0 0
Read Time:7 Minute, 18 Second

 Bit önceki yazımızda Mondros Mütarekesi ile Misak-ı Milli arasındaki doğrudan ilişkiyi kısaca vurgulamaya çalışmıştık. Misak-ı Milli üzerinde biraz daha durmak ve Sevr "sendromu" hakkında birkaç söz söylememiz gerekiyor.
20 Ocak 1920 tarihinde son Osmanlı Mebuslar Meclisi tarafından kabul edilen Misak-ı Millinin hiçbir tarihsel, toplumsal ve ulusal meşruiyeti yoktur. Kabul edilen sınırlar, Mondros Mütarekesiyle çizilen sınırlardır. Mondros, Osmanlı için, bir bakıma ölüm fermanıdır! Misak-ı Milli, bu ölüm fermanının çizdiği sınırları devlet ve vatan sınırları olarak belirliyor, hem de "bölünmez bütün" olarak! Ama dayanılan ve kabul edilen Mondros iradesiyle Osmanlı topraklarının yüzde seksen beşi kaybedilmiştir. O zaman pekâlâ sahip olunan toprak bölünebiliyor, kaybedilebiliyor; bunların ardından bir iki ağıt yakılmakla yetiniliyordu. Peki, şimdi değişen neydi? Değişen çok şey vardı, kuşkusuz! Güç dengeleri! Ağır ve stratejik yenilgiyle sonuçlanan bir savaş!

Bu koşullarda devlet, vatan, millet gibi kavramların içinin doldurulması, belli bir gerçekliğe dönüştürülmesi gerekiyordu. Mondros'u imzalamış ve buna boğun eğmek zorunda kalmış bir kadronun, "ayağını yorganına" göre uzatması, yani somut gücüne göre davranması reel politik açıdan son derece anlaşılır bir durumdur! "Bükemedikleri bileği öpmüşler", aynı zamanda kendilerine kalan toprakları vatan ve devlet sınırları olarak kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bu kabul edişi, "milli ant" olarak anmışlardır. Bu da boşuna değildir. Çünkü kabul edilen Misak-ı Milli, onlar için son şans olarak görülmüş, bundan ötesi bir yok oluş olarak algılanmıştır. Bu sınırların içinde kalan, yanı işgale uğramayan topraklarda başka halklar yaşamış, bu topraklar binlerce yıldır onların yaşam alanı olmuş gibi gerçekler artık umurlarında değildi. Önemli olan bir devlet ulus ve ona ait vatandır! Bu ideal için ne gerekirse o yapılırdı. Zaten vatan, ulus, devlet kavramlarının tartışılması, bunlarla ilgili politik projeler yeni değildi; bu konuda epey bir yol alınmıştı: Osmanlıcılık, Pan-Türkizm, Pan-İslamizm ideolojileri bu çabaların somut ürünleriydi… Savaş, mutlak yenilgi, devletin dağılmayla yüz yüze kalması, tepelerinde sallanan Mondros, işte bu koşullarda kabul edilen Misak-ı Milli, devlet, vatan ve ulus sorularına verilen politik bir program niteliğindedir. Tekrar pahasına da olsa bir kez daha vurgulayalım:

Bu program reel politik koşulların bir sonucudur; ama aynı zamanda özü sömürgeci ve yayılmacı Osmanlının bir devamıdır, tabii zorunluluklarla kırpılmış budanmış bir devamıdır!

Şu soru önemli: 30 Ekimde kaybedilen Suriye, Filistin, Basra ve diğerleri neden, "bölünmez vatanın birer parçası" olarak kabul edilmedi de, Doğu Kürdistan dışındaki Kürdistan toprakları Misak-ı Milli'nin "bölünmez parçaları" olarak kabul ediliyor? O günkü koşullarda güç ilişkileri ve dengeleri dışında bu sorunun bir yanıtı var mı? Kuşkusuz güçleri yetseydi, kaybedilen toprakların tümünü geri isteyecek ve bunun için savaşacaklardı, ama buna o koşullarda ne güçleri ne de solukları yeterdi. Bunu çok iyi bildikleri için "gücümün yettiği kadar benimdir" ilkesini esas almak zorunda kalmışlardır. Yani sömürgeci ve fetihçi yapılarında bir değişim yok, tersine bunun yoğunlaşmış olarak devamı söz konusudur!

Bugün ruhunu satmış birileri çıkıp Güney Kürdistan'ın, Musul ve Kerkük'ün de Misak-ı Milli içinde olduğunu söylüyor, söylerken TC'nin buralar üzerindeki hak iddialarını meşrulaştırmaya çalışıyor. Peki, öyle olsa bile bu, ne anlam ifade eder ki? Misak-ı Milli "Tanrı buyruğu" mu? Misak-ı Milliyi yazanlar, yenilgi ve teslimiyet belgesi olan Mondros'u temel alan, Osmanlının son kalıntıları üzerinde vatan yaratmayı hedefleyen sömürgeci Osmanlının Mebusları, Kapıkulları değil mi? Yine bu belgenin tarihsel, halkların iradeleri ve istemleri açısından hiçbir meşruiyeti ve geçerliliği var mı? Sonra elverişli iç ve dış koşulları değerlendiren bu Kapıkulları, genel olarak Misak-ı Milli üzerinde TC'yi kurmuşlar ve bunun sınırlarını Lozan'da uluslararası dengelere de kabul ettirmişlerdir. Peki, bütün bunların Kürt halkı ve Kürdistan açısından bir meşruiyeti ve geçerliliği var mı? Kuşkusuz yok! Ancak İmralı ve sözcüleri öyle düşünüyor. Ne var ki yaşamın katı gerçekleri, her gün kendilerini yalanlamıyor mu?

Misak-ı Millinin kabul edilişinin üzerinden yaklaşık 8 ay gibi bir süre geçtikten sonra Osmanlı devlet yetkilileriyle emperyalist devletler arasında bir antlaşma yapılır. Hiçbir hükmü gerçekleşmeyen bu antlaşma, ünlü Sevr'den başkası değildir. Bu antlaşma, daha sonra bir sendroma, bir psikolojik savaşa konu yapılır. Sevr'e göre Ermenistan ve Kürdistan tanımları yapılır ve Ermenistan'a daha geniş, Kürdistan'a ise daha sınırlı ve birçok kayda bağlanmış özerklikler öngörülür. Aslında Sevr, Mondros Mütarekesinin özüne uygundur. Orada arta kalan Osmanlı topraklarının işgal edilebileceği öngörülmektedir. Ama emperyalist devletler de Savaş yorgunudur, kazançlarını koruma ve güvence altına alma, uygun olursa bunları biraz daha genişletme çabası içindedirler. Bir de kendi aralarında da çelişkilidirler, bu çelişkiler de hareket alanlarını sınırlandırmaktadır. Dolayısıyla Sevr'in ardında güçlü ve yaptırımcı bir irade hemen hemen yoktur. Zaten ölü doğması da bundandır!

Eğer bu antlaşmanın hükümleri gerçekleşseydi, hatta bir adım daha ileri giderek söyleyecek olursak, yani özerk değil de manda yönetimleri altında Ermenistan ve Kürdistan kurulsaydı ne olurdu? Bu "kaybın" %85'lik toprak kaybından farklı bir anlamı olabilir miydi? Suriye ve Irak manda devletlerinin yanında bir de manda Kürdistan ve Ermenistan kurulsaydı, bunlar arasında bir fark olur muydu? Peki, bugün dövünen, çılgına dönen ırkçı-şoven milliyetçiler, o günden bu yana neden Suriye, Filistin, Yemen, Balkanlar için bir sözünüz yok? Aslında var, ama bunun politik hiçbir değeri yok! Ama Sevr'i ağzınıza pelesenk ediyorsunuz! Neden? Çünkü burada önemli olan bir paçavradan öte bir anlamı olmayan Sevr değil, sömürge egemenliği altında tutulan Kürdistan sorunu gibi canlı, dinamik ve her gün kendisini şiddetle dayatan bir sorunun kendisidir. Kürdistan'ı yitirmekten korkuyorsunuz.

Kısacası, TC ve onun her soydan ve renkten sözcüleri, işgal, zorbalık ve haksızlık üzerine kurdukları devlet-uluslarının, "Vatan"larının parçalanmasından korkuyorlar. Korkularını yalanlar ve hurafelerle örtmeye çalışıyorlar. "Bizim" hainler de onlara katılıyor, ama bu hizmetlerinin karşılığında aşağılanmaktan kurtulamıyorlar! Bu da sömürge kişiliğinin traji-komik durumunu anlatıyor!

                                                                                       25 Haziran 2007

                                                                                       

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter