Özgürlük istemi ile tapınma kültürü ve ayinleri; onurlu duruş ile kendisine ikinci sınıf uygulamasını reva görme; direnişle teslimiyet; aydınlanma ile yanılsama ve
daha sayabileceğimiz çok sayıda karşıt uç, aynı halk gerçekliğinde varsa ve bu, günlük olarak yaşanıyorsa buna ne demeli? Bunu nasıl açıklamalı? İlk başta “Paradokslar bütünü” veya “Paradokslar karmaşaşası” denilebilir! Ama bu kavramlar, tek başına gerçekliği açıklamaya yeter mi?
Sadece halk gerçekliği açısından değil, kendisini “Özgürlük hareketi”, “Özgürlük savaşçısı” olarak tanımlayanlar için de aynı tanımlar geçerlidir!
Dağa özgürlük ve bağımsızlık aşkıyla çıkıyor, bunun için her şeyini veriyor! Ama dağın başında, bir taşın üstüne çömelerek dağların yükseltilerini izler ve ciğerlerinin derinliklerine temiz havayı çekerken, görece özgürlüğün havasını solurken şu soruyu sorma gereğini duyuyor mu? “Gerçekten ben, biz özgürlük ve bağımsızlık için mi savaşıyoruz?” “Demokratik Cumhuriyet”, “Demokratik özerklik” ile bağımsızlık ve özgürlük, tam anlamıyla kendi kaderimiz ve yaşamımız üzerinde söz ve karar söyleme hakkını elde etme durumu ne kadar ve nasıl bağdaşabiliyor?”
Peki, özgürlük için mücadeleye katılan biri, gerçekte ne niçin mücadele ettiğini bilmiyorsa, bu, kendisini hiç ilgilendirmiyorsa, bu, nasıl bir özgürlük savaşçılığıdır? Bu kayıtsızlığı, bu kendi emeğine, mücadelesine ve yaşamına hoyratça ve sorumsuzca yaklaşımı nasıl açıklamak gerekir? Bu, nasıl bir ruh ve bilinç halidir?
Özgürlük, her şeyden önce kendinin ve kendi eyleminin bilinci değil mi? Özgürlük istemi ve tutkusuyla derin yanılsama ve kendi gerçekliğine ve eylemine hoyratça kayıtsızlık, aynı kişilikte aynı anda ete kemiğe bürünmüş ve çelişik bir bütünü anlatıyorsa, bu çelişik bütünü, nasıl anlatmak ve tanımlamak gerekir? Bu durumdaki bir kişi veya halk için bu, bir trajedi değilse nedir?
Ne yazık, Kuzey Kürdistan halkı, onun özgürlüğü ve bağımsızlığı için her şeylerini ortaya koyan gençlerimiz, derin özgürlük ihtiyacı ve arayışı içinde olan kadınlar, büyük bir paradoks yaşamaktadırlar. İstem ve tutkularıyla somut eylem programı ve çizgileriyle yaşadıkları uzlaşmaz çelişkinin trajedisidir bu!
Özgürlük istemi, eleştirel akıl süreciyle devam ettiğinde bir anlam kazanır ve özgürlük, bir istem ve tutku olmaktan gerçek bir eyleme dönüşür! Ama özgürlük istemi tutkulu bir tapınmaya dönüştüğünde orada artık özgürleşme eylemi ve sürecinden söz etmek mümkün olur mu?
Kendisini “Özgür kadın” olarak tanımlayan, onu parti olarak adlandıran bir grup, özgür düşüncelerini, eleştirel akıllarını, özgürlük ruhlarını ellerinden alan birine ve onun sistemine tapınıyorsa, buna ne demeli? Bu tapınmayı “varlığımızın biricik gerekçesi” olarak dile getiriyorlarsa, bunu, nasıl açıklamalı? Peki, varlıklarının “Biricik gerekçesi” olarak tanımlanan, tapınan kimdir, ne savunur, ne eyler? Kendisini teslim alan sorgucularına ilk sözü “Fırsat verilirse devlete hizmeteye hazırım” olan, bunu mahkemede tarihin kayıtlarına geçiren, daha öncesi bir yana, o günden bu yana verdiği bu söz doğrultusunda programlar ve “yeni stratejiler” dayatan, sistematik bir Kemalizm övgüsüyle resmi çizgiyi ve kültürü Kürtlerin bilinçlerine ve ruhlarının derinliklerine empoze etmeye çalışan bir “Tanrı-önder”!
Salt bu kadar değil. Tapınmanın bir ölçüsü ve sınırı yok! Sözünü ettiğimiz “Özgür Kadın Partisi”, onun annesini de “Kutsallar” arasına almaktan geri durmamaktadır! Söyler misiniz, Üveyş Öcalan’ın Abdullah, Osman, Mehmet, Havva ve diğerlerini doğurmaktan öte hangi özelliği var? 12 Eylül karanlığında zindan ve işkence kapılarında direnen, sayısız fedakârlık gösteren, hiçbir zorbalığa boyun eğmeyen onlarca direnişçi ana varken, Üveyş Öcalan’a, 10. Ölüm yıl dönümünde “Kutsallık” payesini biçmek traji komik bir tapınma değilse nedir? Bunu özgürlük adına yapmak, ilkel bir ayinden başka bir şey değildir!
Küçük bir hatırlatma daha, oğlu Öcalan’a boğun eğmediği için, dahası onun iktidar sistemini teşhir etmeye çalıştığı için “hain” ilan edilen Mehmet ŞENER’in annesi “Kör” Saliha ve onun gibi onlarcası, bugün ismi hiçbir yerde anılmayan o “Kahramanlık döneminin” gerçek kahramanları, zindan kapılarında bizimle birlikte direnirken, bizim “dışarıya” açılan sesimiz ve soluğumuz olurken, Üveyş “Ana” ne yapıyordu? Oturduğu kasabada Hürriyet gibi gazetelere oğluna hakaretler yağdıran, teslim olmaya davet eden “demeçler” veriyordu. Kuşkusuz bu demeçlerin uydurma, zorlama ve çarpıtma yönleri olmakla birlikte onun adına yapılıyordu. Hadi onları geçelim; sıradan ve sessiz yaşamın içinde gün dolduruyordu! Kuşkusuz bu, sıradan bir köylü için suç ve hata değil! Ama kutsallık atfedilecek bir “yücelik” mi? Peki, bugün “Kutsallık” atfedilerek “minnet borcu” duyulan “Ana”, bu demeçler karşısında ne yapıyor, ne yaptırıyordu? Yoksa siz, tarihi kör, sağır; sadece kendi zırva hurafelerinizden ibaret mi sanıyorsunuz?
Burada vurgulamak istediğimiz, sıradan bir köylü kadını eleştirmek veya başka bir yere koymak değildir. Burada yapmaya çalıştığımız, sıradan bir köylü kadınının, hiçbir özelliği olmayan bir ananın kutsallık atfedilerek yere göğe sığdırılmaması ilkelliğini bir ölçüde gösterebilmektir! Gerçekten minnet duyulması gereken gerçek direnişçiler ve kahramanlar mı arıyorsunuz, o zaman, adil ve vicdanlı olun; “Sezar’ın hakkı Sezar’a” deme cesaretini ve gücünü gösterin!
Kürt halkı her açıdan mücadele ediyor. Kimi kesintilerle birlikte son iki yüz yıllık tarihi bunun kanıtıdır. Son otuz yılda ise kimi zaman gerileme, dalgalanmalara rağmen kesintisiz bir biçimde direnişini sürdürmektedir. Bu tarihi gerçeklik, Kürt halkının yabancı egemenliğin hiçbir biçimiyle barışık yaşamayacağını gösteren bir olgudur! Bu, sadece tarihsel bir olgu değil, aynı zamanda güncel pratikte doğrulanan, yaşanan bir olgudur! Bu, aynı zamanda, Kürdistan devrimci dinamiğini anlatmaktadır!
Bu ne kadar gerçeklikse, halkımızın başka boyutları olduğu da başka bir gerçekliktir. Halk gerçekliğimizin başka boyutları da var. Yabancı güce karşı direniş ile en genel anlamda güç karşında boyun eğişçi duruş, giderek güce tapınma, “gerçek” ve “resmi” görüşlere sahip olma, yerine ve zamanına göre bu ikisinden birine başvurma durumu, bütün bunların dinsel, aşiretsel-feodal kültürle iç içe geçmesi ve yurtseverlik duygularıyla derin bir yanılsamaya, paradoksal bir bütüne dönüştürülmesi, aynı anda hem yurtseverlik duygularıyla hareket etme, hem de bu yanılsamanın etkisiyle direndiği güçlerin düzenine kabul edilme programına hizmet eden bir sürecin içinde olması… Bütün bunlar, Kuzey Kürdistan halkının gerçekliğini anlatan kimi önemli çizgiler olmaktadır!
4 Nisan’da A. Öcalan’ın köyüne bir yürüyüş gerçekleşti. Bu yürüyüşe binlerce insan katıldı. Yürüyüş örgütlü ve hazırlıkları önceden yapılan bir yürüyüştü. Başka eylemlerde de Öcalan lehinde sloganlar atılmaktadır. Bunlara bakarak Kürt halkının önemli bir bölümü Öcalan ve İmralı çizgisini onaylıyor gibi bir sonuç çıkarılabilir mi? Buna ikili bir yanıt vermek gerekir: Hem evet, hem de hayır! Simgesel olarak evet, çünkü on yıllardır, PKK öncülüğünde verilen mücadele onun bütün kazanımları bir kişinin adıyla özdeşleştirilmiştir. Bu, bir yanılsama ve tapınma kültürüne, gelinen noktada ilkel bir külte dönüştürülmüştür! Yıllardır tek yanlı bu ideolojik ve ruhsal teslim alma süreci bir örgüt-iktidar gücüne dayandırılmıştır; bu, aynı zamanda kendisi dışındakilerin, kendilerine karşı duranların “düşman”, “hain” yaftasıyla etkisizleştirilmesi çizgisi ve kültürüyle birlikte yol almıştır! Dün, ulusal istemler ve mücadele ile özdeşleşen kişi, İmralı süreciyle birlikte söz ve eylemiyle açık ve tartışmaya yer vermeyecek kadar net bir biçimde devlete hizmet çizgisini sürdürdüğünü, düzene kabul edilme ve kimi kültürel kırıntılar karşılığında “Kürt sorununun nihai olarak çözüleceğini” dile getiren bir figür olduğunu kanıtlamaktadır! Peki, gerçekliğin doğru bilinciyle hurafe, güce tapınma, iktidar olanakları ile oluşan yanılsama ve karmaşık düşünsel ruhsal duruşun bu kadar karıştırıldığı bir süreçte gerçek anlamda bu, bir “halkın irade beyanıdır” demek gerçeklerle alay etmek değilse nedir? Newroz gösterilerinde Öcalan lehine olan sloganlarla “Özgür Kürdistan” sloganları birlikte atılıyordu. Birincisi, özgür Kürdistan’a, bağımsızlık ve özgürlük istemlerine karşı olduğunu her fırsatta dile getiriyor, yine sistematik olarak Kemalizm övgüsünü yapıyor, halkımızın bilincini zehirliyor. Peki, bunun Özgür Kürdistan istemiyle yan yana olması mümkün mü? Mümkün değil, ama aynı yürüyüşte yan yana dile getiriliyor! Hatta aynı kişiliklerde dile gelmektedir. İşte bu, halkımızın trajik paradoksunun kendisinden başkası değildir!
Bu paradoks nasıl oluştu, yerleşti, nasıl kurumlaştı? Yurtseverlikle tasfiyeciliği, direnişle teslimiyeti, onurlu duruşla kendini satana tapınmayı aynı kişilik ve gerçeklikte bütünleştirmek hangi süreçlerin, hangi etken ve dinamiklerin sonucudur? Bu soruların yanıtları önemli ve daha önce birçok çalışmamızda değerlendirmeye çalıştık. Kuşkusuz bu değerlendirmeleri derinleştirmek ve geliştirmek gerekir.
Kimi güçler, çevre ve kişiler, “çoğunluk”, “genel” eğilimlere bakarak, demokratik irade, doğru ve uyulması gereken irade olarak tanımlamaktadır. “Çoğunluk” eğilimi ile “doğru” kavramı arasında doğrudan bir ilişki kurmak bilimsel ve felsefik olarak doğru olmadığı gibi, politik olarak halk dalkavukluğudur! “Hak ve halk ne eylerse, eyi eyler” lafı doğruysa öncü aydınlanmaya ve öncü politikacılara ne gerek vardı? Oysa “Halk her zaman eyi eylemiyor”! Kendini özgürce ifade etme, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün olmadığı, despotik iktidar sisteminde her farklılığın, farklı düşünce ve duruşun “ajanlık”, “hainlik” olarak damgalandığı ve yaşama olanaklarının dahi bırakılmadığı bir ortamda özgür irade ve ortak iradenin oluştuğundan söz etmek demokrasi ve halkla dalga geçmekten başka bir şey değildir!
Kısacası, halkımızın yaşadığı trajik paradoksu aşmanın yolu, gerçeklerin ve onu ifade eden kavramların yerli yerine oturabilmesi için kendi içinde demokrasiyi, demokratik tartışma ve örgütlenme ortamı, kültürü ve olanaklarının geliştirilmesi ve egemen hale getirilmesi gerekir. Bunlar olmadan gerçek anlamda özgürleşmenin olanağı yoktur!
15 Nisan 2008