Egemenler cephesinde iç iktidar çekişmesi yeni bir atakla yeni bir aşamaya sıçradı. Yargıtay Başsavcılığı, AKP hakkında kapatma davası açtı.
Önümüzdeki günlerde bu dava, Anayasa Mahkemesi tarafından görüşülecek ve sonunda bir karara ulaşılacak!
Yüzde kırkların üzerinde bir oyla Mecliste büyük bir çoğunlukla hükümet olmuş bir parti hakkında “Laikliğe karşı bir odak haline geldiği” iddiasıyla kapatma davasının açılmış olması, başlı başına politik bir ataktır ve arkasında esas iktidar güçleri vardır. Bu, bir hamledir ve bundan sonra iç ve dış güç ilişkileri ve dengelerin durumu, bu eksendeki gelişmelerin seyrini büyük ölçüde etkileyecektir.
Hiş kuşkusuz bu hamlenin önemli ve ciddi politik etkileri olacaktır. Anayasa Mahkemesi kapatma yönünde karar vermese bile, bu hamlenin önemli politik etkileri olacaktır. İç iktidar ilişkilerinde ve dengelerinde önemli kaymalar, taraflar açısından güç kazanma veya güç kaybetme bakımından sonuçları olacaktır. İç ve dış güç dengelerinin etkilerine bağlı olarak tarafların duruşu, izleyecekleri politikalar, atacakları taktik adımlar, bundan sonraki süreci önemli ölçüde etkileyecektir.
Geçmeden hemen vurgulamamız gerekiyor ki, ortada bir demokrasi ve özgürlükler mücadelesi, hak hukuk kavgası yok. En genel anlamda anti demokratizmde birbirlerinden geri kalmayan her iki tarafın da derdi, var olan konumlarını korumak, iktidar üzerinde daha fazla söz ve etki sahibi olmak, karşıtlarını ise sınırlandırmak biçiminde özetlenebilir. Dolayısıyla devrimcilerin tavrı, bu çekişmede taraf olmak değil, her iki tarafın anti demokratizmini deşifre ederek emekçilerin ve halklarımızın çıkarları ve gelecek idealleri doğrultusunda bağımsız bir çizgide mücadele vermektir!
Bu kısa hatırlatmadan sonra devam edebiliriz. Öteden beri egemenler cephesinde ciddi bir iktidar çekişmesi yaşanmaktadır. Daha öncesi bir yana Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinden bu yana bu çekişmenin önemli rauntları gerçekleşti; kazanan, kaybeden ve gerileyenler oldu. Bunları kısaca hatırladığımızda bugünkü parti kapatma davasının politik anlamını, nedenlerini, olası etki ve sonuçlarını daha doğru kavrayabiliriz. Bunları doğru kavramak önemli, çünkü bu çekişmenin Kürdistan halkına ve emekçilere faturası ağır olacaktır, geçmişte de ağır oldu, bugün de olmaktadır…
Bilindiği gibi Ordu ve büyük bürokrasi, kendileri açısından “sicili parlak” olmayan birilerini Cumhurbaşkanlığı makamında görmek istemiyorlardı. Bu, asmbolik bir durum olarak algılanabilir, ancak öyle değildi, daha sonraki güç ve iktidar kavgasında önemli bir kerte olarak algılanıyordu. Bu çok önemli görüldüğü için Türk ordusu 27 Nisan muhtırasını verdi, ama bununla AKP’ye boyun eğdiremedi. AKP bu atağa seçimlerle karşılık verdi ve seçimlerde oylarını önemli ölçüde artırdı. Bu gelişmeleri ordu ve diğer geleneksel, Kemalist odaklar için yenilgi olarak değerlendirenler az olmadı.
Seçimlerden sonra AKP doludizgin yoluna devam etti. Cumhurbaşkanlığı, YÖK Başkanlığı ve devlet içinde kadrolaşmaya bu hızıyla devam etti. Kuşkusuz bunlar, önemli kazanımlardı ve AKP’nin iştahı kabarmıştı. Medyada da önemli mevziler kazanmıştı. Sabah-ATV grubunu kendi yakın yandaşlarına aldırtan AKP, daha önemli bir adım atmaya başladı. Öteden beri iktidar hamlelerinde önemli bir “kırılma noktası” olarak algılanan “Türban” konusunu MHP’nin desteğiyle gündeme getirdi ve var olan gerilimi en üst noktaya tırmandırdı. Bunu tam da Güney Kürdistan’ı işgal girişimi sürecinde yaptı…
Kuşkusuz sorun, “Laiklik ve anti laiklik” sorunu ve çekişmesi değildir. Sorun, her açıdan iktidar mevzilerini kazanma, kazanılanları sağlamlaştırma ve yedirme, karşısında duran direnç noktalarını etkisizleştirme sorundur.
AKP’nin bu doludizgin yol alışı ve mevzi kazanması, geleneksel ve esas iktidar odakları tarafından sessizce karşılanabilir miydi? Bilinen darbe yöntemlerinin ve darbe tehditlerinin etkisizliği de 27 Nisan darbe tehdidinde açığa çıkmıştı. Dolayısıyla başka yolların, yöntemlerin devreye sokulması gerekiyordu. Nitekim daha fazla seyirci kalmadılar ve 16 Martta Yargıtay Başsavcılığı, AKP için Anayasa Mahkemesi nezdinde kapatma davasını açtı.
Şimdi sorulan soru şuydu: Bundan sonra ne, neler olacaktı? AKP kapatılır mı, kapatıldığında nasıl bir siyasal tablo ortaya çıkacaktı, Türkiye ekonomisi ve diğer yapılarıyla bu büyük krizi kaldırabilir mi?
Açık ki içine girilen süreç, bu süreçte atılacak adımlar, bunların ortaya çıkardığı sonuçlar ve etkiler, ciddi, belki de içinde “çözümleri” barındırma olasılığı zayıf olan bir kriz durumuna işaret ediyor. Ama öyle de olsa “Kriz yönetimi” egemenler açısından bir “yönetme tarzı” haline getirilmiştir. Onlar açısından önemli olan iktidarın kendisidir!
AKP’yi kapatma davasıyla birlikte atılan politik adımın kısa ve uzun vadede hedefleri var. Kısa vadede bu adımın politik hedefi, tehdit, caydırma, önce durdurma ve sonra geri adım attırma olduğu çok açık! Başka bir deyişle bu, bir boyun eğdirme girişimidir! Bu girişimin başarısı veya başarısızlığı birçok etkene bağlıdır. Bu noktada AKP’nin duruşu politik gelişmelerin seyrini değiştirme etkisine sahiptir.
Soru şu: Bu noktadan sonra AKP ne yapacak? En genel anlamda iki seçenek var: Bir: Sonuna kadar direnmek; bu, her türlü riski göze almak, her türlü bedeli göze almak anlamına geliyor. İki: Uzlaşmak!
Bu iki seçenekten hangisinin AKP tarafından benimsendiği veya benimseneceği önümüzdeki günlerde açığa çıkmaya başlayacaktır. Yargıtay Başsavcılığının arkasındaki güç odakları sonuna kadar gitme kararını vermişlerse sürecin çok daha şiddetli geçeceğini söylemek bir kehanet olmaz! Ama AKP daha önceki deneyimlerden çıkardığı dersler ışığında “uzlaşma yolunu” seçerse, yine ucu açık ve belirsiz bir sürece kapı aralamış olacaktır. Kuşkusuz AKP’nin avantajları, güç dayanakları, iç ve dış destekleri var, bunlara dayanarak görece “sert” bir çizgi de izleyebilir. Fakat bunun başarısı kuşkuludur ve sayısız etkenin bir araya gelmesine bağlıdır! Uzlaşma, AKP için tümden boyun eğme ile sonuçlanacak bir süreci aralayabilir. Tam bir kafa tutuş ise ciddi bir kırılmayı birlikte getirebilir.
Türk egemen sınıflarının önemli iç ve dış handikapları var. Politik olarak AKP’ye alternatif olabilecek yedek bir parti veya partiler yok. Ekonomik yapı, yaşanan kriz ve ABD’den gelecek daha büyük bir dalganın altında tümden çökme olasılığıyla karşı karşıya… Kürdistan sorunu, emekçi sınıflarda gelişmeye başlayan kıpırdanmalar, bir kriz ve çöküş ortamında daha da büyük bir devrimci dalgaya dönüşebilir… Ama bunlarla birlikte egemenler cephesinde yaşanan gerginlik ve çekişme, devlet ve düzeni orta ve uzun vadede tehdit eden boyutlar içermektedir. Kendi değerlendirmeleri bu ve bu sorunu bir biçimiyle çözme eğiliminde ve kararında görünüyorlar. Bu sorunu uzlaşma veya “boyun eğdirme” yöntemleriyle çözmeden diğer ağır sorunların altında kalkamayacaklarını düşünüyorlar. Son atağın en temel anlamı budur!
AKP’yi kapatma davasını, sıradan bir gündem saptırması, dikkatleri esas konulardan başka noktalara yöneltme girişimi olarak değerlendirmek, gelişmelerin özünü ve kapsamını doğru kavramamak anlamına gelmektedir. Elbette bu davayla birlikte gündem değişmiş, dikkatler başka bir noktaya yönelmiştir. Ama bunlar, neden değil, sonuçtur. Neden iktidar ve mevzileri konusunda yaşanmakta olan çekişmenin yeni bir kerteye sıçramasıdır!
Bu noktada elbette Türkiye’de iktidar ve ilişkileri, iktidar kurumlaşması, siyaset kurumu, bunların resmi çizgi ve kurumlaşmayla kopmaz bağları, iktidar ilişkileriyle genelde burjuva sınıf arasındaki bağları, kendi tarihsel bağlamı içinde değerlendirmek, bunu halkı aydınlatma ve devrimci politik mücadeleye yöneltmek önemlidir, devrimcilerin güncel görevleri içindedir. Cumhuriyetin kuruluş yılları, iç tasfiyeler, tek parti ve tek şef dönemleri, DP dönemi, 1960 darbesi, Mendereslerin asılması, 12 Mart ve 12 Eylül, Özal’ın tasfiyesi, 28 Şubat, RP ve Erbakan’ın tasfiyesi, Çiller’in siyaseten bitirilişi, bütün bu önemli gelişmeler, aynı zamanda TC’deki gerçek iktidar anayasasını da anlatıyor. Hükümet olmak mümkün, ama gerçek anlamda iktidar olmak mümkün değildir, devletin gerçek iktidar gücü bellidir: Ordu! Bu iktidar anayasasıyla oynayanlar yanar!
Dayatılarak hatırlatılan budur!
Bu neyi gösteriyor? Türkiye’deki siyaset kurumunun, Meclis ve hükümetin gerçekte sonuna kadar gidecek ve yürüyecek iktidar gücü olmadıklarını! Elbette siyaset kurumu tümden işlevsiz ve güçsüz değildir, ama sınırları ve hareket yetenekleri bellidir! Bunlar aşılmaya veya zorlanmaya başladığında devletin iktidar refleksleri harekete geçer! Son olaylar, bu basit gerçeğin bir kez daha altını çizmiştir!
Bir gerçeklik bir kez daha doğrulandı, doğrulanıyor: Türkiye’de demokrasi sorunu reformlar, parlamenter hayallerle çözülecek bir sorun değil, devrim sorunudur! Bu gerçekliği her fırsatta hatırlatmak ve anlatmak kaçınılmazdır!
18 Mart 2008