Read Time:10 Minute, 18 Second
M. Can YÜCETürkiye’de son yıllarda şoven milliyetçi dalga görülmemiş boyutlar kazandı. Bu hareket, kendisini anti-emperyalist, anti-globalist, anti-AB ve anti-ABD’ci olarak tanımlıyor. “Kızıl Elma” olarak adlandırılan bu hareket, sağdan ve “sol”dan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Partilerden, Genelkurmaydan, basından, “sivil toplum” örgütlerinden, burjuvalardan ve geniş bir kitleden destek alıyor. Perinçek’in İP’i, MHP, TOB, Cumhuriyet gazetesi gibi…
Altını sürekli çizdikleri temel noktalar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal egemenlik ve bağımsızlığının elden gittiği, milli güçlerin bu temel değerler üzerinde titremeleri ve mücadele etmeleri gerektiği noktalarıdır. Kemalizm ve “Cumhuriyet devrimleri”, anti-emperyalizm, küreselleşme karşıtlığı vurgusu, milliyetçiliği sol bir söylemle meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir.
Bu ırkçı şoven milliyetçiliğin derdi anti-emperyalizm ya da küreselleşme karşıtlığı değildir. Yine bunların derdi gerçek anlamda ulusal bağımsızlık da değil. Kaldı ki TC’nin kendisi, emperyalizme karşı mücadele içinde değil, kendisi de emperyalist hayaller peşinde koşan, bu hayaller nedeniyle 1. Dünya Savaşına katılan Osmanlı Devletinin arta kalan devlet aygıtına dayanan, Yunan ve Ermeni karşıtlığı ve savaşı sonrasında kurulan bir devlet… Bu devleti kuran kadro, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kadrolarıdır. Teşkilat-ı Mahsusa Osmanlı İmparatorluğunu İslami ve Turanî temeller üzerinde koruma ve Doğu’ya taşıma çizgisinin vurucu örgütüdür. Ancak I. Savaşta bu çizgi başarısızlığa uğrayınca, dahası devlet çözülüp dağılma süreci içine girince devleti toparlama ve koruma telaşına girdi…
Devlet eliyle ulus yaratma projesi, aslında bir İttihat Terakki projesidir. Bu projenin özü, geriye kalan Osmanlı topraklarını bir “Vatan” haline getirmek, bu vatanı yabacı unsurlardan temizlemek ve saf bir Türk ulusunu yaratmaktır… Bu projenin ilk uygulaması Ermeni Tehciri ve Soykırımıdır. Bu soykırım hareketi, savaş, askeri tedbirler ile açıklansa da bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. İttihat Terakki’nin çıkardığı bir “Göç” yasası var; bu yasada Türk olmayan unsurların değişik alanlara dağıtılmasını, hiçbir alanda nüfusun yüzde onunu geçmemeleri gerektiğini öngörülmektedir. I. Dünya Savaşı bu projenin uygulanması için çok uygun koşullar sunmuş, bu koşullar bahane edilerek Ermeni Tehciri gerçekleştirilmiş ve bu tehcir tam anlamıyla bir kırıma dönüştürülmüştür.
Savaşta Osmanlı devletinin yenilgiye uğraması, İmzalanan Mudanya Mütarekesi ve bunun sonucu büyük toprak kaybına uğraması, Mütareke ile oluşan sınırların Osmanlı Meclisi tarafından “Misak-ı Milli” olarak tanımlanması, Doğuda Ermenilere, Batıda Yunanlara karşı oluşturulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, bu cemiyetlerde Osmanlı bürokratlarının ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın ağılıklı varlığı Türk devlet ulus ve TC’nin de kaderini koşullayan etkenler olmuştur.
Yunanlara karşı verilen kısa bir savaştan sonra Mudanya Mütarekesi ile çizilen sınırlara denk gelen alanlarda Osmanlının devamı bir devlet kurulur. Bu devlet, resmi olarak Osmanlı mirasını reddetse de Osmanlı devletinin devamıdır ve kendisini ulus devlet olarak örgütleme çizgisine sahiptir. Misak-ı Milli olarak adlandırılan sınırlar, aslında Mudanya Mütarekesinin belirlediği sınırlardır. O günkü koşullarda bundan ötesine güçlerinin yetmediğini bilmektedirler. Bu sınırlar üzerinde bir ulus devlet kurmak, bir vatan ve ulus yaratmak eski İhtiyatçıların, Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarının, Osmanlı paşalarının, yanı TC kurucularının milli programı ve değişmez stratejileridir. Anılan sınırlar üzerinde “Vatanı ve milletiyle bölünmez bir bütün” olan bir ulus devlet, tek bir dil, tek bir vatan, tek bir ulus yaratmak, bu sınırlar içinde kalan halkların, ulusların, ulusal ve etnik grupların inkârı, imhası ve kırımından başka bir anlama gelmiyordu. Dolayısıyla diğer halkların, ulusların ve etnik toplulukların inkârı, imhası ve kırımı, TC’nin bir var oluş, bir kuruluş ve varlığını sürdürme özelliği olmuştur. Kuşkusuz bu, normal bir uluslaşma ve ulus devlet haline gelme durumu değil, hastalıklı ve hep sorunlu bir durumdur. Bugün yaşanan ırkçı şovenizmin, anti-demokratizmin, militarizmin ve her türlü gericiliğin en temel nedeni, bir siyaset kültürü ve yaşam tarzı haline getirilen, gelen özelliğin kendisidir. Bu var oluş ve kuruluş özelliğine son verilmeden TC’nin normal burjuva ölçülerinde demokratikleşmesi mümkün değildir. Yani kendinden başkasının varlığına ve temel haklarına saygılı bir devlet ve toplum haline gelebilmek için öncellikle bu var oluş özelliğinin sorgulanması gerekir. 91 yıl önce gerçekleştirilen Ermeni Kırımını kabul etmek bir yana ırkçı şoven histeri dalgasının bu kadar yükseltilmesinin nedeni, esas olarak anılan sorgulamanın önüne geçmektir. Ermeni Kırımının sorgulanması, ardından TC’nin kuruluş ve var oluş felsefesinin, “Devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” çizgisinin sorgulanmasının kapılarını da aralayabilecektir. Bundan dolayı dört bir yandan gürültü kopararak, bu gürültüyü “anti-emperyalizm” örtüsüyle perdeleyerek Ermeni soykırımı üzerine gelişebilecek tartışmaları bastırmaya çalışmaktadırlar.
TC, kendisini bir ulus devlet olarak tanımlıyor ve bunu “vatanı ve milletiyle bölünmez bir bütün” olarak tabulaştırıyor, her türlü tartışmanın ötesine taşıyor. Burada devlet-ulus-vatan, birbirinden kopmaz bir üçlü, bir bütün olarak kutsallık düzeyine çıkarılıyor. Bu “kutsal üçlü” içinde de bir hiyerarşik sıralama var. Devlet önceliklidir. Ardından vatan gelir, sonra millet… Bu, anlaşılırdır. Çünkü vatan ve milletin kurucusu, deyim uygunsa yaratıcısı, koruyucusu ve sürdürücüsü devlettir. O nedenle devlet birincil kutsaldır. Devletin bekası ve geleceği için “Kardeş katli bile vaciptir”! Osmanlıdan alınan bu çizgi, TC ile birlikte yeniden üretilir, vatan ve millet edebiyatıyla bilinç ve bilinçaltlarının derinliklerine kazınır…
Türk milliyetçiliğinde vatan ve millet kavramlarının devlet kavramıyla özdeş olması, devletin başat kavram olarak yer alması ortaya koyduğumuz “Kutsal üçlü” arasındaki ilişkiden kaynaklanmaktadır. Devlet ile anılmayan bir vatan ve millet anlamsızdır. Yine “Bölünmez” olan sadece devlet değil, vatan ve millet de bölünmez bütündürler; bütünlük hem vatan ve millet ile ilgilidir, hem de “Kutsal üçlü”nün kendi bölünmez bütünlüğü ile ilgilidir.
Türk devleti, ulusun üstündedir, o nedenle ulus devlet kavramı ona pek denk düşmüyor. Ulusların yaratılmasında devletin hatırı sayılır bir rolü var, ama Türk uluslaşmasında bu belirleyici bir önemdedir. O nedenle Türk ulusunu “devlet-ulus” olarak tanımlamak, sanırız, gerçeğin en doğru ifadesi olacaktır. Devlet-ulus, devlet-vatan kavramları yaşanan gerçekliğin en doğru ifadesidir. “Devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” tabusu, dokunulmaz ilkesi TC’nin devlet-ulus gerçekliğini özetler…
Ermenilerin kırımı ve tehciri, Kürtlerin inkârı ve imhası, tarihleri ve vatanlarıyla bütün ulusal varlıklarının yok edilmek istenmesi, diğer halkların, ulusal ve etnik grupların eritilmesi hedefleri üzerine kurulu bir devlet, bir vatan ve uluslaşma sağlıklı, normal ve demokratik olabilir mi? Devlet, başka halkların kırımı ve eritilmesini, kendisi için var oluş ve varlığını sürdürme gerekçesi ve tarzı olarak belirlemişse, vatan kavramını ve uluslaşmasını bu çizgi üzerine oturtmuşsa, bunu da bir yaşam ve siyaset kültürü haline getirmişse, devlet kurumlaşmasının temeline bunu koymuşsa, bunun için şiddetin her türünü ve her tür siyaset tarzını mubah görmüşse, orada normal ve sağlıklı bir durumdan ve olgudan söz etmek mümkün mü?
Her tür milliyetçilik, Kemalizm, dini gericilik, Perinçek türünde devletçi solculuk, devlet-vatan-millet üçlüsünde neden her zaman aynı ortak paydayı dillendirmiş, neden her kritik dönemeçte bu üçlüyü saldırı ve karşı-mücadele bayrağı yapmışlardır? Neden Türkiye toplumunda devlet eksenli milliyetçi siyaset anlayışı, duyguları ve kültürü bu kadar güçlü ve derin? Peki, bu “Kutsal üçlü” tartışılmadan, sorgulanmadan, zihinlerden sökülüp atılmadan demokratik, halkların varlıklarına ve haklarına saygılı bir anlayışı ve kültürü geliştirmek mümkün mü? Peki, bu tartışma ve sorgulama süreci devrimci çizgiden ve devrimci siyaset tarzından bağımsız, ondan ayrı ele alınabilir mi? Başka bir ifadeyle bu kadar derinlere kök salmış, devletin her yasasına, kurumlaşmasına, kadrosuna ve siyaset kültürüne sinmiş bir dokunulmazı, “Kutsal üçlü”yü, yani “Devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” “tanrısını” tahtından etmek, hatta tahtını sallamak devrimci bir çizgi olmadan olanaklı mı?
Olanaklı olmadığı görülmüş ve son on yılların pratiği tarafından sayısız kez doğrulanmıştır. Reformcu anlayışlar ve eğilimler sayısız kez iflas etmiştir. Devlet-millet-vatan üçlüsüne bulaşık sol-milliyetçi, sol-şoven eğilimlerin demokratik ve olumlu bir rol oynamaları ve etkide bulunmaları da olanaklı değildir.
Türkiye’de demokrasi sorunu, bir iktidar ve devrim sorunudur.
Demokrasi programı, devlet-vatan-millet “kutsal” bütünlüğünü dağıtmayı, çözmeyi ve aşmayı hedeflemek durumundadır. Anılan bu “kutsal” üçlü ve onun neden olduğu kültür aşılmadan sağlıklı ve sonuç alıcı bir sınıf mücadelesini geliştirmek son derece güçtür. Dolaysıyla sağlıklı ve sonuç alıcı bir sınıfsal mücadelesi için Devlet-millet-vatan üçlüsüne vurmak bir zorunluluk olmaktadır!
Önümüzdeki bölümde ulus devlet teorisi ile Kürdistan sorunu arasındaki ilişkiyi değerlendirmeye çalışacağız!
13 Haziran 2006