Read Time:10 Minute, 1 Second
Askeri darbeler artık yöntem değiştirdi. Darbeler artık alacakaranlıkta henüz şafak sökmeden tankların stratejik binaları tutması, darbe bildirilerinin TV ve radyolarda okunması, hükümete el konulması, “önemli” kişilerin gözetim altına alınması biçiminde ve bir anda, çok kısa bir zaman içinde, sert, çıplak ve korkucu hareketlerle olmuyor. Şimdi darbeler biçim değiştirdi, zamana yayılmış bir süreç içinde gerçekleşiyor. Görüntüde her şey yerli yerinde duruyor; hükümet, meclis, partiler; ordu, tanklar, miğferli askerler ve diğerleri… Ama gerçeklikte değişen çok şey var…
Artık “tank paletlerinin” ürkütücü sesiyle uyanılmıyor. “Sivil kuvvetler”, “sivil toplum örgütleri”, andıçlanmış medya harekete geçiriliyor, hükümet üzerinde dozu ayarlanmış ve gün geçtikçe artırılan bir psikolojik savaş uygulanıyor. Bu sürecin politik alt yapısı sahte operasyonlar, şiddet eylemleriyle hazırlanıyor, devletin temelli korkuları bunlarla gündeme taşınıyor: “Vatan bölünüyor,”, “Laiklik elden gidiyor”, “laik ve zinde güçler zaman yitirmeden harekete geçmeli ve bu büyük tehlikelere karşı tavır almalı” nidaları yükseltiliyor, tam bir koro biçimde ve yürekleri teslim alacak düzeyde…
Bu sürecin başaktörü ve onun her düzeydeki kolları da hayli deneyimli, örgütlü, planlı ve güçlüdürler! Bu, aslında geçmişteki çıplak askeri darbelerin de başaktörüydü. Tarihi Cumhuriyetin tarihinden daha eskilere dayanır, Teşkilat-ı Mahsusa onun “iftarı medarıdır”! Kimi zamanlar o kadar pervasızlaştı ve kendinden geçti ki, kendini açığa vurmadan edemedi. Susurluk ve Şemdinli bunlardan sadece en çok bilinen ve tartışılanları oldu. Bu başaktör ve güç, Orduyu ve devleti yöneten özel savaş aygıtından başkası değildir. Buna “derin devlet”, “devletin çelik çekirdeği”, kontrgerilla da deniliyor. Adı ne konulursa konulsun dikkat edilmesi gereken temel bir nokta var. O da şu: Bu özel savaş aygıtı, Teşkilat-ı Mahsusa’ya kadar uzanan, Cumhuriyeti kuran ve o günden bu yana devleti yöneten, politikalarını belirleyen TC’nin özünden, beyni ve omurgasından başkası değildir. Cumhuriyet tarihi incelendiğinde, en temel dönemeç noktaları değerlendirildiğinde bu gerçeklik çok çarpıcı bir biçimde görülecektir… “Ülkesi ve milletiyle bölünmez bütün olan laik cumhuriyet” devletin resmi ideolojisidir, hem devleti ve toplumu yönetmede, hem de gerçek iktidar gücünü elde tutmada bu resmi ideoloji, bu değişmez program çok temel bir araçtır; sadece bir araç değil, amaçlaştırılan, kutsallık atfedilen bir din düzeyine de çıkarılan büyü, tapınılması gereken korkutucu bir tabudur da! Bu, ona çok büyük bir güç kazandırır, gücünü ve yönetme yeteneğini bilinenin, algılanabilenin ötelerine taşır…
17 Mayıs günü Danıştay 2. Dairesine yapılan saldırı, bir “Yüksek” yargıcın ölmesi ve bir kaçının yaralanması, ardından “bindirilmiş kıtaların” meydanları doldurması, “laik güçlerin” cenaze törenlerini bir gövde gösterisine dönüştürmesi, bu gösteride bakanların yuhalanması, fiili saldırı ile karşı karşıya kalmaları, bu tepkiyi önceden sezen veya haberini alan T. Erdoğan’ın törene katılmayışı, bakanlara korkulu anlar yaşatan gösterinin Genelkurmay Başkanı tarafından “süreklileştirilmesi gereken” “takdire değer” eylemler olarak değerlendirilmesi yürütülen psikolojik savaşın bir tablosunu sergilemektedir. Bu son gelişmeler ve çizgileri net ortaya konulan “farklılıklar”, var olan hükümetin ipinin de kesin bir biçimde çekildiğini göstermektedir. Açık ki hükümet erken bir seçime zorlanıyor. Yeni cumhurbaşkanının bu meclis tarafından değil, yeni seçimle oluşacak meclis tarafından seçilmesi isteniyor. İslamcı geçmişe sahip, düzene ve emperyalist sisteme kendisini kabul ettirmek için kılıktan kılığa giren, “değiştik-dönüştük” imajını yaratmak için sayısız çaba içine giren, yine AB’ye uyum paketleriyle içte ve dışta ittifak güçlerini hazırlamaya çalışan AKP’nin devlet içinde stratejik bir öneme sahip, ordu açısından çok önemli görülen Cumhurbaşkanlığı makamını kapmasını istemiyorlar. Kuşkusuz sorun tek başına cumhurbaşkanlığı seçimi değildir; sorun bütün iktidar iplerini elde tutmak ve bu konuda bir gediğin oluşumunu engelleme sorunudur. Cumhurbaşkanlığı seçimi, pratik önemi kadar asmbolik değeri önde olan bir konudur!
Belli ki bu hükümet artık bir engel olarak görülmekte, fiili olarak işlevsizleştirmenin yanı sıra vitrinden de uzaklaştırılmak istenmektedir. Eskiden bu çıplak darbeyle bir anda olurdu, şimdi ise zamana yayılmış ve süreklileştirilmiş, planlanmış psikolojik savaşla yapılmak istenmektedir… Bunun kararı bugün verilmedi. Bu karar, 2004 yılının ortalarına kadar uzanır. Öcalan üzerinden Kongra-Gel’e aldırılan “yeniden savaş kararı” bu “postmodern darbenin” bir bakıma startı niteliğindedir. Özel savaş aygıtına iç ve dış politikada güçlü ve sürekli kullanabileceği bir gerekçe, daha doğrusu bir bahane gerekliydi; bu, “terörle mücadele” bahanesinden başkası değildi… Nitekim pratikte de öyle oldu. Hükümetin bu bahaneye karşı herhangi bir karşılığı yoktu, tersine olaylar tarafından sürüklenmekten öte bir şey yapmadı. Hatta bu konuda daha katı, keskin ve özel savaşçı bir duruş sergiledi. Sandı ki bu “vatanperverlik” yarışında orduyu sollayacak ve ordunun hamlesini dengeleyebilecek! Ama bu bir hayaldi… 2005 Newroz’unda Mersin’de sergilenen “Bayrak provokasyonu” ile “postmodern darbe” yeni bir aşamaya taşındı. “Terörle mücadele” ve “laikliği koruma” bahaneleri ile özel savaş aygıtının inisiyatifi genişlerken, hükümetin hareket alanı daraltıldı. Kürdistan’da cinayetler, kayıplar, çok yönlü operasyonlar, bombalamalar dozu arttırılarak devam etti. Şemdinli Vakasında, özel savaş aygıtı suçüstü yakalandı. Bu vaka ile ordunun gerileyeceği, en azından belli bir bekleme sürecine yatacağı bekleniyordu. Ancak tersi oldu, daha atak davrandı, her düzeyde başlayabilecek hareketlere karşı bastırıcı davrandı. Van Cumhuriyet Savcılığının hazırladığı Şemdinli İddianamesi özel savaş aygıtının suç pratiğine dokundu, sorumluluğun Kara Kuvvetleri Komutanı, Genelkurmay Başkanı adayı Büyükanıt’a kadar uzandığını yazdı. Genelkurmay bu belgeyi bir karalama ve ordunun dokunulmazlığına, gerçek iktidar yasasına bir dil uzatma olarak değerlendirdi ve tam anlamıyla harekete geçti. Bu, basına “gizli ültimatom” olarak yansıdı. Bu belgeyi hazırlayanların, buna destek sunanların kellesini istedi. Hükümet bu dayatmaya boyun eğmekten başka bir şey yapmadı. Savcı meslekten ihraç edildi, bir polis şefi görevden alındı. Hükümet de siyasal ve psikolojik olarak büyük bir yara aldı.
Hükümet üzerindeki baskının artırılması tek başına yetmiyordu. Aynı zamanda var olan kimi hakların gasp edilmesini öngören, özel savaş aygıtının yetkilerini artıran, daha doğrusu keyfi ve zorba uygulamalarının hukuki alt yapısını güçlendiren Terörle Mücadele Yasası kısa sürede Meclis gündemine indirildi. Bu yasanın kısa sürede Meclisten geçeceği bilinmektedir… Böylece toplumu susturma ve mücadele olanaklarından yoksun bırakmanın yasal zemini de güçlendirilmiş oluyor…
Fakat bütün bunlar yeterli değildi. Hükümetin çözülmesi, erken seçime zorlanması gerekiyordu. Yargıtay 2. Dairesine karşı geliştirilen silahlı baskın, bu baskın sonucunda bir yargıcın ölmesi ve bir kaçının yaralanması darbe sürecinin finale taşındığını göstermektedir. Yapılan cenaze töreninde bakanların karşılaştıkları fiili saldırı, bu törenin açıkça hükümet karşıtı bir eyleme dönüştürülmesi, daha da önemlisi Genelkurmay Başkanının bu gösterileri övmesi ve süreklileşmesi gerektiğini açıkça vurgulaması altını çizdiğimiz “final aşamasına” işaret etmektedir.
Belli ki bu hükümet fiili olarak bitmiştir. Ona karşı olan sadece ordu değil, aynı zamanda büyük sermaye ve ABD’dir. ABD’ye yaranma, buzları eritme çabaları sonuç vermedi. Ekonomide yaşanan son dalgalanmaların, borsanın düşmesi, Dolar ve faizlerin yükselmesi gibi gelişmelerin faturasını hükümete biçen işbirlikçi tekelci sermaye ve onun medyadaki sözcüleri bu “final aşamasında” özel aygıtla son darbeleri vurmaya çalışacaklardır.
Belli bir döneme kadar AB’nin desteğini alan AKP hükümeti, son bir yılda bu desteği de yitirmiş görünüyor. Dolayısıyla 2003 yılında belli bir politik boşluğa doğan AKP, şimdi hızla bir boşluğa yuvarlatılıyor. Buna karşı koyma, bu süreci durdurma gücü ve iradesi ise yok… Önümüzdeki dönemde bu süreç mantıki sonucuna ulaşacaktır. Ama egemenler cephesindeki bu kavga daha da sertleşeceğe benziyor.
Bunun devrimci ve yurtsever güçlere yansımaları da olacaktır. Bu yansıma, özel savaş baskı ve uygulamalarının daha da setleşmesi, mücadele alanlarının daraltılması, hak arama olanaklarının zorlaştırılması biçiminde olacaktır! Bu gerçeklikleri görmek ve buna göre davranmak çok önemlidir…
23 Mayıs 2006
SOSYALİST-ŞOREŞGER
(Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)