaksızdı. Halkımızın kurtuluş umudu zindanlarda yaşıyordu, yaşatılıyordu. O halde öncelikle Kürt halkı üzerindeki imha hesapları ancak bu umudun söndürülmesiyle, zindanların kuytuluklarına gömülmesiyle mümkündü. Bu önlerine dikilen engel acilen aşılmalıydı, hem de çok kısa sürede, tam bir yıldırım hareketiyle ezilmeli ve bu ezilme ihanetle tamamlanmalı, bir dava, ulusal kurtuluş davası böylece bitirilmeliydi. Kısacası, faşist cuntanın PKK ve Kürdistan politikasının tam anlamıyla ve eksiksiz gerçekleşmesi, öncelikle PKK savaş tutsaklarının ideolojik-politik ezilmesinden, tasfiyesinden geçerdi. O bakımdan diyoruz ki, TC’nin Diyarbakır zindan politikası, genel Kürdistan ve PKK politikasın somut, özgül ve yoğunlaşmış-katmerleştirilmiş bir ifadesi ve biçimidir. Diyarbakır gerekliği bu olgu ışığında açıklanabilir, çözümlenebilir.” (Mehmet Can Yüce, 12 Eylül sömürgeci-Faşist Rejimine Karşı DİYARBAKIR ZİNDAN DİRENİŞİ –Direniş Eylemleri, Anlamı ve sonuçları-, Sayfa: 21-25, Weşanên Sexwebûn, Ocak 1991)
Neden bu kadar uzun alıntı yapma gereğini duyduk? Nedeni açık ve kısaca şöyle: Cemil Gündoğan, PKK Davası Savunmalarını, kendi başına, içinde gerçekleştiği tarihsel ve politik bağlamından kopararak ele alıyor. Hem de yetersiz ve sığ bilgilere dayanarak… Bu, boşuna değil, çünkü bir tarihsel fona yüklenen işlev bundan ötesini gerektirmez!
Mahkemeler ve politik savunmalar, her dönemde olduğu gibi 12 Eylül döneminde de tek başına, gerçekleştiği tarihsel ve politik bağlamdan bağımsız ele alındığında pek bir anlam ifade etmez, ya da gerçek anlamından çok şey yitirir. Unutmamak gerekir ki, 12 Eylül döneminde bir politika uygulandı, bu, TC’nin ulusal imha politikasının en yoğunlaştırılmış ifadesiydi. Bu politikanın o günkü somut hedefi, devrimci tutsakların iradesini kırmak, onları her açıdan teslim almak ve onlar üzerinden bütün bir Kürdistan toplumunu teslim almak ve ulusal imha stratejisi önündeki bu önemli engeli ortadan kaldırmaktı. Dışarıdaki engelleri kısa sürede kaldıran faşist cunta, aşılması gereken en önemli engel olarak tutsakları görüyordu. Bu dönemde zindanlar, temel çatışma platformları olarak öne çıktılar. Aslında bu, bir tercih değil, objektif politik gelişmelerin getirdiği bir şeydir. Her alanda “sükûneti” kurduğunu düşünen cunta, zindanları ve devrimci tutsakları bu genel durumla çelişen odak olarak değerlendiriyordu. Devrimci tutsaklar, bu teslim alma ve irade kırma politikasına karşı direnişi esas aldılar. Teslim alma ve direniş politikaları ve pratikleri, kaçınılmaz olarak zindanları politikanın odağına oturttu. Çatışan iki temel politika vardı ve bu, tarihsel ve gelecek açısından Kürdistan halkının yaşamı üzerinde çok önemli bir role sahipti. Bu çatışmanın, yani teslim alma ve direniş politikalarının pratik sonuçlarını, ulusal kurtuluş mücadelesinin kaderi üzerinde oynadığı rolü daha sonra TC’nin kimi egemenleri, yazar ve çizerleri de teslim etmek durumunda kalmışlardır.
Çatışmanın odağı zindanlardır, Kürdistan açısından ise bu odak, Diyarbakır’dır; askeri deyimlerle ifade edecek olursak, Diyarbakır zindanları, çatışmanın ana alanı, o dönem politik hedefi açısından savaşın sonucunu tayın edecek temel muharebe alanıydı. Diğer zindanlar ve direnişlerin ise böyle bir konumu ve sonucu etkileme rolleri yoktu. Bu, tutsakların konumundan bağımsız nesnel bir gerçekliktir.
Peki, Kawa Davası Savunması neden güncel ve gelecek açısından herhangi bir etki yaratmadı? Öyle ya, Cemil Gündoğan, “Elazığ Kawa davası savunması, şu andaki bilgilerime göre, bunu başarabilen 12 Eylül döneminin ilk siyasi savunmasıdır”(vba) diyor… Elbette o koşullarda Elazığ ve başka merkezlerin TC mahkemelerinde Kürdistan davasını savunmak önemlidir, anlamlıdır, eski deyimle “takdire şayandır”. Bu hakkı bu biçimde teslim etmek başka bir şeydir, ama buna daha farklı bir konum atfetmek daha başka bir şeydir!
Bunu diğer alanlardaki direnişleri, mahkeme tutumlarını ve savunmaları küçümasmek için değil, bir tarihsel gerçekliği tespit etmek ve değerlendirmeleri doğru bir bağlama oturtmak için vurguluyoruz. Söylenen sözün uzunluğu veya kısalığı, yapılan savunmaların hacmi veya başka boyutları değil, söylenen tek bir sözün tarihsel anlamı ve politik etkisi önemlidir, tarihsel anlamı önemlidir! Bu anlam ve önem, birçok tarihsel etken ve koşulun bir araya gelmesiyle oluşabilir ancak…
Diyarbakır direnişlerinin ve bunun tamamlayıcı bir parçası olan mahkeme savunmalarının böyle tarihsel ve politik sonuçları olmuştur. Yine unutmamak gerekir ki, mahkemeler ve yargılanmalar, yukarıda kısaca özetlediğimiz politikanın önemli bir bileşenidir.
12 Eylülün teslim alma ve irade kırma politikasına karşı direniş bir bütündür, zindan ve mahkeme tutumlarıyla bir bütündür! Cemil Gündoğan’ın gözlerden ve bilinçlerden kaçırdığı gerçeklik budur! O nedenle “PKK Davası Savunmaları” alt başlığını anlatmaya çalışırken bunu yapmaya çalışır. Bu konuda PKK tutsaklarının siyasi savunma konusuna nasıl baktıklarına ve bunun pratikte somutlaştığına yeri geldiğine ayrıntılı olarak bakacağız. Şimdilik şu kadarını vurgulayalım: 12 Eylül döneminde Diyarbakır Zindan Direnişlerinin tarihsel anlam ve önemi kavranmadan, bu tarihsel sürece imza atanların oynadıkları rol kabul edilmeden bir dönemin temel gelişmelerini kavramak ve doğru sunmak mümkün değildir. Cemil Gündoğan’ın yapmadığı da budur!
III. “PKK Davası Savunmaları” alt başlığı altında ileri sürülen iddiaların bazıları hakkında birkaç söz
Cemil Gündoğan, yazdığı bu alt bölümde PKK savunmalarının anlamını belli ölçülerde kabul edip teslim etmek durumunda kalıyor. Ama bunu yarım ağız yaptığını vurgulamak durumundayız. Bir yandan bunu yaparken, diğer yandan bunu dengeleyici, anlamını gölgeleyici laflar etmekten de geri durmuyor. Bir iki örnek vermek gerekirse;
“Buraya kadar anlatılanlardan, 12 Eylül döneminde, bütün PKK önder kadrolarının mahkemelerde siyasi savunma yaptığı sonucu çıkarılmamalıdır. Diyarbakır cezaevindeki en büyük Kürt örgütü olarak PKK, direnişin başını çektiği kadar, itirafçı sayısında da başı çekmiştir. Diyarbakır cezaevinin vahşet döneminde, başta Şahin Dönmez ve Yıldırım Merkit olmak üzere birçok PKK yöneticisi itirafçılaştılar. Birçok orta kademe kadrosu, asmpatizan ve taraftar da onları izledi. Keza bir kısım PKK’liler bağımsızlaştılar. Bir kısım PKK’liler önce itiraf yapıp sonra bu itiraflarını geri aldılar veya pratik tutumlarıyla bu itirafları boşa çıkardılar vs. Fakat burada konumuz siyasi/ideolojik savunmalar olduğu için, esas olarak savunma yapan PKK’li sanıkların tutumları olmuştur.” (age. Sayfa: 278)
Bu sözleriyle Cemil Gündoğan, hangi mesajı vermek istiyor? “PKK, direnişin başını çektiği kadar, itirafçı sayısında da başı çekmiştir” sözü, vermek istediği mesajın özünü anlatıyor. Bu, PKK’nin direnişlerinin olumlu mesajını kendince dengeleme çabasıdır ve hedef kitlesi de ortalama politik bilincin altında bir bilince sahip olan kitlelerdir. “PKK direndi, ama itirafçılaşma sayısında da başı çekti…” Denilen bu… Ama az çok bir politik bilinci olan biri, kıyasıya bir savaş ve direniş ortamında, özellikle binlerle ifade edebilecek bir kadro ve kitle gücüne sahip bir hareketin içinden çok sayıda itirafçının, teslim olanın çıkması kendi koşulları içinde doğal değil midir? Aynı şekilde 1984’ten bu yana 100 bine ulaşan bir Köy korucusu kurumlaşmasını neyle açıklamak gerekir? Yoksa bunun da temel sorumlusu PKK’nin kendisi ve direnişi midir? Elbette bunda PKK’nin kimi yanlış politikalarının etkisi olmuştur, ama koruculuğu ve bunun bu kadar büyük boyutlarda oluşunu direnişe ve ulusal kurtuluş savaşına bağlamak, bilerek veya bilmeyerek, direnişin gerekliliğini sorumlu görmekten başka bir şey değildir. PKK’de bu kadar itirafçı, ispiyoncu ve teslim olup düşen kişinin çıkması sonucunu, direnişe bağlamak veya dolaylı olarak onu sorumlu göstermek, bilinçli bir çarpıtma değilse, en yumuşak yorumla direniş hazımsızlığıdır.
Cemil Gündoğan, şu soruyu kendisine sormalıdır: Neden başta Kawa olmak üzere diğer Kürt örgüt ve gruplarında çok sayıda itirafçı çıkmadı? Onlar, doğru bir politik çizgiye, çok sağlam bir kişiliğe, fedakârlık ve cesarete sahip oldukları için mi?
Yanıtını biz verelim: 1980-1983 döneminde Kawa, Rızgari, DDKD ve PSK (Özgürlük Yolu), Diyarbakır zindanında hiç direnmediler, her dayatılan kural ve uygulamaya itirazsız boyun eğdiler, dahası direnme çizgisini ve pratiğini reddedip mahkûm ettiler, direnmeden teslim oldular. Eylül 1983 Direnişinin kitlesel bir ayaklanmaya dönüşmesiyle birlikte anılan bu gruplar, kendilerini direnişin ortasında buluverdiler. Bu, onların kendi iradeleriyle verdikleri bir karar değil, kendi iradeleri dışındaki gelişmelerin bir sonucuydu. Hiç direnmeden teslim olmuş, sınırlı bir gücü olan veya güç bile görülmeyen grup veya grupların savaşan-direnen bir taraf olarak kabul edilip itirafçılaştırma politikasının hedefi haline getirilmesinin bir nedeni var mıdır? Anılan grupların itirafçılaştırılması devlete ne kazandıracaktı? Ama PKK kadrosu ve kitlesiyle politik bir güçtü, direnen güçtü, devletin ilk hedefiydi, o nedenle tasfiyesini öngören tüm araç ve yöntemlerin devreye sokulması siyaset sanatının Alfabesi’dir. Kuşkusuz devlet, zorluk çıkarmadan teslim olmuşlar diye diğer grupları ödüllendirmedi, tersine onların kişiliklerine yöneldi, insanlık ve kişilik onurlarını ayaklar altına alıcı bir uygulamaya muhatap kıldı, yani itirafçılaştırmadan daha kötü uygulamalara tabi tuttu. İspiyonlaştırma, her edilen küfre “Emredersin komutanım” ile yanıtlama, köpek bakıcılığı, pislik yedirme ve daha akla gelebilecek her türlü uygulamaya tabi tutuldular. 1980-1983 döneminde koğuşlarda olup da bu uygulamalara muhatap olmayan, olup da bunlara itiraz eden bir kişi gösterilebilir mi? Direnişin olduğu yerde teslim olan, düşen ve itirafçılaşan da çıkar; bu, bir bakıma çok dinamik işleyen diyalektiğin yasasıdır! Elbette tek tek somut direniş ve itirafçılaşma olayı değerlendirilebilir, varsa hata ve eksiklikler tartışılabilir. Bu, ayrı bir noktadır. Ama burada Cemil Gündoğan, “PKK direndi, bunun yanında itirafçılaşmada da işin başını çekti” gibi bir mesajla direnişin anlamını ve değerini, en yumuşak yorumla dengelemeye çalışıyor.
Cemil Gündoğan, Mazlum Doğan’ın yazılarını ideolojik ve politik bir eleştiriye de tabi tutuyor. Bunu yadırgamıyoruz. Ancak bunu yaparken kimi zorlama kavramlara başvurması doğru bir yaklaşım değildir. “Altın çağ kurgusu”, bunun milliyetçilikle olan bağlantısı, Medler ve onların yıkılışından sonra gelen kara dönem, bundan iç aktörlerin dış aktörlerden daha çok sorumlu görülmesi; PKK’nin içe dönük şiddetini böyle bir kurgu ile meşrulaştırması gibi bir değerlendirme, son derece zorlama ve kurgudur! İçe dönük şiddetin çok boyutları var, bu ayrı bir tartışma konusudur, birçok yazımızda bunu değerlendirmeye çalıştık. Konumuz bu değil. Kürtler ile Medler arasında kurulan bağ, eleştirilebilir, ama bunun yeri bir savunma konusunun anlatıldığı alt bölüm değildir. Burada niye anlatılıyor? Bunun nedeni PKK savunmalarının önemini gölgelemek ve ona karşı “dengeleyici unsurlar” kurgulamaktır. Başka örnekler de verilebilir, ama bunların yeterli olduğunu düşünüyoruz.
Cemil Gündoğan, PKK savunmalarının içeriğini eleştirirken kendini çok bilen, her şeyi bilen konumda göstermekten de geri durmuyor. Bir örnekle yetinelim: “UKO isminin özellikle başlangıç döneminde hareketin ismi olarak (hem içeriden hem de dışarıdan) kullanıldığı bir gerçek olduğuna göre sanıkların neden böyle bir iddiada bulundukları anlaşılmaz hale gelmektedir.” (Age. Sayfa: 275)
Sormak gerekir, peki, sen nereden biliyorsun, bu konuda elinde bir belgen var mı? Ortalıktaki kulaktan dolma söylentilerin dışında somut bir bilgin var mı? Varsa açıklayın, hepimiz öğrenelim. Gerçeklik şudur: Henüz partileşmeden önce PKK’liler hiç bir zaman UKO adını kullanmadı, yerel düzeyde kimi bölgelerde “Ulusalcılar” adı kullanılmakla birlikte merkezi düzeyde bu ve benzeri bir ad kullanılmamıştır. PKK kurulmadan önce bildiri ve diğer belgeler altında kullanılan ad, “Kürdistan Devrimcileri” adıdır. Daha sonra da PKK adı kullanılmıştır. Bunun dışında hiçbir ad kullanılmamıştır. Gerçeklik budur, bunun dışındaki iddiaların iddia olmaktan öte bir anlamı yoktur!
Cemil Gündoğan, PKK adına yapılan savunmalardan yola çıkarak silahlı eylemler konusundaki görüşlerini de kendisine göre değerlendirme konusu yapmakta ve bu konuda söylenenlerin gerçeği ifade etmediğini iddia etmektedir. Bu konuda Cemil Gündoğan, ya sınırlı bilgilerden dolayı böyle davranıyor, ya da kafasındaki kurgulara göre gerçekleri eğip bükmekte bir sakınca görmüyor. Şu kadarını belirtelim, PKK savunmalarında şiddet eylemleri daha önce yazılı belgelerinde ifade ettikleri gibi, “Ajanlaşmış yapı, kurum ve kişilere karşı devrimci şiddet taktiği” bağlamında değerlendirilmiştir. Bu belgelerde “meşru savunma” kapsamına giren noktalar da var. Örneğin Hilvan’da Süleymanların saldırıları, Halil Çavgun’un vurulması ve sonrasında yaşanan gelişmeler bu bağlamda değerlendirilmiştir. Yine MHP’li faşistlere karşı geliştirilen eylemler de bu bağlamda değerlendirilmiştir. Kısacası PKK savaş tutsakları, mahkemelerde devrimci şiddet konusundaki görüşlerini dışarıda savundukları gibi savunmuş, yanlış gördükleri eylemleri eleştirmekten geri durmamışlardır. Onların temel kaygıları, kendi gerçekliklerini olduğu gibi tarihin tutanaklarına geçirmektir. Bugün geçmişte savundukları bu görüşler ve pratikleri tartışma ve eleştirisi konusu olabilir. Biz de yapıyoruz, ama bunu yaparken artık tarihe mal olmuş gerçekleri de eğip bükmeden yapıyoruz… Tarihimizden ve deneyimlerimizden bugün ve gelecek açısından doğru dersler çıkarmak için yapıyoruz. Tarihe sorumlu yaklaşımın bir gereğidir bu. Bu, aynı zamanda, bugün ve gelecek açısından bir derdi olanların sorumluğudur. Bugün ve gelecek kaygısı olmayanların kendi tarihlerine sorumluluk duygusuyla yaklaşmaları mümkün mü?
Bu birkaç noktayı vurguladıktan sonra gerçekte PKK Savunmaları hakkında, bu konunun gelişim süreci hakkında temel noktaların ortaya konulmasına geçebiliriz.
IV. PKK Savunmaları hakkında kısa bir özet
Mahkeme tutumları ve siyasi savunmaların Diyarbakır Zindan direnişleri içindeki yeri, genel olarak siyasal savunmaların tarihsel ve güncel anlamı, etki ve sonuçları hakkında Nisan-Mayıs 1988 Aydın, Temmuz 1988 Bursa, Mayıs-Haziran 1989 Çanakkale cezaevlerinde kaleme aldığım ve 1991 tarihinde Serxwebûn Yayınevi tarından basılan 12 Eylül Sömürgeci-Faşist Rejimine Karşı DİYARBAKIR ZİNDAN DİRENİŞİ –Direniş Eylemleri, Anlamı ve Sonuçları- adlı kitabımın konuyla ilgili bölümünü olduğu gibi bir EK olarak bu yazı ile birlikte sunacağım. Bu nedenle bu bölümdeki değerlendirmeleri mümkün olduğu ölçüde özet olarak vermeye çalışacak ve sürecin ana çizgilerini vurgulamakla yetineceğim. Bu anılan genel özet okunduğu zaman Cemil Gündoğan’ın “PKK Davası Savunmaları”yla ilgili yazdıklarının anlamı daha bir yerli yerine oturacaktır kanısındayım. Geçmeden yukarda sözünü ettiğim kitapla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Anılan kitabın ilk metnini, 1984 yılında Ocak Direnişinden sonra 35. Koğuşta yazdım. Bu metin, Zindan örgütünün -yönetimdeki ve diğer arkadaşların- görüşleri ve önerileriyle, belli bir tartışma sürecinden sonra son şekli verilerek ortak bir değerlendirme haline getirildi. İlk metin bir aramada idarenin eline geçmemesi için bu konuda görevli arkadaş tarafından imha edildi. Kısa süre sonra bu değerlendirme yeniden yazıldı, birebir birincinin kopyası değildi, ama temelleri, ana çizgileri ve ayrıntıları birincisiyle aynıydı. Daha sonra dışarıya iletişim kanallarımızın yaratılmasıyla birlikte bu belge dışarıya aktarıldı ve Serxwebun Dergisinde yayınlandı. Anılan kitap sözünü ettiğim değerlendirmenin bazı yönleriyle daha da genişletilmiş bir biçiminden başkası değildir. Serxwebun Yayınevi, bu kitap üzerinde birkaç ekleme ve düzeltmenin dışında bir tasarrufta bulunmadan yayınlamıştır. Bu kısa bilgiden sonra Mahkeme tutumu ve siyasi savunmalar konusuna, bu sürecin belli başlı öğelerine, aşamalarına geçebiliriz.
PKK tutsakları, onların önderleri M. Hayri DURMUŞ ve Mazlum DOĞAN 12 Eylülden önce savunmalar konusunu ele almış, bu konuda ciddi bir hazırlığa geçmiş ve bunu dışarıdaki PKK merkeziyle paylaşmışlardır. Bir yandan hazırladıkları savunma taslağı doğrultusunda yazım çalışmalarını başlatırlarken, bir yandan da savunma hakkı, bunun koşullarının yaratılması, gerekli belge ve malzemelerin sağlanması konusunda cezaevi idaresi üzerinde çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. Yapılan birkaç açlık grevi eyleminde de bu konu işlenmiş ve eylem talepleri olarak ortaya konulmuştur. 12 Eylülden önce yazılı hale getirdikleri savunmanın bir bölümünü dışarıya aktarmışlardır, bunu yakalanmadan önce merkeze gönderdikleri notlardan biliyorum. Ancak bu bölümlerin akıbeti konusunda bir bilgimiz yoktur. Kısacası 12 Eylül darbesinden önce Hayri ve Mazlum arkadaşların öncülüğündeki PKK tutsakları, siyasi savunma hazırlıklarına başlamış, taslağını ortaya koymuş, kimlerin siyasi savunma yapması gerektiği konusunu, bunun belli başlı ölçülerini ana çizgileriyle netleştirmişlerdi; bu konuda pratik bir çalışmaya da başlamışlardı. Arkadaşlar da bu konuda belli bir eğitim sürecine alınmıştı.
12 Eylülden önce zindan koşulları görece daha rahattı, bundan dolayı yazımı da daha rahattı. Ama gerekli belgeler yoktu veya sınırlıydı, daktilo gibi araçlar da yoktu. Savunmalar elle yazılıyor ve yazısı güzel ve düzgün olan arkadaşlar tarafından yeniden yazılıyordu. Savunmalar Mazlum ve Hayri arkadaşlar tarafından yazılıyordu. 12 Eylülden sonra saldırı ve tecrit olasılıkları göz önüne alınarak benim ve M. Karasu’nun içinde bulunduğu başka bir grup tarafından aynı savunma taslağı yazılmaya başlandı. Fiili saldırıların başlaması ve yazım koşullarının tümden ortadan kalmasına kadar savunma yazım çalışmaları devam etti. Geceleri yazılan savunmalar, yapılan özel “Zulalar”da saklanıyordu. Daha sonra 1981’de E. Oktay Yıldıran’ın yönetimiyle vahşet boyutlarına çıkarılan işkence döneminde itirafçıların verdiği bilgiler üzerine bu “zulaların patlatıldığını” ve elle yazılan savunmalarımızın ele geçirildiğini öğrendik. Bu savunmaların hiçbiri mahkemeye sunulamadı. Ama öyle de olsa anılan çalışma, mahkemelerde tavır, savunmanın ana taslağı konusunda eğitici, politik ve psikolojik olarak hazırlayıcı bir işlev gördü.
12 Eylül darbesinin yapıldığı gün, Cezaevi idaresi ve gardiyanlar tutumlarını, aynı akşam sayıma geldiklerinde belli ettiler. Biz tutsaklardan asker gibi durmamızı ve sayımları düzgün sıra halinde vermemizi dayattılar. Ancak bu dayatmaları anında reddedildi ve daha önce nasıl davranmışsak bundan böyle de öyle davranacağımızı, daha önce sayımı aldıkları gibi sayımlarını alıp gitmelerini söyledik. İlk akşam öyle yaptılar, ama dayatmalarını ve kurallarını adım adım tırmandırdılar. Baskıların artması, aynı zamanda savunma yazma işini de güçleştiriyordu. Avukat görüşmesi de çok sınırlıydı, hemen hemen yok denecek düzeyde… 1980’in sonlarına doğru biz PKK tutsakları olarak dayatılan baskılara ve uygulanmak istenen sisteme karşı bir direniş örgütlemenin gereğine inandık ve yılbaşından önce 8-12 günlük bir açlık grevi eylemini planladık. Eylemin programı, talepleri öngörülen eylem biçiminin kaldıracağı bir program değildi. “Eylemin amacı ve istemleri de saptanmıştı. Buna göre baskıların, işkencenin, yaptırımların sona erdirilmesi, savunma hakkının sağlanması ve bunun için gerekli olan tüm belge, araç ve malzemenin temin edilmesi, sosyal-kültürel hakların verilmesi ve geliştirilmesi istemlerin özünü oluşturuyordu.” (M. Can Yüce, age. Sayfa: 50) Savunma hakkı bu eylem programında öncelikli taleplerimizden biridir, bundan sonraki eylemlerde de bu istem her zaman önemli bir madde olarak kalacaktır. Anılan eylem önerimiz, PSK-Özgürlük Yolu, DDKD, Rizgari, KUK ve TKP tarafından reddedildi. Dev-Yol, Partizan, Ala Rizgari, KAWA tarafından kabul edildi. (Bu gruplar anılan öneriyi kabul ettiler, ama daha sonra fiili direniş aşamasında direnişi bıraktılar) Kimi koğuşlarda 8, kimilerinde 12 gün süren 2 Ocak 1981 tarihinden başlayan açlık grevi eylemimizin hiçbir talebi kabul edilmedi. İki koğuşa dışarıdan getirilen askerlerce operasyon yapıldı, ama bu bastırma hareketine rağmen eylem belirlendiği biçimde devam etti. Eylemin hedefleri ile biçimi arasındaki büyük uçurum eylemin sonuçsuz kalmasına neden oldu. Kuşkusuz faşist Cuntanın önünde ciddi bir teslimiyet ve ihanet programı vardı, bunu hayata geçirmek için bütün gücünü kullanacaktı. Bu ilk deneme tutsakların direnişe daha güçlü sarılmalarını öğretmekten başka bir sonuç vermemişti. Peki, herkes bu dersi aldı mı? Hayır, ama orası ayrı bir tartışma konusudur!
Anılan bu direnişten sonra direnenler ve teslim olanlar arasındaki ayrışma ve saflaşma hızla arttı, direnenler 35 ve 36 (daha önce 37 idi) olarak adlandırılan hücre bölümlerine alındı. 24 Şubat 1981 tarihinde Esat Oktay Yıldıran ekibi cezaevi yönetimini resmen devraldı, 24 saat aralıksız süren işkence seanslarıyla… Mart’ın başlarında içinde M. Hayri Durmuş ve Kemal Pir arkadaşların bulunduğu bir grup arkadaş ölüm orucuna başladı. 45 gün süren bu ölüm orucunun taleplerinin özü, işkence, askeri ve Kemalist kural ve dayatmaların kaldırılması ve savunma hakkının tam olarak karşılanması biçimindeydi. Ancak pratik olarak bir başarı sağlanmadan ölüm orucu sona erdi. Cezaevinde işkence vahşet boyutlarında devam ediyordu.
Bu koşullarda PKK Ana Davası 12 Nisan Şubat günü açıldı. Kısa bir süre önce İddianame dağıtılmıştı. Direniş sürüyordu, günde birkaç kez hücrelerimiz değiştiriliyordu. Geceleri görece işkencenin durur gibi olduğu anlarda iddianamede ileri sürülen iddialara karşı yanıtlar yazıldı. Mazlum Doğan’ın önderliğinde bir ekip oluşturuldu. Ben de bu ekip içinde vardım. Kâğıtlarımız yoktu, sigara paketlerinin dış ve jelâtinli olarak tanımlanan kesimlerine bu yanıtları yazıyorduk. Yazmadan önce konuyu tartışıyor ve belirlenen görüşlere göre bir yanıt yazıyorduk. Mahkeme açıldığında bu biçimde yazılı hale getirilen karşı-iddialarımızı mahkemeye ulaştırma olanağı olmadı arkadaşların. Öyle de olsa bu çalışma ve tartışmalar, iddianamenin iddialarına karşı belli bir düşünsel ve politik hazırlık işlevini gördü. Daha sonra yapılan sorgu ifadelerinde arkadaşlar bu görüşler temelinde ifade vereceklerdir. Örneğin, “Silahlı çete”, “UKO”, “Apocular” gibi kavramlara karşı sorgu ifadelerinde söylenenler bu dönemde ortaya konulan görüşler bağlamında olmuştur. İçinde bulunduğumuz koşulları özetleyen bir dilekçe yine anılan ekip tarafından yazıldı. Mahkemeye ulaştırmada bir iki arkadaş başarılı olmadı, ancak Selim Çürükkaya iç çamaşırları içinde saklayarak mahkemeye ulaştırabildi.
Duruşmanın ilk gününde “Kimlik bildiriminde bulunmama” kararı alındı. Bu tavrın esas amacı, mahkeme üzerinden kamuoyunun dikkatlerini zindanlara, vahşet boyutlarındaki işkencelere, tutsakların yaşam ve yargılanma koşullarına çekmekti. Yapılan açıklamalar da bu temelde olmuştur. Direnen arkadaşlar bu tavrı kararlılıkla sürdürürken, teslim olanlar ise kimlik bildiriminde bulunmuşlardır. Bu tavır süresiz değildi. Mahkemenin gelişme seyrine bağlı olarak bu tutuma son verilecekti. Zaten mahkeme iddianamedeki kimlik bilgilerini esas alarak yargılama sürecini sürdürdü. Geçmeden bu konuda Cemil Gündoğan’ın iki yanlışını düzeltmemiz gerekiyor. “Şükrü Gülmüş”ün yukarıda andığım telefon konuşmasında belirttiğine göre, o sırada açlık grevinde bulunan lider konumundaki bazı sanıkların ( Kemal Pir vb.) ilk duruşmaya çıkarılmayacakları anlaşılınca, sanıklar, kimlik bildirmeyerek mahkemeyi protesto kararı almışlardı. Cezaevinin hücre bölümünden getirilen sanıklar, kimlik bildirmeme eylemine esas olarak uyarken, koğuşlardan getirilenler çoğunlukla kimlik bildirdiler. Bir diğer deyişle direnişte fire vardı; (…).” (Cemil Gündoğan, age. Sayfa: 255) Burada iki hatadan söz etmemiz geriyor. Alınan “Kimlik bildiriminde bulunmama” kararı “Bazı sanıkların mahkemeye çıkarılmamalarıyla” ilgili değildir. Dikkatleri zindandaki vahşete çekmek ve bu tarzda sürdürülen yargılamaları protesto etmek içindir. İkincisi, o dönemde koğuşlarda direnişi sürdüren kimse kalmamıştı, direnenler hücrelere alınmıştı, 36 (37)’deki arkadaşlar da 35’e alınmıştı, 35’in dışında başka koğuşlarda direnen kimse kalmamıştı. Dolaysıyla ortada yeni bir “fire” durumu yoktu.
Devam ediyoruz. 1981 Direnişi Mayıs ayının sonlarında sona erdi. Bu, zindan ve tutsakların zindan direnişleri açısından yeni bir dönemdir artık. Mahkemelerde direniş sürdü, arlıksız… Ancak zindanda dayatılan kurallara uyuluyordu, fakat bu, daha önce hiç direnmeden teslim olan kişi ve grupların kurallara uyma durumundan çok farklı bir durumdu. Direnerek yenilgiye uğramıştık, yenilgimizi düşünsel ve ruhsal olarak kabul etmiyor, tersine bunu her fırsatta mahkûm ediyorduk. Kurallara uymanın, kendi cephemizde bir sınırı ve konulan belli bir ölçüsü vardı, ama bu, görece ve geçici bir durumdu. Ya yenilgi içselleşip teslimiyet ve ihanetin etkin bir zemini haline gelecekti; ya da yeniden direniş arayışı ve çabası, mahkemelerde süren eğilim galebe çalacaktı. Bu ikisinden biri… O nedenle Mayıs 1981 ve 1982’ın ilk ayları PKK tutsakları açısından çok kritik bir döneme işaret etmektedir. Anılan bu dönemde aslında kıyasıya bir direniş verilmiştir. Aslında her devrimci tutsağın yüreği, beyni, iç dünyası bu savaşın en yoğun ve sonuç tayın edecek direnişlere, savaşlara, gelgitlere sahne olmuştur! Zindanların kuytuluklarında, koridor ve koğuşların her santiminde, mahkeme kürsülerinde süren savaş, bu “iç savaşların” dışa yansıyan platformlarından başka bir şey değildir! Bu iç çatışma doğru çözülmeseydi, insanüstü bir özveriyle yürütülmeseydi, 1982 ve sonrası direnişlerin hiçbiri olmazdı. Daha sonra önceden hiç direnmeden teslim olmuş, direnişi hiç düşünmemiş, yüreğinde yaşamamış kişiler, PKK tutsakların yenilgisinden sonra “hepimiz eşitlendik” gibi bir uyanıkla değerlendirmişlerdir. Hayır, eşitlenmedik, o gün de bugün de direniş ve direniş tarihi karşısındaki konumumuz, gerçekliğimiz ve durumumuz aynı değildir. Zindan direnişini yazanlar, daha sonra gittikleri yer neresi olursa olsun, önemli bir çoğunluğu İmralı çizgisinin suç ortağı haline de gelse, o tarihsel koşullarda tarihsel bir görev gerçekleştirdiler. O gün, teslimiyet utancını yaşayanlarla onların durumu nasıl “eşit” olabilir ki?
Direniş yenilgiye uğramıştı, mahkemede siyasi savunmalar yapılıyor, bu zeminde direniş inatla sürdürülüyordu. Ama bu dönem bir geçiş dönemiydi. 1981 yılının sonlarına doğru itirafçılaştırma politikası sistematik bir biçimde dayatıldı. 1982’nin başlarında bu, ürün vermeye başladı. Merkez’den Yıldırım Merkit, Diyarbakır grubundan Hıdır Alabalık ve diğer gruplardan itirafçılar çıkmaya başladı. Devletin programı çok daha somut görülmeye başlandı. Her şey çok açıktı.
Mazlum Doğan’ın eylemi tam da böyle bir döneme ve bu dönemde dayatılan itirafçılaştırma politikasına bir karşılık, yeniden bir direniş çağrısıydı. 21 Mart Newroz’unda yapılan bu eylemin mesajı PKK tutsakları için tartışmasız ve ikirciksiz netti. Bu mesaj alındı ve bu, mahkeme kürsülerine yansıdı. Yıldırım Merkit ile başlayan ve giderek büyüyen itirafçılaştırma politikasına karşı mahkeme kürsülerinde daha etkin ve tok savunmalar yapıldı. Bu, safların bir kez daha netleşmesine neden oldu. Bu itirafçılar şahsında olanaklar ölçüsünde itirafçılaştırma politikası teşhir edildi. Dörtler Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin, Necmi Öner arkadaşlarımızın eylemi, yeniden direnişin başka bir doruğu oldu. Bunların birikimini arkasına alan 14 Temmuz ölüm orucu eylemi başladı. Bu eylemin ayrıntılı bir değerlendirmesini yapmayacağım. Şunu vurgulamak istiyorum: Mahkemelerdeki tavır ve savunmalar, zindan direnişlerinin etkin bir parçasıdır; direnişler bir bütündür ve tarihte eşine ender rastlanan işkence koşullarında ve işkenceye karşı gelişen direnişlerdir. Bu direnişler, bir ideolojik ve politik çizgiye, gelecek umuduna dayanmaktadır. Bu umut, inanç ve bunların her an yeniden yarattığı devrimci irade olmasaydı, bırakalım direnmeyi soluk almak bile güçtü…
14 Temmuz, Diyarbakır Zindan tarihinde olduğu gibi, mahkemeler sürecinde de bir dönüm noktasıdır.
Bu büyük direnişin gelişim sürecinin ayrıntılarına girmek konumuz değil. Mahkemeler ve siyasi savunmalarla ilgili boyutları çok önemlidir ve şudur: Hayri Durmuş, eylem kararını mahkeme kürsüsünde açıklarken mealen şunları söylemişti: “Tüm ısrarlarımıza rağmen işkence ve baskılar devam etti. Mahkemelerde kendimizi savunamadık, bunun olanakları sağlanmadı, tersine hep engellendi. İşkenceyle itirafçılık dayatıldı. Bugüne kadar bu koşulların düzeltilmesini istedik ve bekledik. Mahkeme de bu sürecin bir parçasıdır. Gelinen bu koşullarda mahkemelerin, buraya gelip gitmenin bir anlamı kalmamıştır. Bugünden itibaren ölüm orucuna başlıyorum. Hiçbir talebim de yoktur.”
Hayri’nin bu açıklaması, bir durum tespitidir ve bu durumu, bunun kaynaklandığı politikayı en net ve üst düzeyde protesto etme tavrıdır. Talep belirlememe tavrı ise bir kararlılık ve sonuna kadar gitme iradesinin ortaya konulmasıdır. Yoksa eylemin gerekçesi ve bu anlamda “programı” çok nettir: İşkenceye son verin, siyasi savunma yapma hakkımızı ve olanaklarını tanıyın!
Daha sonra Hayri’nin yazdığı dilekçede bu talepler ortaya konulmuştur. Yine 7. Kolordudan yetkililer Hayrileri yattığı hücrelerde ziyaret ettiğinde taleplerini bir kez daha sorar. Hayri’nin açıklaması çok nettir: Cezaevindeki işkenceye son verin, itirafçılaştırma dayatmalarına son verin ve siyasi savunma hakkımızı tanıyın! Bu koşulları yerine getirdiğinizde biz de eylemimize son veririz!
Hayri’nin ısrarı ve önem verdiği konu, mahkemelerde siyasi savunma yapabilmekti, bunun koşullarının yaratılmasıydı. Hatta 1981 ölüm orucuna son verirken en temel gerekçesi de buydu. Kurallara uyarken, aklından geçen ve sesli olarak hepimize söylediği temel nokta yine buydu.
Ölüm orucu eyleminin ikinci gününde Hayri ve diğer arkadaşları 36. Koğuşa getirdiler. Biz 20 kadar verem hastasını 36. Koğuşta bir bakıma tecrit ve ölüme terk etmişlerdi. 36. Koğuşu, hücreler bölümlerinden biri, ölüm orucundaki arkadaşlar için düzenleyeceklerdi. Bizi henüz götürmeden önce Hayri arkadaşla kısa bir konuşmamız oldu. Bu konuşmada Hayri’nin en büyük arzusu, mahkemelerde siyasi savunma konusuydu, bunu mutlaka yapmamız gerektiği yönündeydi. Bu eylemle muhtemelen koşulların düzelebileceği, savunma koşullarının doğabileceği, bunun en iyi şekilde değerlendirilmesi gerektiği vurgularını yapmıştı. Kısa bir süre sonra bizi başka bir koğuşa götürdüler…
Hayri, Kemal, Akif ve Ali arkadaşlarımız bu büyük direnişte şehit düştüler. Sıkıyönetim ve 7. Kolordudan yetkililerin arkadaşlara verdiği söz üzerine ölüm orucu eylemi sonuçlandırıldı. Eylemin en önemli sonucu savunma hakkının elde edilmesidir. Verilen sözlere göre, cezaevinde işkence yapılmayacaktı, sosyal ve kültürel ihtiyaçlar bir baskı unsuru olarak kullanılmayacak, kimseye zorla itirafçılık dayatılmayacaktı ve siyasi savunma hakkı ve olanakları tanınacaktı. İdare, bu sözlerin büyük bölümünü 35. Koğuşta uyguladı, genelde itirafçılaştırma uygulaması da askıya alındı, işkencenin dozu da görece düştü. Ama statü olarak Esat Oktay Yıldıran’ın koyduğu statü varlığını koruyordu. Koğuşlarda işkence ve vahşet ortamı varlığını sürdürdü. Esat Oktay Yıldıran’ın da tayını başka yere çıkmış, yerine onun yardımcısı konumundaki üsteğmen Ali Osman Aydın geçti.
Savunma hakkını tanıma konusunda ikircikli bir tutumları vardı. Mahkemeler devam ediyordu, bu süreçte duruşma hâkiminin yaklaşımından bunu çıkarmak mümkündü. Her fırsatta verilen sözler hatırlatılıyor, yazılı savunma hakkımızın engellenmesi durumunda yeniden ölü orucuna geçileceği kesin bir dille vurgulanıyordu. Bu kesin kararlılığı mahkeme heyeti net bir biçimde anlamıştı. Gerçekten de 35’te ve diğer koğuşlarda bazı arkadaşlar bu doğrultuda karar almışlardı. Yazılı savunma hakkı ve olanağı ortadan kaldırılırsa yeniden ölüm orucu eylemine geçilecekti. 14 Temmuz eyleminin en önemli hedefi ve kazanımı büyük bir fedakârlık ve cesaretle savunulacaktı.
PKK Ana Davasının Esas Hakkındaki Savunması 1982 sonlarına doğru okundu. Böylece savunma aşamasına da gelinmişti. Aralık 1982’den itibaren esas hakkındaki savunmaları mahkemeye sunmaya başladık. Savunma aşamasıyla birlikte zindanda idarenin açık tehditleri, hoparlörden tüm koğuşlara hitaben yapılan tehditli konuşmalar, günlük olarak yapılan işkencelerle yazılı savunma vermekten vazgeçirilmek için hemen hemen her yol denendi. Ancak bu tehdit ve işkenceler engelleyici bir rol oynamadı. Ana Davanın, Diyarbakır, Hilvan-Siverek, Batman-Siirt ve Mardin gruplarında yazılı savunmalar verildi. İdare yazılı savunmaları, mahkeme gidişinde alıyor ve mahkeme salonunda sahibine teslim ediyordu. Yapılan anlaşma böyleydi. Bir iki istisna dışında idare bu kurala uydu. Mehmet Şener’in savunmasına el koyup vermediler, kayıp olduğu iddiasını ileri sürdüler. Bir de bu süreçte yapılan aramalarda el koydukları savunmaları vermediler.
Ben bu dönemde verem hastası arkadaşlarla birlikte önce 36. Koğuşta kalıyordum, sonra 14 Temmuz direnişçileri 36. Koğuşa alınca bizi 4. Koğuşa götürdüler. Eylemin etkisiyle o süreçte bize fazla dokunmadılar. Bu önemli bir fırsattı. Savunmaları hazırlamak için çok fazla bir zaman tanınmamıştı. 7-10 gün içinde tamamlamak gerekiyordu. Bunu bildiğimden yazacaklarımı önceden kafamda şekillendirmiştim, bunu her gün yeniden yeniden yoğuruyordum. Yazım aşamasına gelindiğinde bunları kâğıda dökmek zor değildi artık. Kimi konuları arkadaşlarla tartışmıştık. O zaman yanımızda bulunan TKP-ML’den bir arkadaşla da konuyu tartışıyor ve birçok konuda önerilerini alıyordum. Her zaman savunma yazmak olanaklı değildi. Sık sık yapılan aramalarda kâğıt ve kalem dahil savunma için her türü malzemeye el koyuyorlardı. Ayrıca yazılan her şeyi de alıp götürüyor ve karşılığında da işkence yapıyorlardı. Savcılığın Esas Hakkındaki Mütalaasının okunmasından sonra savunma aşaması başlamıştı, zindan idaresi de bu dönemde savunma yazmalara müdahale etmedi, mahkemeye de bu doğrultuda karar aldırılmıştı. Savunma yazma aşaması başladıktan sonra her şeyiyle kafamda hazır olan savunmayı yazmaya başladım. Kısa sürede yaklaşık bir hafta içinde, aralıksız çalışarak tamamladım. Benim yazdıklarımı başka arkadaşlar hemen elle temize çektiler. Temize çekilenleri sonradan yeniden okuyup eksikliklerini tamamlıyordum. Toplam 123 sayfa tuttu. Savunmalar, tutsakların iddianamedeki sırasına göre alınıyordu. Bana sıra, Aralık 1982’nin ortalarında geldi. Savunmamı 4 saatten fazla bir süre okuyarak sundum. Bazı teorik ve tarihi bilgilerin olduğu bölümleri okumadım, gücümü ekonomik kullanmak durumundaydım, verem hastasıydım, 4 saat kadar ayakta kalmak ve okumak o günkü fiziki gücümün ötesinde bir durumdu. Mahkeme dönüşünde üsteğmenin bizzat yaptığı bir işkence faslından sonra 35. Koğuşa alındım.
PKK-Merkez Komitesi üyesi sıfatıyla savunmamı hazırladım ve sundum. Savunmam sistematik bir plana oturuyordu. Ana ve alt bölümlerden oluşuyordu. Kısaca şöyle: Kısa bir giriş (girişte, politik bir hareket olan PKK’nin bir tepki hareketi değil, tarihsel, toplumsal ve siyasal temelleri olan, içinde yaşanılan dünya, bölge ve Türkiye koşularına uzanan boyutları olan, devrimci bir program, strateji ve örgütsel yapıya sahip sosyalist ve ulusal kurtuluş hareketi olduğu özetlendikten sonra savunmanın da bu görüşlerin derli toplu ve sistemli açıklanması olduğu belirtilmektedir. Yine bu giriş bölümünde genel olarak hukuk ve mahkemelerin sistemle ve var olan tarihsel ve güncel boyutları, iktidar sistemi içindeki yeri, bu bağlamda TC’de İstiklal Mahkemelerinden Sıkıyönetim Mahkemelerine kadar mahkemelerinin konumu, rolü ve pratikleri hakkında kısa bir özet yapılmış, yargılayan mahkemenin konumu bu genel perspektif içine oturtulmuştur) bölümünden sonra genel olarak aşağıdaki taslak savunmada esas alınmıştır.
A- PKK’nin içinden çıktığı dünya, bölge ve Türkiye koşulları.
1- Dünyada Durum.
a) Emperyalizm ve sömürgecilik.
b) I. Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi, sonuçları ve etkileri.
c) II. Dünya Savaşı ve sonuçları.
d) Günümüz dünyasının çelişkileri, ilişkileri ve gelişme eğilimleri. –Bütün bu gerçeklerin Kürdistan’a etkileri-
2- Ortadoğu’da Durum.
a) I. Dünya Savaşı ve Ortadoğu.
b) II. Dünya Savaşı ve Ortadoğu, Savaştan sonra meydana gelen politik gelişmeler.
c) İsrail ve Filistin çelişkisi, Filistin devrimi ve gelişeme sorunları
d) Cento gibi bölgesel paktların rolü.
e)İran Devrimi, Afganistan, ABD’nin güncel politikaları, 12 Eylül ve bu bölgesel gelişmelerle var olan bağlantıları. Bölgedeki gelişmelerin yönü ve bunun Kürdistan devrimine etkileri.
3- Türkiye’de durum.
Bu ana başlık altında cumhuriyetin kuruluşundan 12 Eylüle kadar olan tarihsel süreç irdelenmiş, 12 Eylül Cuntasının geliş nedenleri, programı, bunun 24 Ocak kararları ve Kürdistan ve Türkiye devrimci hareketlerini ezme hedefleriyle ilgili yönleri ayrıntılı incelenmiştir. Kemalizm, sömürgecilik sistemi ve devletin kuruluş ve var oluş özellikleri ortaya konulmuştur.
B- PKK’yi Ortaya Çıkaran Tarihsel, ekonomik, sosyal, kültürel ve ulusal nedenler ve etkenler.
1. Kürdistan Tarihi.
a) Köleci dönemde Kürdistan tarihi.
b) Feodal dönemde Kürdistan tarihi. I-İslam ve Kürdistan tarihi. II-11. Ve 16. Yüzyıllar arasında Kürdistan tarihi. III- Osmanlı ve İran Safevi devletleri döneminde Kürdistan tarihi.
c) Kapitalist Dönemde Kürdistan tarihi. I- 19. yüzyılda Kürdistan tarihi. II- I. Dünya savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı, Kürdistan’ın parçalanması ve yeniden sömürgeleştirilmesi süreci.
2- Güney Kürdistan tarihi ve güncel durumu.
3- Doğu Kürdistan tarihi ve güncel durumu.
4- Güney Batı Kürdistan’ın tarihi ve güncel durumu.
5- Kuzey Kürdistan’ın durumu. Cumhuriyetin kuruluşu, Kürdistan’da direnişler ve bunların bastırılması ve yeniden sömürgeleştirilmesi süreci. a) Kuzey Kürdistan’da ekonomik yapı. b) Sosyal yapı. c) Siyasal yapı. d) Kültürel yapı. e) Ulusal yapı –uluslaşma süreci ve sorunları-.
C- Kürdistan Devrimi.
Bu ana başlık altında Kürdistan devriminin dayandığı tarihsel miras, devrimin öncü ve itici güçleri, ittifakları, devrimin hedefleri, görevleri, nitelikleri, taktik ve yöntemi; asgari ve azami programı, halk savaşı stratejisinin özeti, devrimin bölge ve dünya devrimine etkileri ortaya konulmuştur.
D- Mücadelemiz.
Bu ana başlık altında PKK’nin ortaya çıkışından 1980’lere kadar olan süreç özetlenmiştir. Politik ve pratik yönleriyle bir değerlendirme yapılmıştır. Eksik ve yanlış gördüğümüz noktalar, pratikler eleştirilmiş ve bu konuda çözüm önerileri de sunulmuştur. Siverek mücadelesinde yaşanan yanlış ve eksiklikler, kadro ve örgüt politikası konusundaki politikasızlık, örgütsel yapının yazboz tahtasına çevrilmesi, bu konuda ortaya çıkan istikrarsızlık, denetim eksikliği, pratik gelişmelerin ardından sürüklenme, kitlesel büyümeye karşılık örgüt ve kadro yapısının yetersiz kalması, küçük kalan başın devleşen gövdeyi taşıyamaması gibi pratik ve örgütsel sorunlar eleştirel bir biçimde ortaya konulmuştur.
E- Kişisel durumum.
Bu başlık altında kişisel durumum Merkez Komite üyeliği bağlamında özetlenmiştir. Partinin ve mücadelenin politik sorumluğu açıkça üstlenilmiştir. Bu düzeyde bir sorumluluk üstlenmenin temel nedeni, yapılan savunmanın, söylenen sözün etkisini, inandırıcılığını ve ciddiyetini tam anlamıyla ortaya koyabilme sorumluluğunun bir gereğidir. Düşünce, inanç ve çalışmalarımdan dolayı hiçbir biçimde pişmanlık duymadığım, tersine PKK üyesi olmaktan, Kürdistan devrimci sosyalisti olmaktan kıvanç duyduğum net bir biçimde vurgulanmıştır.
F- Sonuç.
Bu son bölüm birkaç paragraftan ibarettir. PKK ve öncülük ettiği Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin haklı ve meşru olduğu, haksız ve gayrı meşru olanın Türk sömürgeciliği olduğu, mahkemelerin ve hukukun bu sistemin bir parçası olduğu, o nedenle bizi yargılama hakkına ve yetkisine sahip olmadığı, bizi ancak halkımızın ve ilerici insanlığın vicdanının yargılayabileceği, onların hakkımızdaki hükmünün ise BERAT olduğu, bu mahkemenin hakkımızda vereceği kararlarının hiçbir anlamı ve hükmünün olmadığı vurgulanmıştır.
Bu kadar ayrıntıya girmenin sıkıcı olabileceğini tahmin edebiliyorum. Yine hemen vurgulamalıyım ki, 20 yılı aşkın bir süredir düzenli yazıyorum, bu yazılarımda çok zorunlu olmadıkça kendimden söz etmedim, söz etmekten de hoşlanmam… Bu bir ilke ve tarz sorunudur, yazılarımda “tekil birinci şahsı” kullanmak yerine “çoğul birinci şahsı” kullanmayı esas aldım. Ama bu yazımın bazı bölümlerinde bu kuralımın dışına çıkmak zorunda kaldım. Bu, bir zorunluluktu. Çarpıtılan ve yanlış olarak sunulan bir bilgi ve değerlendirmenin düzeltilmesi gerekiyordu, bunu yaptım… Burada söz konusu olan kendi bireysel durumum değil, tek başına bu çok önemli değil, önemli olan değiştirilmesi ve inkâr edilmesi mümkün olmayan tarihsel bir gerçekliğin ortaya konulmasıdır. Bu kadar ayrıntıya girmenin diğer bir nedeni de şu: Tüm istem ve ısrarlarımıza rağmen bizim mahkeme savunmalarımız alınıp basılmadı. Bu savunmalarımız, şu anda TC Genelkurmayının arşivlerindedir. Bu böyledir diye bu, birilerine bunları yok sayma hakkını ve yetkisini vermez. Ancak ilginçtir, Cemil Gündoğan bu hakkı kendinde görmekte bir sakınca görmüyor.
PKK Ana Davası Savunmalarına devam etmemiz gerekiyor. Mahkemenin diğer aşamalarında üye ve asmpatizan düzeyinde siyasi tavır koyan ve sözlü savunma yapan arkadaşlar, savunama aşamasında olanak ve koşulların elverdiği ölçüde yazılı siyasi savunma yapıp mahkemeye verdiler. Diyarbakır Grubunda, Selim Çürükkaya, Mustafa Karasu, Hamit Baldemir; Hilvan-Siverek Grubunda, Muzaffer Ayata, Kemal Aktaş, Celalettin Delibaş, Hamit Kankılıç, Rıza Altun; Batman-Siirt Grubunda, Mehmet Şener, Alaattin Aktaş; Mardin Grubunda, M. Emin Keskin, Şükrü Gülmüş… İlk planda aklıma gelen bu isimlerdir.
Şu kadarını tam bir gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz: Hayri Durmuş arkadaşımızın savunmalar konusundaki duyarlılığı, bir vasiyete dönüşen tavrı geride kalan PKK tutsakları tarafından layıkıyla yerine getirilmiştir. Hem savunmalarla, hem de gerçekleştirdikleri Eylül 1983 ve Ocak 1984 Direnişleriyle… Açık ki, “Onların arzulayıp da gerçekleştiremedikleri işi, Kawa adına, elinizdeki savunma yaptı denilebilir” biçimindeki Cemil Gündoğan’ın altı boş böbürlenmelerinin hiçbir anlamı yoktur.
Bir de “Son söz” olarak bilinen bir duruşma var, ondan da söz etmemiz gerekir. 1983’ün bahar aylarında… Bu duruşmayı, tam anlamıyla bir miting platformuna dönüştürdüğümüzü vurgulamak, bir abartı olmayacaktır. Son söz yerine kürsüye siyasi savunma yapmış arkadaşlar, daha önceden hazırladıkları en veciz sözleri mahkeme heyetinin yüzüne söylemiş ve bir bakıma onları yargılamıştır.
Davamız 24 Mayıs 1983 tarihinde sonuçlandı. Kararın okunmasından sonra toplu olarak PKK ve mücadelemizi ifade eden sloganlar attık. Belli bir süre sonra Gerekçeli Karar bize iletildi. Bu aşamada altında 13 arkadaşın imzasının olduğu 230 sayfalık bir Yargıtay savunmasını yazdım. Bu savunma, Gerekçeli Karardaki suçlamalara yönelik bir cevap niteliğindeydi. Ayrıca daha önceki aşamalarda eksik bırakılan noktalar da bu savunmada tamamlandı. Savunmayı yerel mahkeme aracılığıyla göndermiştik. 1985 yılında. Bu dönemde direnişler sonucu işkence kaldırılmıştı, bu nedenle bu 13 arkadaş hakkında açılan dava sonucunda her birimize TCK’nin 159. ve 142. Maddelerinden 13 yıla varan cezalar verildi. 1991 Terör Yasasıyla 142. Madde kalkınca bu maddeden verilen cezalar da kalktı, ama 159. Maddeden verilen cezaları ek olarak çekmek durumunda kaldık. PKK Ana Davasının gelişim sürecinin en genel özeti budur.
Cemil Gündoğan, bu sürecin “sorgu aşamasını”nı yukarda belirttiğimiz iki kaynaktan özetliyor ve bırakıyor. Ya daha sonraki aşamalara ne oldu? Bunları neden görmezden geldiğini yukarıda özetlemeye çalıştık. Peki, bu bilgilere ulaşmak çok mu zordu? Hayır, sadece Gerekçeli Karara baksaydı bile “soruşturma ve araştırmasını” genişletebilirdi. Ama bunun gereğini duymamıştır. Eğer duysaydı ve bu gerçekleri yazmak durumunda kalsaydı, kitabının ana tezi ve “tarihsel fonu” tümden çökerdi…
V. Sonuç
Yukarda kısaca özetlediğimiz gibi; Cemil Gündoğan, kitabına koyduğu iddialı başlığın altını doldurmuyor. Bunun gerektirdiği duyarlılığı ve özeni göstermiyor. Dahası “Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği” başlığını kitabının ana tezine bir “dolgu malzemesi” yapıyor ve kullanıyor. Bundan dolayı gerekli araştırma ve incelemeyi yapma, ilgili tanıkları dinleme gereğini duymuyor. Oysa kitabında kullandığı üsluba bakıldığında “araştırma”, somut belgelere dayanma konusunda ne kadar duyarlı olduğunu yansıtıyor ve hissettiriyor. Oysa gerçekliği farklıdır, bunu ortaya koyduk.
Yine savunmaları zindan direniş sürecinden kopararak ve başlı başına ele alması da kitabının ana teziyle bağlantılı bir şeydir. Mazlum Doğan ve arkadaşlarının yapmak isteyip de yapamadıklarını Cemil Gündoğan yapmış ve bu da 12 Eylül döneminin “ilk siyasi savunması” imiş! Bu ana tez, ancak PKK savunmaları Zindan direnişlerinden koparıldığında belli ölçüde anlam kazanabilir. Burada inkâr edilen bir gerçeklik, gözlerden kaçırılan başka bir gerçeklik var. “Mazlum Doğan ve arkadaşlarının yapmak isteyip de yapamadıklarının” Cemil Gündoğan’ın yapmış olduğu iddiası, gerçekliğin inkârıdır. 12 Eylül döneminin ilk siyasi savunması olduğu da öyle… Bir an için var sayalım ki Cemil Gündoğan’ın yazdıkları doğru… O dönemde Elazığ cezaevi ve KAWA, çatışmanın odağındaki alan ve örgüt değildi ki! Dolayısıyla tarihsel ve politik bir etkide bulunması da mümkün değildi. Gerçekleşen tarihsel pratik de bunu tam anlamıyla doğrular. İşte burada Cemil Gündoğan’ın savunmaları, kendi tarihsel ve politik bağlamından kopararak anlatmasının nedeni de ortaya çıkıyor: Kendi kitabının ana tezini doğrulamak!
Açık ki, bir tarihi, bir dönemin tarihsel gerçeklerini bir kalem darbesiyle, “aydın uyanıklığı” ile değiştirmek mümkün değildir!
Gerçeklere saygı, tarihsel direnişlerin hakkını, eğip bükmeden, “amalar”, “ancaklar”la içini boşaltmadan teslim etmek, gerçek aydın olmanın temel koşulu değil mi? Öyleyse, “Çukur aynalara” bakmadan önce bu temel koşula özen göstermek daha sağlıklı bir tutum değil mi?
Temmuz 2008
M. Can YÜCE
——————————————————————————————————————————
EK:
V. BÖLÜM
ZİNDAN DİRENİŞİNDE MAHKEME TUTUMLARI VE SAVUNMALAR
Mahkeme tutumlarının ve savunmaların tarihsel ve siyasal önemini ve anlamını tam olarak kavrayabilmek için, faşist cuntanın mahkemelere, yargılama sürecine yüklediği rolü kısaca özetlemek gerekiyor. Daha ayrıntılı açıklaması çalışmamızın 1. Bölümünde yapıldı. O bölümde açılanların kısa bir özetini yapmakla yetineceğiz. Bu, konumuzun açılımı ve bağlantılarını vermede yardımcı olacaktır bize.
Faşist cuntanın mahkemelere yansıyan vahşetten beklentileri kısaca şöyle özetlenebilir:
Yargılamaları faşist cuntanın amaçları doğrultusunda yürütmek, yönlendirmek ve sonuçlandırmak. Bu, en başta gelen beklentidir. İkincisi, siyasal savunma yapmayı tamamen olanaksızlaştırmak, davanın, halkın sesini boğmak; böylece PKK davasını istediği türde kamuoyuna yansıtabilmek. Üçüncüsü, mahkeme kürsülerinin devrim kürsüsü haline gelmesini önleme amacına paralel olarak, bu kürsüyü karşı-devrim propagandasının yapıldığı, ihanetin ve uşaklığın yayıldığı bir kürsüye dönüştürmek. Ve en son olarak, zindanlarda boyutlanan ihaneti, mahkeme kürsülerinde doruklandırıp ulusal imha politikasının etkin aracı haline getirmek.
Görüldüğü gibi, mahkemelere ve yargılanmalara özel bir rol yüklenmiş. Bundan dolayı, PKK savaş tutsaklarının mahkemelerdeki tavırları ve savunma sorununa yaklaşımları da özel bir önem kazanıyor. Bu, tarihsel anlamda bir rol ve durumdur. Ancak, mahkemelerdeki tutumumuzu belirleyen etken, faşist cuntanın zindan politikası değildir sadece. Sömürgeci egemenliğin bir kurumu olarak, yüklendiği rol, bundan kaynaklanan karşı-devrimci işlev de vurgulanmalıdır. Diğer bir deyişle ulusal imha süreci çok vahşi boyutlar kazanmasa da, yargılanma sürecinde devrimcilerin yapması kaçınılmaz olan görevler var.
Bu, aynı zamanda sınıf mücadelelerinde, devrimci pratiklerde yaratılmış bir gelenek… Gerçi, Kürdistan’da diğer alanlarda olduğu gibi, bu alanda da bir gelenek, miras yoktu. Ama uluslararası devrimci mücadelenin gelenekleri bizim için de derslerle doludur. Aldığımız ders, mahkemeleri devrim kürsüleri haline getirmektir. Tarihte önemli davalara baktığımızda mahkemelerin sınıf mücadelesinin önemli bir odağı haline geldiğini görürüz: Özellikle belli dönemeçlerde çok büyük önem kazanırlar. Leipzig duruşmaları anılardadır. Komünizmi ve devrimci mücadeleyi gözden düşürme aracı olarak kullanmak isteyen Alman faşist mahkemesi, Dimitrov tarafından faşizmin yargılanıp mahkûm edildiği, komünizm ideallerinin yüceltildiği, düşmanın pençesinde bile devrimci kararlılık ve cesaretin haykırıldığı bir kursu durumuna getirildi. Leipzig duruşmaları faşizm için büyük bir tokat oldu. Planlanan tezgâh ve komplo tersine döndürüldü. Dimitrov’un savunmasının tarihsel ve siyasal anlamını ve önemini uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Biliniyor çünkü.
Mahkemeler gerçek savaş alanları gibidir. Düşman taraflar dolaysız bir ilişki içindedirler, yüz yüze, karşı karşıyadırlar. Taraflardan biri her türlü baskı ve şiddet araçlarına sahiptir. Ötekisi ise tutsaktır, düşünceleri, inançları, cesaretleri, iradeleri, davaya bağlılığı ve sorumluluk duyguları vb. en önemli ve güçlü silahlarıdır. Tutsak alan taraf, bir davayı, bir mücadeleyi tutsak veya tutsaklar şahsında yargılayıp mahkûm etmek ister, yargılayan güçtür. Tutsak ise yargılanan değil, yargılayan olmak zorundadır, görevi budur. Yargılayanın yargılanması büyük bir çatışma anlamına gelir. Bu savaş alanında kim kazanacak sorusu önem kazanıyor. Taraflar kazanmak için bütün güçlerini ortaya koymaya çalışırlar, bütün saldırı veya/ve savunma silahlarını ateşlemeye başlarlar. Belli dönemlerde, mahkemelerin sınıf kavgasının çok önemli odağı durumuna geldiği dönemlerde bu savaşın önemi çok daha artıyor. Yargılayan karşısında yargılama sürecinde, can telaşına kapılmak, bireysel kaygılarla hareket etmek, peşinen yargılanmayı kabullenmektir, biçilen hükme boyun eğmek anlamına gelir. Oysa düşman karşısında, onun gözünün içine baka baka yargılamayı tersine çevirme becerisi, kararlılığı ve cesaretini göstermek, bunu bilinçlice yapabilmek, başarıya koşmaktır. Genel mücadeleye muazzam bir etkide bulunmak anlamına geliyor.
En genel anlamda mahkemeler, sınıf mücadelesinin sürdüğü alanlardan biridir, oradaki çabalar ve tavırlar, geneli tanımlayan bir öğesidir. Dolayısıyla, devrimci tutsaklar için önemli bir işleyişe sahiptir.
Bu genel-geçer doğrular Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi için çok daha geçerlidir.
Bizden önce, Kürdistan’da siyasal nitellikli davalar, yargılanmalar olmuştur. Ancak fazla olumlu iz bıraktıkları söylenemez; hep bu alanda kazanan düşman olmuştur. Şeyh Sait yargılanmaları örnek verilebilir. Bir avuç insan dışında pişmanlıklar vb. tutumlar alınmıştır. Bunun olumsuz etkisini de açmaya gerek yok. “Yaşasın Hür Kürdistan Mefkûresi” sloganları da haykırılmış bu yargılanmalarda, ancak bu haykırışlar oldukça cılızdır, toplumda ve dünyada yankı bulamaz. O tarihsel koşullarda başka türlü olmasını beklemek de hayalciliktir. Daha sonra DDKO yargılanmaları var. Bilinen yapısı ve niteliğiyle bunun da bir iz bırakması, etkide bulunması mümkün değildir. Bu tarihsel gerçekliklerden ötürü PKK yargılanmaları, Kürdistan tarihinde en önemli dava olma özelliğine sahipti. Gündeme geldiği dönem ise, Kürdistan devrimini ezmeyi-imha etmeyi önüne birincil bir görev koymuş 12 Eylül dönemidir. Bu noktada, olayın siyasal ve tarihsel boyutlarının günceldeki çakışması, örtüşmesi söz konusudur, bu da önemini daha da arttırıyor. Bu nedenle salt tarihe, genç kuşaklara, güncel mücadeleye, doğru-devrimci bir gelenek, mücadele anlayışı sunmak değil görevimiz, bununla birlikte esas olarak, bir devrimin tasfiyesi rolünü üstlenmiş faşist sömürgeci yargılamayı boşa çıkarmak, tersine çevirmek, davayı yüceltmenin bir aracına dönüştürmektir. Bu alanda da “ilki” başarmak bir tercih değil, kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu “zor”u başarmak bizim için büyük bir onurdu.
Henüz 12 Eylül gelmeden savunma hazırlıklarına başlandı. Mahkeme tavırları saptandı. Özellikle belirtmek gerekir ki, Hayri yoldaşın bu konuda özel bir çabası vardı, büyük bir önem veriyordu buna. Dolayısıyla mahkeme tavırları, bu konuda arkadaşların eğitimi vb. çok önceden başlatıldı. Kimlerin, hangi ölçülere sahip arkadaşların siyasi savunma yapabileceği en genel çizgileriyle belirlenmişti. Ana davada yapılacak siyasi savunmanın planı da M. Hayri ve Mazlum yoldaşlar tarafından, diğer arkadaşların görüşleri alınarak yapılmıştı.
Mahkemelerdeki tutumun önemini arttıran diğer bir etken ise, denilebilir ki, o dönemde Ortadoğu’nun yargılanan insan sayısı bakımından en büyük davası olması idi. Dolayısıyla iç ve dış kamuoyunun, dost ve düşman güçlerin dikkatleri üzerimizdeydi. Bu olgu, sınava daha büyük bir sorumluluk ve ciddiyetle eğilmemizi dayatıyordu.
Sömürgeciliğin, 12 Eylül’ün teşhiri, yargılanıp mahkûm edilmesi; Kürdistan ulusal kurtuluşunun yüz yüze bulunduğu karşı-devrimci komplo ve oyunların açığa çıkarılması, kısacası mahkeme kürsülerini devrim kürsüsü haline getirmenin bir parçası olarak, Kürdistan devriminin ve kaydettiği pratik gelişmelerin düşmanın yüzüne karşı anlatılması, kararlıca savunulması, öteden beri tek yanlı bir şartlanmanın sonucu oluşan yanlış imaj ve önyargıların giderilmesinde katkıda bulunacaktı. Yani dost ve düşman güçler bizi daha iyi tanıma olanağına kavuşmuş olacaklardı.
Evet, mahkemelere, mahkemedeki tavır ve siyasal savunmaya büyük bir önem veriyorduk. Bu yaklaşımımız, özet olarak, ulusal kurtuluş kavgasının yüceltilmesi, sömürgeci egemenliğin teşhir edilerek yargılanması, yargılayanın sanık sandalyesine oturtulması tutumu olarak somutlanabilir. Düşman bizim şahsımızda bir halkı, soylu bir davayı, halkımızın geleceğini yargılamak ve mahkûm etmek istiyordu. Devrimci mücadeleyi yaşamın her alanında geliştirmek ve yükseltmek ilkesinin gereği de bundan başkası olamaz!
Mahkemelerde devrimci tavır ve siyasi savunmalar bizim için bir ilke sorunuydu, tarihsel ve güncel görevlerin dayattığı kaçınılmaz-ertelenemez pratik tutum sorunuydu. Ve bu görevi başarıyla yerine getirmek durumundaydık. 12 Eylül, bu görevi daha da yakıcı ve kapsamlı hale getirdi. Çünkü zindan politikası, yargılamalar sürecinde ciddi-tehlikeli roller üstlenmiş bulunuyordu. Bütün bu politika ve beklentilerin teşhir edilip boşa çıkarılması yaşamsal önemdeydi.
Bilindiği gibi, PKK ana davası 1981 Direnişi içinde açıldı. Bu dönemde mahkeme tavırlarının direniş içindeki rolünü yukarıda özetlemeye çalıştık, yenilemeye gerek yok. Esas olarak yenilgi-teslimiyet statüsü altında mahkemeler ve savunmalar konusuna ve bunun üstlendiği siyasal direnişçi role değinmemiz gerekiyor.
Cezaevinde teslim olma, kurallara uyma (ideolojik-inanç düzeyini kapsamasa da) durumu başat olunca mahkemeler, direnişin en sıcak, en açık ve en fırtınalı odağı konumuna geldi. Mahkeme tavırlarının ikili, birbiriyle çok sıkı bağlantı içinde, hatta iç içe olan ikili bir işlevi vardı. Biri, klasik-gelenekselleşmiş rolü, karşı-devrimi teşhir, devrimi savunma… Bu, her koşulda yerine getirilmesi gereken bir görevdir. İkinci rol, birincisiyle iç içedir. Yenilgiye uğrayan direnişi kesintiye uğratmamak, yani ihanetin ve teslimiyetin kurumlaşmasının önüne setler örmek! Dolayısıyla bu aynı zamanda klasik görevin başarılması da oluyor. Mahkemedeki devrimci tutum, bu anlamda, salt klasik görevin yerine getirilmesi olarak algılanamaz. Çok daha kapsamlı, çok daha büyük tehlikeleri açığa çıkarıcı, direniş ateşini canlandırıcı bir dinamik role sahiptir. Başka bir ifadeyle normal zamanlarda görülen davalarda, yargılama süreçlerinde takınılan devrimci tavırla, olağanüstü ve açık ulusal imha politikasının vahşet boyutlarında dayatıldığı koşullarda mahkemede geliştirilen devimci tutum aynı kapsama sahip değildir. İkincisi daha zengin bir kapsama ve güncel pratik siyasal öneme sahiptir. Her iki taraf- yargılayan ve yargılanan- için de durum budur.
Dolayısıyla, PKK savaş tutsaklarının yenilgi koşullarında tüm güçleriyle ve her türlü özveriyi göze alarak, mahkemelerde devrimci direnişi yükseltmeleri ve bunda ısrarlı davranmaları anlaşılır bir şeydir. Cezaevinde yenilen, kurallara uyan PKK savaş tutsaklarının mahkemelerde direnişi en açık, en kesin ve cesur bir tarzda yükseltmeleri ilk başta, görüntüde çelişki gibi görünebilir. Aldatıcı olmamalıdır. Şuna benzetilebilir: Ülkesinin işgali karşısında yenilen ve dağılan düzenli ordunun en seçkin birliklerinin veya savaşçılarının ülkenin belirli yerlerinde –bu stratejik yerlerdir- gerilla savaşı silahına ısrarla, inatla sarılıp sürdürmeleridir. O noktada yoğunlaşmaları ve direnişi her alana yayıp egemen duruma getirme çalışmaları doğaldır, söz konusu alanları direniş odağı ve dinamiği gibi değerlendirmeleri doğaldır.
Bizde de yapılan budur. Yargılamaların başlamasından sonra başta önderlerimiz (Hayri, Kemal ve Mazlum) olmak üzere, parti kadroları ve savaşçıları, taraftarları mahkemeleri devrim mücadelesinin, devrimci direnişçiliğin önemli bir odağı olarak ele alıp değerlendirdiler. Bunun için her türlü tehlikeyi göze aldılar, hiçbir bireysel kaygıya (fazla ceza alma gibi) kapılmadılar. Çok kısıtlı ve çoğu kez engellenen/gasp edilen savunma hakkını kullanabilmek, direniş dalgasını canlı tutup yayabilmek için her türlü fırsatı ve olanağı değerlendirmeye çalıştılar. Abartmaksızın söylenebilir ki, yazılan bir tarihti, savunmalar, mahkeme tutanakları, bu tarihin somut belgeleridir. Onlarca insan, avukat, dinleyici vb. bu canlı tarihin tanıklarıydı.
PKK’ye yönelik her türlü saldırı, çarpıtma, yanlış gösterme, karalama çabaları boşa çıkarıldı; yerine gerçekler, davanın haklılığı, zafere olan inanç dile getirildi. Güncel işkenceler, halkımızın başına örülmek istenen kara tezgâh açığa çıkarıldı, zindan vahşeti teşhir edildi, yapılanların duvarların berisinde yitip gitmesi önlendi böylece. Her duruşma ulusal kurtuluşçu güçlerle sömürgeci-faşist güçlerin bir boy gösterisine, açık savaş alanına dönüştü. Bütün bunların en zor, en kötü ve olumsuz koşullarda gerçekleştiği düşünülürse, olayın önemi daha iyi anlaşılır. Ve bu devrimci tavırlar karşısında faşist cuntanın zindan ve yargılama politikası hedefine ulaşamıyordu.
Evet, mahkemeler, yenilgi koşullarda devrimci-direnişçiliğin en canlı, en yoğun ve en açık odaklarıydı, dedik. Aynı dönemde mahkeme tavırları ve savunmalar, zindan, tutsaklar arasında direnişçi duyguların, partiye ve onun çizgisine bağlılığın canlı tutulmasında, yaşatılmasında bir tutamak, bir dinamik rol de oynuyordu. Örneğin, mahkeme dönüşü, koğuşa gelen arkadaşların etrafı sarılır, mahkemede olup-bitenler, sergilenen devrimci tavırlar, özellikle Hayri, Mazlum ve Kemal yoldaşların önder tavırları sorulur. “Mahkemeciler” de her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatırlar. Mahkemedeki tavırlar ve devrimci savunmalar, arkadaşlar arasında, sevinç, umut ve güven duygularının diri tutulmasında büyük bir rol oynar. Düşmanın dayatmaları, işkenceleri, saldırıları karşısında, bu devrimci tavırlar moral tazeleme işlevini gördü. Yenilen, ama umut ve inançlarını yitirmeyen tutsakları, partiye, devrime bağlılıklarını sürdürdülerse bunda, mahkemedeki devrimci tavırların rolü büyük olmuştur.
Koğuşların birbiriyle tam anlamıyla tecrit edildiği düşünüldüğünde, mahkemelerin ek bir görev daha yerine getirdiği rahatlıkla anlaşılır. Ama gidiş-gelişlerinde kurulan canlı organik ilişkilerden söz etmiyoruz sadece. Aynı zamanda mahkeme kürsülerinde iletilen mesaj, direnişin örgütlenmesinde belli bir etkide bulunmuştur. Hangi tavırların alınacağı ve geliştirileceği, mahkeme kürsülerinde kendini dışa vuruyordu. Ve savaş tutsakları o mesajı alıp değerlendirmekte gecikmezlerdi. Kısacası, tecridi aşmada, direnişin örgütlendirilmesinde, anlamının vurgulanmasında mahkeme tavırları hatırı sayılır bir rol oynadı.
Öte yandan, mahkeme tavırları ve savunmalar, dışarıya, dünyaya açılan pencerelerimizdi. Sesimizi, direnişimizi, varlığımızı, kavgamızı mahkemedeki savunmalarımızla dünyaya duyurabiliyorduk. Bunun dışındaki bütün iletişim yolları tıkatılmıştı, tam anlamıyla dünyadan tecrit edilmiştik.
İtirafların dayatıldığı dönemde mahkemedeki tavırlar, savunmalar daha büyük bir önem kazandı. Zindanda ihanet ettirilmiş, itirafçı haline getirilmiş unsurlar, saatlerce mahkeme kürsülerinde, partimize, ulusal kurtuluş davamıza, sosyalizme küfür ediyor, tam anlamıyla karalama çabası içine giriyorlardı. Bu, faşist cuntanın zindan politikasının en son halkası oluyordu artık. Bu noktada itiraf ve ihanet politikasını açığa çıkarmak, onun karşısına devrimci bir set dikmek yaşamsal önemdeydi. Çok kısıtlı olanaklar ve insanüstü çabalarla, itiraflar, itirafçılar ve bu doğrultudaki politika teşhir edildi, alınması gereken devrimci tavır tüm çıplaklığıyla ortaya konuldu. Bu, mahkeme kürsülerindeki kavganın yeni bir aşamaya, denilebilir ki, en son, belirleyici aşamaya geldiğini vurguluyordu. O halde son vuruşlar iyi ve öldürücü olmalıydı. Öyle de oldu. İtirafçılara karşı önderlerimiz önderliğinde, mahkeme kürsüleri devrimin sesi, inanç, kararlılık, partiye bağlılık vb. değerlerin yüceltildiği bir platform haline getirildi. İtirafçıların zavallılıkları, bireyci düşkünlükleri, iflasları ve satılık uşaklıkları teşhir edildi; onların ve faşist-sömürgeciliğin erken sevinçleri kursaklarına tıkatıldı.
Bu dönemde, itiraflara karşı mücadelenin yoğunlaşmasına paralel olarak, saflar da netleşmeye başladı. Daha önce savunma yapıp yapmamada tereddüt edenler, itiraf dayatmalarına karşı geliştirilen kararlı direnişle, ikircikli-tereddütlü tutumlarını netleştirdiler ve açıkça direnişten yana tavır belirlediler. Bu dönemde yaşanan mahkeme pratikleri, genel zindan direnişleri açısından ayrıştırıcı, netleştirici ve toparlayıcı bir rol oynadı.Bu da doğaldı, çünkü faşist cuntanın zindan politikası itiraflar döneminde kendini en üst düzeyde dayattı ve bu da mahkemelerde en net ve somut biçimde gösterdi. Başka bir deyişle, bu dönemde mahkemeler, itiraf politikasıyla devimci direnişçi politikanın en yoğun ve en üst düzeyde kavgaya tutuştuğu odak olmuştu. Siyasi savunmalar ve özel olarak itirafa karşı mahkeme kürsülerinin devrimci platforma dönüştürülmesi tutumu, itiraf politikasının erkenden açığa çıkarılması, teşhir ve etkisiz kılınmasında ilk devrimci araç oldu. Faşist cuntacıların zavallı piyonları olan itirafçılar, ilk önce mahkemelerdeki devrimci barikata tosladılar. Öyle bir tosladılar ki, bir daha kendilerine gelemediler. Ve geliştirilen eylemlerle bu alanda püskürtüldüler.
Toparlayacak olursak, mahkeme tavırları ve siyasi savunmaların tarihsel ve siyasal önemi ve anlamı hakkında topluca şunlar söylenebilir:
Birincisi, siyasi savunmaların, genel olarak Türk sömürgeciliğinin ve diğer emperyalist gerici güçlerin ülkemiz ve halkımız üzerinde uygulayageldikleri politik baskı ve ekonomik sömürüsü bütün yönleriyle teşhir edilerek mahkûm edildi. Özel olarak, faşist sömürgeci cuntanın 12 Eylülle birlikte, ülkemiz ve halkımız üzerinde geliştirdiği özel imha politikası, vahşi uygulamaları ve bu bağlamda zindanlara yansıyan biçimleri teşhir edildi. Ve böylece yargılayanlar yargılandı.
İkincisi, birincisine bağlıdır ve onun bir sonucudur. Özel olarak 12 Eylül faşizminin ve işkencenin, zulmün açığa çıkarılmasında, kamuoyuna duyurulmasında, bu konuda belli bir kamuoyunun oluşmasında ve böylece faşist cuntanın teşhir ve tecridinde, siyasal savunmalar ve mahkeme direnişleri önemli bir rol oynadı. Yani, faşist cuntanın eli-kolu bağlı dört duvar arasındaki tutsaklar üzerinde uyguladığı işkence ve zulüm yanına kâr kalmadı, tüm gizleme ve dört duvar içine hapsetme çabaları tutmadı, mahkemelerdeki kararlı ve özverili tavırlarla dünyaya duyuruldu ve mesaj gerekli yankısını bulmakta gecikmedi.
Üçüncüsü, yine birinci noktaya bağlıdır ve o bağlam içinde de değerlendirilebilir. Siyasal savunmalar, teslimiyet ve itiraf (ihanet) biçiminde somutlanan faşist cuntanın ulusal imha politikasının önüne dikilen en önemli devrimci barikatlardan biridir. Sömürgeciler ve itirafçılar, mahkeme kürsülerini topluma ihaneti yayan, uşaklığı öğütleyen bir kürsü haline getiremediler, halkımızın ulusal kurtuluş umudunu böylelikle söndüremediler. Bu başarının bileşenlerinden biri de mahkemelerdeki siyasal savunmalardır. Mahkemeler, ulusal kurtuluş davasının savunulduğu, faşist-sömürgeciliğin sanık sandalyesine oturtulduğu bir platform yapıldı. Hem de cuntanın tek egemen güç olarak, tüm muhalefet odaklarını susturduğu veya etkisizleştirdiği, en rahat saltanat günlerini yaşadığı bir dönemde.
Dördüncüsü, yenilgi koşullarında, mahkeme tavırları ve siyasi savunmalar çok önemli bir rol üstlendiler. Direniş ruhu ve çizgisinin canlı tutulması, teslimiyet ve ihanete karşı bir direniş odağının yaratılıp yaşatılması o koşullarda yaşamsal önemdeydi. Mahkeme savunmaları bu rolü oynadı. Yenilgi koşullarında direnişin sönmesi, kesintiye uğraması ve böylece düşmanın kesin bir zafer kazanması önlenebildiyse, bu başarıda mahkeme tavırlarının yenilgi koşullarında çok önemli bir payı olmuştur. Yenilgi koşullarında mahkemeler direnişin odağı durumundaydı.
Beşincisi, dördüncü noktaya bağlıdır. Mahkeme tavırları ve savunmalar, 1981’de yenilgiye uğrayan zindan direnişimiz ile daha sonra gelişecek görkemli direnişlerimiz arasında bir köprü rolü oynadı. Bu, direnişin sürekliliği ve kesintisizliğini de vurgular. Dün ile bugün arasında köprü olabilmek, bunu vahşet koşullarında başarmak önemlidir. 1981 Direnişi ile diğer direnişlerimiz arasındaki bağı göremeyenler, mahkeme tavırlarının siyasal rolünü kavramamış olanlardır. 1981 Direnişi, Mazlum’a ve diğer görkemli direnişlere mahkeme direnişiyle uzanılabildi. İşte mahkeme savunmaları diğer rollerin yanı sıra, dünle gelecek arasında böyle bir köprü işlevini görmüştür.
Altıncısı, bütün bu noktaların somut olarak gösterdiği gibi, “Yargılama kürsülerini devrimci bir platforma dönüştürme” ilkesi ve geleneği, PKK savaş tutsaklarının devrimci pratiğinde etkin uygulamasını bulmuştur. Tutsak olmanın getirdiği ve kaçınılmaz kıldığı bir devrimci görevdir bu.
Yedincisi, bütün bu noktaların birleşik bir sonucu olarak, genelde zindan direnişi, özelde mahkeme savunmaları ve mahkeme kürsülerinde gösterilen devrimci-militan tavır, PKK’nin ne olup olmadığını dosta düşmana gösterdi. Öteden beri kimliğimiz ve mücadelemiz hakkında çeşitli çevrelerce yapılan spekülasyon, yaratılmaya çalışılan imaj ve önyargılar yanıtını mahkeme tavır ve savunmalarımızda bulmuş oldu.
Görüldüğü gibi, özel olarak mahkeme savunmalarının ulusal kurtuluş mücadelemizde ve özelde zindan direnişinde hatırı sayılır bir yeri vardır. Bu alanda, mücadelemize ve genç kuşaklara belli bir miras ve yararlanabilecekleri bir tecrübe birikiminin sunulduğunu tam bir gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz.
(Mehmet Can Yüce, 12 Eylül Sömürgeci-Faşist Rejimine Karşı DİYARBAKIR ZİNDAN DİRENİŞİ –Direniş Eylemleri, Anlamı ve Sonuçları, Weşanên Serxwebûn, Ocak 1991, Birinci Baskı.
Sayfa: 107-115)
————————————————————————————————————————